Ahlâkî Formatlanma

Cemâlnur Hocamız ne güzel anlatır: “Sağ elimde bir fincan olsa ben yemin ederim ki fincanın kulpu sağdadır, oysa siz karşı taraftan kulp solda diye yemin etseniz siz de haklısınızdır. Gerçek doğruyu bulabilmek için üstten bakmayı öğrenmek gerek. “

 

Artık sizce de toplum olarak ahlâkî bir formatlanma yaşamamızın zamanı gelmedi mi? Değer yargılarımız, hayatı yaşama biçimlerimiz ne olursa olsun ve fincanın kulpuna ne taraftan bakarsak bakalım milletçe topyekûn bir ahlâkî erozyona karşı hep beraber mücâdeleye başlamak zorunda değil miyiz? Bir tarafta vahşi bir kapitalist çarkın içinde para, hep daha çok para diye hırsla, ama beyhûde yere dönen bir kobay faresi gibi koşuyoruz. Öte yandan özellikle medya eliyle bizi biz yapan ahlâkî değerlerimize çözelti damlatarak ayrıştıranlar karşısında gözüne ışık tutulmuş bir tavşan misâli öylece kalakalmış vaziyetteyiz.

 

Dahası toplumsal değerlerimizi siyâsî tarafların tartışma malzemesi olarak çekiştirmeye devam ediyoruz. Bir tarafın ucunda ahlâkî değerleri din temeline oturtmasına rağmen kendi yorumuyla maalesef deforme ederek taassubunun alt malzemesi yapanları üzüntüyle izliyoruz. Diğer tarafta ise ahlâkı din temeline oturtma konusunda iyice allerjen olduğu için reddetmeye yönelen, durumu iyice vahim başka bir uç var. Ve toplum olarak bu iki uç arasındaki çekişmenin yarattığı toz bulutu altında kaldık ve maalesef normalde kabul etmeyeceğimiz pek çok şeyi bu toz bulutu arasında kamaşmış gözlerle meşrû gibi görmeye meyleder olduk. Ne yazıktır ki temeli çökmeye ramak kalmış bir millet hâline dönüştük. Bireyler olarak kendimizi iki uca da yakıştırmasak da bu milletin bir evlâdı olmakla, eğer ahlâkî formatlanma yönünde bir hizmet yapmıyorsak hele, o zaman bu genellemenin biz de bir parçası oluyoruz demektir.

 

Oysa pastanın gereğinden çok sıkılan kremasını kenara sıyırıp altındakinin lezzetine varır gibi biz de artık midemizi bulandıran uçlardaki kötü örneklerin buladığı kremayı bir kenara ayırıp gerçek ahlâkın öz değerini bir farkedebilsek, hem kendi hem de çocuklarımızın bekasına ne büyük bir katkı sağlamış olacağız. En azından çocuklarımıza bunu öğretme gayretiyle asgari bir müşterek oluşturabilsek diyorum.

 

Hem de bu satırları yazmakla başta bu kalem olmak üzere, şu anda bu satırlara muhatap olan herkes haz etmediği her kim varsa onun ne denli “gayrî ahlâkî” davrandığına dâir bir eleştiride bulunmadan bu konuda tefekkür etse diyorum?

 

Bugün farklı bir şey yapsak ve birey olarak kendimizi hesaba çeksek? Başkasını eleştirmek ya da kötü görmek yerine artık biz münferiden neyi farklı yapabileceğimize bir baksak?

 

Adâleti işimize geldiği gibi yorumlamadan, kendi çıkarlarımız devreye girdiğinde bir kılıfa sığınmaya çalışmadan yasalara, kurallara uyma gayretini her dâim içimizde taşıyor muyuz gerçekten?

 

Hangi meslekten olursak olalım, yaptığımız işi sevmeyi, özenerek iyi iş çıkarmayı, baştan savmadan çalışıp gayret etmeyi ve garsonluk, terzilik, öğretmenlik, memurluk ne yapıyorsak yapalım bunu dünyanın en önemli işiymişcesine icrâ etme bilincini taşıyor muyuz? Yoksa, haydi itiraf edelim, arada bir kendimizi dostlar alışverişte görsün misâli günü kurtarırken mi buluyoruz?

 

Çevremizde olup bitenin farkında olmak, ihtiyacı olanın ihtiyacını farkedebilmek. Ve yardımı, salt vicdânî muhâsebede “yaptım” diyebilmek için “eskilerini” vermekten ya da bir kampanyaya canımızı acıtmayacak bir bağışta bulunarak katılmaktan öteye yapabilmek…

 

Şartlar, kendimiz için olumsuza dönecek dahî olsa asla yalan söylememek, verilen sözü tutmaya çalışmak, ne yapacağımızı, ne zaman yapacağımızı söylemişsek o işi o saatte yapmayı dünyanın en önemli görevi saymak, verdiğimiz sözden dönmemek…

 

Tüm canlılara hürmet etmek, üstün ve ayrıcalıklı duygusu taşımadan ekmeğimizi her canlıyla paylaşmak; hayvanın ve nebâtın da yaşama hakkına saygı göstermek ve onların alanlarını gaspetmeden bir arada yaşamaya gayret etmek…

 

En basitinden komşumuza, esnafımıza, işyerilerimizdeki güvenlik görevlilerine vs. onlardan önce ve zarâfetle bir selâm vermek, hâl hatır sormak, güler yüz göstermek…

 

Tam da bu noktada tüm bu davranışların en güzel hâlini kendisinden öğrenme gayreti taşıdığım ve sırf uyuyan bir köpeği riske atmamak için koskoca ordunun yol güzergâhını değiştirecek kadar merhamet sahibi, birine söz verdiği için aynı noktada üç gün bekleyecek kadar sözüne sâdık güzel ahlâk örneği Peygamberimin ne kadar yanlış anlaşılıp ne çok iftira ile itham edildiğini hatırlamak içimi sızlatıyor.

 

Herkesin inancına hürmet etme gayretindeyim. Allah katında ruh taşımaya lâyık hiç kimseyi yine Allah tarafından kendisine sorulacak türden sorularla yargılamak ve “inanan”-“inanmayan” diye ayırmak haddime düşmez. Hz. Peygamber “Din güzel ahlâktır” diyor. Ve Hz. Kenan Rifâî “kimseyi kendi ahlâk anlayışıma göre yargılamam”               diyor. O hâlde kimseyi yargılamadan güzel ahlâkı üzerime giymeye çalışmak önce bana vazifedir. Vesselâm.

 

 

Saklı Yürek

Küskün ve örselenmiş, bir köşeye çekilmiş öylece ağlıyordu yürek.

İç içe geçmiş damarlarla üstü kaplanmış bir kandı.

Büyüyordu bu hissiz et parçası, duyarsız cüsse

Ben kendime doğru çekildikçe

Pırıltısını kaybetmişti, sönüyordu içimi dolduran hayat

Bir barbarın emrinde sanki sahipsiz, adsız, bayraksız bir ülke,

Kana zerk edilmiş zehir, saklı bir dert gibi yayılıyordu gitgide…

Sağırlaşmıştı kulakları, etten güruhların sesinden başka bir ses duyamıyordu

Sahtelikler onu boğmuştu, nefes alamıyordu…

Ben örttükçe üstünü, şeffaf zardan kalkanımla

O korkudan kemikleşmiş bir imparatorluk kuruyordu.

Yüreğimin hayatı anlama çabasını hiçbir şey susturamıyordu.

Acıyla besleniyordu; mânevî bir halsizlik, hastalıktı bu…

 

Sonunda olduğum gibi geldim kapına.

Ama bıkmadan çalardım inan kalan son bir hâne olsa da

Ardına kadar açıldı kapılar ummadığım bir anda…

Kanatlarına aldın beni hiç sormadan nedenimi

Ben açmayı severim dedin, saklama aç yüreğini

Hayretlere saldın beni ey güzel sevgili…

Bir yer vardı sende, sanki kutsanmış bir mâbetti.

Yaralandığın zaman seni sarmalayan şefkatti.

Aile, dostluk, insanlık gibi karşılığı olmayan bir sevgi…

Bana şunu öğretti ustam, yeryüzündeki en büyük başarı, nimetmiş aşk.

En büyük lânet, mahkûmiyetmiş sevgisizlik…

Kuvvetli, ilâhî bir nefes ile

Çektin beni o sevgiye

“Allah!” diye sarsılınca tek bir kere.

Her şey teslim olur, yenilir kendi hakikatine…

On binlerce yürek atışını hissedersin o an sanki içinde.

Anladım ki ben hiçbir zaman seni aramadım, bulmadım çünkü sen zaten buradaydın…

Ben sadece derin bir uykudan uyandım.

Dinle dedin; kulağınla değil, yüreğinle dinle.

Ve böyle başladı dirilişimiz, kıyametimiz

Dinlemekti bizim tek gerçekliğimiz.

Öğrendim ki yürekleri ancak bir şifâcı iyileştirebilir, açar saklı kapılarını, katar sonsuzluğa…

Ben dinledikçe ağladım: Kibrimize, vurdumduymazlıklarımıza, biz umursamadıkça solan bu canlılığa…

Oysa özden sevdikçe hayat buluyordu tüm varoluş.

 

Nasıl toprağın rahmine düşen bir tohum ona sığamaz fidan olur, göğe uzanır çatırdayan dalları tutkuyla,

Baharda ağaç çıldırasıya çiçeklendiğinde, güneş kordan tokmağıyla çiçeklerinin özününü döver de bu öz havaya hoş bir koku salar ya,

İşte öyle kök saldı ruhumuza ektiğin sevgi, peygamber kokusu.

Bu, bizim kimyamızı değiştirdi.

Hiçbirimiz eskisi gibi değildik, hücrelerimizi kapladı bu sevgi, hepimiz göz kesildik.

O güzel sevgilinin huzurunda.

İçimde kıvrılmış, yaralı bir hayvan gibiydi nefsim kendi ellerimle beslediğim.

Sense bana artık bırak onu besleme, dedin

 

Hâtırasıydı hatırlattığın, câhillere karşı hep emin bir insan kalan Efendimin

Bizler onun mahsûlleriyiz. Âşinâ ruhlarız, o toprakların evlâtlarıyız. Bunu câhil ne bilsin.

Kirlenmesin ruhun Yezitlere karşı, hep insan kalsın yüreğin

Biliyordum ki bu yolu hiç hak etmemiştim ama sana, bir dervişe yaklaşmak,  aşka yaklaşmaktır.

Derviş, mürşidinin önünde her sonradan öğrendiğini unutandır.

Derviş, dostunun hatasına kendi yapmışçasına utanandır.

Aşk vatanıdır, dinidir, lisanıdır.

Kötü, çirkin yoktur onda, çünkü özü insandır.

Olamadım der, ama bir gün olacağım ümidiyle yaşar.

Derviş bu sırrı bildiği için susar.

Dervişin içindeki tatlı bir ızdıraptır ayrılık

 

Derken, ustam beni aldı, sofraya oturttu,

Ben o sofradan insanları seyrettim.

Sizler bensiniz, ben sizlerim,

Çektiğim acılar, yürüdüğüm yollarsınız.

Sanki ruhuma baktığım sedefli bir aynasınız.

Annem, babam, kardeşim dostlarımsınız.

Ama ben ustam kadar güzel cevap veremiyordum hayata.

Yere kapaklanmış mahcup bir dilenciydim ustamın karşısında

Bir gün benden bir şey dilerse, eğer yapamazsam,

Anlayamazsam ustamı, yüreğim sağırlaşırsa

Bilin ki en büyük korkumdur bu.

Mağlup olduğum bir çetin bir cenktir kendime doğru.

Gerçekten öldüğün gündür unutursam ben ustamın yolunu.

Çocukken uzaktan izlerdim  ben onu, rengârenk giyinirdi tıpkı katmerli bir çiçek gibi..

Kahramanların, dehâların tanınmadığı bir yerdi…

Yanında hep bir meczup vardı, bazı insanların görmezden geldiği

Ustam o meczuba sarılırdı… İşte bu bana çok şeyi anlattı..

Çünkü acının doruğundayken bana da sarıldı, o an anladım aramızdaki bu bağı…

O bana sevgiye hiçbir zaman arkamı dönmemeyi öğretti; beni insan kılan ne varsa tek tek bana geri verdi.

Etmediğim duaların, kılmadığım namazların,

Hatırını sormadığım insanların yükünü sırtlandı.

Olaylar, durumlar, makamlar hepsi birer eğreti çuldu üzerimize tutturulan

Dinledikçe açıldı  yüreğimdeki  kapılar..

Şifâcıydı ustam; uzattı tesirli ilâcını.

Bana dokundu, dünyam değişti, kavis çizdim kendime doğru

Secde ettim herkesten sakladığım yüreğime

Kimyacı, şifâcı, usta, derviş, eren, mürşit, fakir, âşık mânâsı olmadan hepsi sadece birer isim…

Şimdi gönül şehrimdedir ustamın  emâneti  vatanım, özgürlüğüm, kâbem, merkezim.

 

Eren Bayar

Hüseyin’i Sevmek

Herkes meşrebine mezhebine göre seviyor Hz. Hüseyin’i. Yani kabınca, idrakince seviyor. Nedir Hüseyin’i sevmek? 10 Muharrem’de ağıtlar yakmak mı, Yezid’e lânet etmek mi? Az su içip edeben sevdiğin şeyleri yapmaktan kaçınmak mı? Nedir Resûl’ün torununu sevmek? Allah’ın arslanının ve Peygamber’in biricik nûrun alâ nur kızının oğlunu sevmek nasıl bir şeydir?

Hz. Hüseyin, zâlimle değil, zulüm ile savaşan bir sultandı. O, kaderine razı olarak şehâdetine doğru emin adımlarla yürüdü, son nefesine kadar nasiplileri irşad ederek imâna dâvet etti. Kendisini öldürmeye gelene “Sen değilsin benim kâtilim, günaha girme” diyecek kadar Allah’a teslimdi. Resûl’ün torunuydu, arkasından bir sürü dedikodu ve suikast planı yapılmasına rağmen dedikoduları susturup “sadece Allah bilir” diyecek kadar Rabbine güveniyordu. Allah’ın arslanı Ali’nin oğluydu. Bunca acıya ve sıkıntıya rağmen  Kâbe’nin Rabbine teslim ve O’nun muâmelesinden memnundu.  Elâ gözlerinden celâl ateşleri adâlet için fışkırdığında, Allah’a sığınıp O’ndan yardım isterdi. Tertemiz olan Fatma’nın oğluydu. O, sahibinin verdiklerine hamdetmesini bilirdi.

Kaderine râzı ve olacaklar karşısında cesur ve korkusuzdu. Hasan’ın kardeşiydi. O, haklı olduğu hâlde ayaklanmamış, ortalığı karıştırmak yerine halkın huzurunu ve İslâmiyet’in geleceğini düşünmüştü. Ehli Beytin beş incisinden biriydi. Diğer dört inci gibi birçok sıkıntıya göğüs germiş, Kur’an’ın çerçevesinden bir dem ayrılmamıştı.

Gene dönelim sorumuza… Nedir Hüseyin’i sevmek? Nefis olan Yezid’in her istediğini yaptığında, Yezid’in arzu ve istekleri sarmışsa tüm benliğini, ruh olan Hüseyin’ini kafese kapatmışsın demektir.  Ve Hüseyin’in uyarılarına kulak asmayıp hâlâ “BEN… BEN… İLLE DE BENİM İSTEDİKLERİM”   diyorsan, Yezid seni yönetiyor demektir. Onun için de Yezid’e hiç lânet etmeyelim, bizim içimizdeki Yezid kafese girmeden, Hüseyin halife olmadan içimizde Hüseyin’i seviyoruz desek neye yarar? Yine de inşaallah Allah iyi niyetimizden dolayı bizi affeder ve içimizdeki Hüseyin aşkını çoğaltır. Ve nefsimiz, Muhammedî ahlâk ile terbiye olur ve ruhumuz olan Hüseyin de bize hâkim olur inşaallah…

Âmin.

 

Yaşayan Ölü’den…

Ayşe ve Gerçek Çelebi’ye borcumu ödedim mi acaba?

Fakat onların insanlıklarına karşı borç da ne demek? Zîra karşılık bekleyerek ve geri alınmak üzere verdikleri hiçbir şey yoktur. Onlar menfaate sırt çevirmiş ulular… Onlar kimseden lütuf beklemeyen, karşılık istemeyen yaşar ölüler…

Hem ben bu ferâgati yalnız onlara karşı mı gösteriyorum, yalnız onlar için mi yapıyorum? İşin sahih tarafı, onlardan öğrendiğim ruh savaşı ile, sevdiğim insana, sevgiden beklenen muâmeleyi yapmaya uğraşmamdır.

Sevdiğim, ölünceye kadar da seveceğim insan…

İşte şiddetle sararmış olan bu yüz; ayakta bana bakıyor.

Kalkıp gideceğim, fakat dermânım yok. Bugünkü kadar Çelebi’ye muhtaç olduğum ânım hiç olmamıştır.

Gitsem, ona gitsem. Beni başka kim anlar? Artık ona eli boş da gitmiyorum.

Hârikulâde bir istif ve hatla, yazılarının belki en güzeli olan bir levha gözümün önünde diriliyor:

Âşık Yunus imdi yârı

Sevenlerin budur kârı

Ol dost için ağuları

Şeker gibi yutmak gerek

Ben de Çelebi’nin sanat ve hikmetiyle işlediği bir eseri değil miyim? Artık toy ve çocuk olmayan Leylâ’yı karşısına canlı bir ferâgat levhası olarak takar mı?

Gitsem, onlara gitsem ve desem ki: Bana gerçeklik zevki veren ulular! Ben de sizin gibi oldum. Öldüm.

Fakat zehri şeker gibi yutmak değil, şekerden seçmeden yutmak gerekmiş. Zîra insan, değil acı ve tatlı kaydından, hattâ sırasında aşkından bile geçmedikçe ölmüş olmuyor.

Ölmeden yaşamak ise, can çekişmekten başka bir şey değil… işte ben de onun için öldüm; her zerresinden hayat taşan, her nefesi bin can satın alan bir Çelebi gibi, artık ben de yaşayan bir ölüyüm!

Bilgi Çağından Hikmet Çağına

Tarıma dayalı geleneksel toplumlardan sanayi toplumlarına geçerek, teknolojideki hızlı ilerlemeler paralelinde bilgi toplumuna ulaştık. Adını hâlâ koymakta zorlandığımız, kimilerine göre “kavram” kimilerine göre ise “bilgelik” (hikmet) çağı olacak yakın geleceğe doğru ilerlemekteyiz. Her çağ kendi dinamiklerinden gelen ve aynı zamanda çağın kendisini de oluşturan dinamiklerin nüvesi olan değerlerini ve değerlilerini de beraberinde ortaya çıkarmaktadır. İşgücü açısından bu dönüşüme bakıldığında ise bilgi çağının değer ve değerlilerinin neler olduğu daha net anlaşılmaktadır.

İsterseniz önce nereye doğru evrileceğini öngörebilmek için bilginin evrimine bir göz atalım: Bu süreç; veri toplama ile başlayan bilgi hiyerarşisinde piramitin en alt katından zamanla toplanan verinin işlemlenerek mâlûmâta dönüştürülmesi, mâlûmâtın bir sebep-sonuç ilişkisi ile analiz edilerek bilgi ve anlayışa dönüştürülmesi ile tamamen “sol beyin” merkezli işlevlerin üzerine “sağ beyin” den gelen eş zamanlı düşünme kabiliyeti, bağlam odaklı yaklaşımla bütünü sentezleyebilme ve sezgisel işlevlerin eklenerek ‘hikmet’e ulaşılması olarak târiflenmektedir. Sol beyin, yaratıcı zekâyı temsil eder. Bilgiyi bir bütün olarak ve resimle işler. Tasvir ve semboller kullanır; resimlere şekillere ve renklere tepki verir. Sözel ifadeler dışında müziğe, vücut diline, dokunmaya tepki verir. Sezgicidir, önsezilerini ve hislerini takip eder. Nesnelerle soyut değil, duygusal olarak ilişki kurar. Sağ beyin, mantıksal zekâyı temsil eder. Konuşma ve dil merkezidir. Analitik (adım adım) düşünür. Mantıklı ve sistematiktir. Bilgiyi ardışık ve doğrusal şekilde işler. Ayrıntıcıdır. Sayısal işlemlerde üstündür. Sebep-sonuç ilişkilerini kullanır. Hikmet,  Bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özümseyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir. Bilginin, sağduyu, derin görüşlülük ve muhakemeli mantık ile tatbiki anlamına gelir. Eğer bilginin dönüştüğü ve zihnimizin alabildiği son noktayı hikmet olarak târif ediyor isek, bu noktada bir es vermek ve “hikmet”i doğru bir anlayışa dönüştürmek hepimiz için önemli olacaktır.

Her yıl katlanarak büyüyen bilgi, felsefeci ve fütürolog Robert Anton Wilson’ın araştırmasına göre 2000 yılından sonra her yıl kendini iki katına katlamıştır. Yapılan bu öngörüye göre 2020 yılından sonra ise insanlık her yıl bir önceki bin yılda ürettiği bilgiden daha fazlasını üretecek birikime sahip olacak.  Bu da dünyadaki değişmeyen kuralın değişmek olduğunu bir kere daha bizlere kanıtlıyor ve hızla değişen dünyanın hareket halinde olan merkez noktasını yakalayabilmenin bilgiyi tüketen değil, üreten ve kodlayan olmaktan geçtiğini bizlere hatırlatıyor.

İşte bilgi ile insanın çarpımının tanımı olan yeni bir kavram tam da bu noktada iş dünyasına girmektedir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, şirketlerin defter değeri ile pazar değerleri arasındaki oranın her yıl katlanarak farklılaştığını bizlere göstermektedir.

Sadece şirketler için değil, ülkelerin gelecekleri için de temel değer kriteri hâline gelmeye başlayan yeni bir kavram “Entellektüel Sermaye” başka bir tabir ile “Soyut Sermaye”dir. Entellektüel Sermaye, firmayı diğer firmalardan ayıran, insan gücü, müşterilerle olan ilişkileri, örgütsel yapısı, şirket kültürü gibi soyut varlıkların tümüdür.

 

Yapılan araştırmalar entellektüel sermayenin üç temel boyutuna ve bunların alt göstergelerini oluşturan birçok bileşene işaret etse de günümüzde entellektüel sermaye iki temel eksende ele alınmaktadır: İnsan ve insan yönetimi, bilgi ve bilgi yönetimi.

Orta vadeli hedefleri arasında dünya sıralamasında yerini ilk yedi olarak hedefleyen ülkemizde ekonomiden siyasete, bilim ve teknolojiden kültür ve sosyal refah alanlarına kadar sürdürülebilir gelişmeleri sağlama ve 10 yıldan daha kısa bir sürede ihracat gelirlerini 500 milyar dolara taşıma hedefi, ekonomimiz için katma değeri yüksek, inovatif teknolojik ürünleri üretmenin öneminin altını bir kere daha çizerken acaba bu başarılara imza atmaları beklenen firmalarımız insan ve bilgi yönetimi hususunda istenen seviyeye ulaşabilmiş midir?

Bilgiyi üretmek amacıyla oluşturulan üniversitelerin önemi bu noktada bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz, 180’i aşkın üniversitede yaklaşık 100 bini geçen akademisyenimiz ve bu kurumlarda eğitim gören 5.5 milyon insanımız ile bulunduğu coğrafyada bilgiyi üreten ve ürettiği bilgiye kendi erdemini ekleyerek uzmanlık alanında hikmete ulaşabilecek potansiyele sahiptir.

Peki bu potansiyel ne şekilde kinetiğe dönüştürülebilir? Satın alıcısı, uygulayıcısı olmayan bir bilgi, algılayış ya da fikrin toplumlara bir katkısı olabilir mi? Başka bir deyişle, şirketlerimiz bu yeni dünyanın yeni oyun düzenine ne kadar hazır durumdadır?

Şirketlere insan ve bilgi ekseninde yakından baktığımızda doğru yetenek ile doğru işin eşleştirilmesinde başlayan zincirleme problemler, çalışanlardan istenenleri net târif edememe ve motivasyon konusunda da devam etmekte ve bireylerin gelişimlerinin istenilen seviyede sağlanamaması ile maalesef sonlanmaktadır.  Bilgi yönetimi noktasında ise gelişmiş toplumlarda bile kodlanmış bilginin toplam bilgi içindeki payı 30% civarındadır. Bilginin kodlanmamış olması, sürekliliği ve hareketini engellemekte, “kollektif bilgiye” (Yazılı hale getirilerek şirket toplam entellektüel sermayesine katılmış, sürdürülebilirliği ve hareketliliği olan bilgi) bir katkısı olamadığı için şirketlerin entellektüel sermayesi değil çalışanların tekil hafızası olarak kalmakta ve beklenmedik bir “t” anında kapıdan çıkıp gidebilmektedir. Bu noktada, sürdürülebilir rekabet avantajı için organizasyonel kapasiteyi arttırarak, şirketlerin ve indirekt olarak da toplumların entelektüel sermayesini yükseltmesini beklediğimiz yöneticilerimize herkesten çok daha fazla görev düşmektedir.

Her ne kadar bir sol beyin düşünce şekli ile doğrusal olan zamanda, bilgi çağından hikmet çağına geçileceği söylense de bizler, tasavvufî bakış açısıyla hikmetin eş zamanlı ân-ı vahid toplamında hep var olduğuna ve insan-ı kâmiller vâsıtası ile toplumlara bildirildiğine inanıyor, bugün bahsedilen geçişin bireysel değil toplumsal bir geçiş olabileceğini düşünüyoruz.

 

Pınar Ersoy

Ok ve Yay

Yeniçeri Kemankeş “Tozkoparan İskender”, yoğun ve zevkli bir talim gününün sonunda ocağa döndüğünde vakit hayli ilerlemişti. Âdeti üzere cemaatle kılınan yatsı namazını müteakip Enfal Sûresi’nden bir bölüm okuyarak hücresine çekildi. Vazifesini yerine getirmiş olanların huzurlu yorgunluğu içinde hiçbir şey düşünmeden doğruca uykuya daldı.

Akçaağaçtan yapılmış ağır ve pek yayı ile üzerine adı işlenmiş oku, her zamanki gibi duvarın içindeki oyukta duruyordu. Fakat uyku ve rehâvet onun için tehlikeli bir atâlet hâli olduğundan, bir muhâfız sabaha kadar başında bekliyor, eğer sağa ya da sola dönerek kolu üzerine yatacak olursa hemen Tozkoparan İskender’i tekrar sırtüstü yatması için yönlendiriyordu.

Sıcak ve nemli bir İstanbul gecesi… Muhâfız, gözkapaklarının kapanmasına mânî olmak için elinden geleni yapıyor fakat arada sırada içinin geçmesini engelleyemiyordu. Gece nöbetlerinde kendisini uyanık tutmanın tek yolunun zihnini ayık tutmaktan geçtiğini bildiğinden, her zaman başvurduğu zihin oyunlarından birine başladı. Etrafındaki nesnelerle ilgili anılarını yoklamak ve onları hayâlî bir dinleyiciye anlatmaktan ibâret olan bu oyun, onu en az bir-iki saat oyalardı. Sonrası Allah kerim… Zaten bir kere uykuyu defettikten sonra kolayına bir daha uğramaz, böylece sabahı etmiş olurdu.

Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Çok fazla eşya yoktu. Basit oyunu, bu defa her zamanki kadar oyalayıcı olmayabilirdi. Dört duvar içinde nöbet tutmak, açık alanda nöbet tutmaya benzemiyordu. Ne de olsa açık alan, geniş bir malzeme demekti. O zaman bu zenginlik içinde her nesnenin üzerinden şöyle bir geçip fazla oyalanmadan diğerine atlayabiliyor, zihnî sıçrayışlarını daha hareketli ve zevkli bir şekilde yapabiliyordu. Bir ağaç, bir kirpi, bir kapı, bir baca, yükselerek uzaklaşan bir toz bulutu, rüzgâr, gece, dolunay, mehtap ve sayısız yıldız kümeleri… Bu gece ise oldukça küçük ve sade bir hücrede, ancak birkaç nesne üzerinde sıçrama yapabilecekti.

Etrafına göz gezdirdiğinde, iri vücuduyla dikkatini en çok çeken, Tozkoparan İskender oldu. “Ünü, yeniçeri içinde almış, yürümüş, sultanın gözdesi büyük okçu, kemankeş. Azimli büyük insan. Yayı onun gibi tek eliyle bir hamlede kuran, şu dünyaya nadir gelir. Yalnızca iri bir vücut ve kaslı kollardan ibâret değil elbet. Yayı germek, oku çok uzaklara fırlatıp tam hedefini buldurmak yalnızca bir vücut işi değil, bir denge ve âhenk işi. Çalışma ve gayretin neticesi. Sabır, konsantrasyon ve soğukkanlılık meselesi.

Ona gıpta etti. İşi sabaha kadar “beklemek” olan bir adamın Tozkoparan’la ne gibi bir yakınlığı olabilirdi? İşte belki ayda yılda bir, böyle başında beklemekten başka bir şey olamaz. Elinin bir zanaate yatkın olmasını ne çok isterdi ama değildi işte. Çocukluğundan beri ince işlerden çok, kaba işlerin adamı olmuştu. Pazusuna güveni sağlamdı; odun mu kesilecek, yük mü taşınacak, onun için işten bile sayılmazdı. Belki pehlivan olur diye ümitliydi ama güreşte de tutunamadı. O işin de kendine göre bir inceliği ve kaidesi vardı ki herkesin kârı değildi. Basit işler gerekliydi ona. Ocağa yazdırdılar, orada da emir erinden başka bir şey olamadı.

Bir iş yapmaktan çok yapmamak anlamına gelen bu “bekleme” işi, onun göreviydi. Meşhur okçu Tozkoparan’ın kolu üstüne yatmaması için bekliyordu. Kendi hâline acıdı, içi fazlasıyla burulmuştu. Sınır boylarında bekleyen erlerden, sabaha kadar ordugâhta nöbet tutan gözcülerden olamamış, ola ola bir kol bekçisi olmuştu. Kendi kendine “İşte bu tozkoparan ne kadar ‘ok’ gibi doğru bir adamsa sen de şu yay kadar eğri büğrüsün, adamım. Yay gibi eğrisin işte, anlayacağın” dedi.

Gözü Tozkoparan’da iken, gönlü kendi nefsinin miskinliğinde geziniyordu. Hiç olacağı yokken birden üzerine bir esneme geldi ve uyku hâli galip gelince gözleri kapanıverdi.

Seyrinde bir şehre vardı. Bu şehirde her şey bir değişik, bir garipti. En önce gözüne gül fidanları ilişti. Dikenleri gül kadar büyük, gülleri diken gibi küçücüktü. Hayır olsun, derken gökten toprak serpilmeye başladı, o sırada ayaklarının su içinde olduğunu fark etti. Bir ağacın altına sığınmak istediğinde ağacın dalları olmadığını, tamamen meyveden ibâret olduğunu gördü. Hattâ ağacın gövdesi bile meyveden oluşuyordu. Meyvelerin sapı yoktu, kaktüslerin dikeni içlerine doğruydu. Başlar ayak, ayaklar baş olmuş, her şeyin içi dışına çevrilmiş, düzler ters, doğrular eğri, başlar son olmuştu. Her şey bildiğinden başkaydı, eşyanın sınırları kalmamış, biri diğerine geçmiş, kendilerini ve görevlerini şaşırmış gibiydiler. Oklar eğrilmiş, yaylar doğrulmuştu. Derken bir adamın sırtında bir atla dörtnala koşarak kendisine doğru geldiğini fark etti. Bu Tozkoparan’dı.

“Ne yaptın?” dedi emir erine. “Duâ ederken daha dikkatli olmalıydın. Allah’ın her işinde bir hayır olduğunu, herkesin bu dünyada bir vazifesi olduğunu bilmiyor musun?”

Elinde oku ve yayı vardı. Ok düzgün, yay ise olması gerektiği gibi eğriydi.

“Bak” dedi ve tek eliyle yayı kurup bir hamlede oku çok ileriye fırlattı. “Eğer bu yay olması gerektiği gibi eğri olmasa bu ok, hedefini bulamaz, aslanım. Sen bu yayın şekline bakıp da eğri olduğunu sanma, hiçbir şeyin şekline aldanma. Diken dersin küçümsersin, gülün yumuşaklığı onun sertliğindedir. Ağacın dalını, budağını küçümseme, meyvenin tatlılığı gövdenin sağlamlığındandır. Titreyen dalı da küçümseme, meyveyi onun titreyişi olgunlaştırır. Yayın eğriliğine de lâf etmeyesin.

Bir kere daha yayı kurdu ve çok uzağa fırlattığı okuna bakarak dedi ki: “Okun doğru gidişi yayın eğriliğindendir, aslanım. Yayın doğruluğu onun eğriliğindedir.”

Lâhzada gördüğü bu seyirden emir eri sıçrayak uyandı. Düş müydü, gerçek miydi? Tozkoparan ona çok güzel bir ders vermişti. Eğri büğrü adamım, diye nefsine acırken nefsine hakîkatte zulmetmişti. Aslında her şey ve herkes Hakk’ın kendisine çizdiği yolda dosdoğru değil miydi? Şekerin hizmeti tatlı olmak, acının hizmeti yakıp yandırmaktı.

Uyumamak için etrafındaki nesnelerle kurduğu oyuna döndü. Doğru ok ile eğri yay, omuz omuza verdikleri oyuğun içinden kendisine bakıyordu.

 

Her Dem Kerbelâ

Zor günlerden, zor zamanlardan geçiyoruz.  Bu bir gerçek. Topraklarımızda sert rüzgârlar, hemen aşağımızda fırtınalar kopuyor. Yüz yıl önce kirli ellerin çizdiği sun’î haritalar yeniden şekilleniyor. Dünya evriliyor; tıpkı insan gibi hatâ yapıyor, başa dönüyor, gene başlıyor nefis mücadelesine. Tarih sayfalarında okuduğumuz uzak gözüken gerçekler kendi zamanımızda yaşanıyor. Seneler sonra tarih olarak yazılacak olmanın heycanıyla belki de…

Peki biz oturup izleyecek miyiz? Amaç Kur’an ve sünnete göre yaşamak ise “Günah işleyeni eliniz ile men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise îmânın en aşağı derecesidir.” (Müslim), hadis-i şerifine lâyık bir kul muyuz? Tarih bilincine sahip miyiz? Kim olduğumuzu biliyor muyuz? Meselâ oryantalist bir bakış ile, binlerce nebinin çıktığı, büyük medeniyetlerin beşiği olan, hiçbir şey olmasa âlemlere rahmet olarak gönderilmiş kutlu elçinin vatanına, Ortadoğu’ya “bataklık” demeye tenezzül eden zihniyetlere karşı mukavetimiz nedir veya var mı? Neye yararız, ne yaparız? Sorular, sorular…

Kafanda sorular oluştu tabiî… Muharrem ayındayız. Muharrem de muhterem, sen onu Mars’ta mı yaşandı sandın? Büyüklerin menkıbelerinde mi geçiyor sandın? Veyahut âmiyâne tâbirle bir La Fontaine masalı mı ki sonunda bir ders çıkaralım? Sen ve ben kadar gerçek ve yaşanmış; tıpkı dün ama ondan sonra yaşananlar gibi, tıpkı bugün ve bundan sonra yaşanacaklar gibi. Câhiliye devri Arapları sadece bir döneme özgün bir tâbir olmasa gerek. Câhiliye devri Türkleri, Câhiliye devri Avrupalıları, Câhiliye devri insanlığı tâbirlerinde görebileceğimiz gibi, “câhiliye”, bence bütün zamanları kuşatıcı bir kavram. O “Hak geldi, bâtıl yok oldu” demesine rağmen, “Hayır, bâtıl yok olmadı” diyenler yok mu? Hüseyin (r.a.) ölmedi, şehitler ölmez. Hz. Muhammed’in (s.a.v) ışığı sönmemeye yeminlidir de, Yezid öldü mü sanırsın? Şam orduları sence format değiştirmiş olamaz mı? Senin Kerbelâ dediğin Filistin, Suriye veya Afrika olamaz mı?

Ölüler medeniyet kuramaz. Kursa da yaşatamaz, varlıkları sınırlıdır. Ona biçilen süre bellidir, izin verildiği müddetçe konuşabilir, yaşayabilir, nefes alabilir. Diri olan ise bunun tam tersidir. Eser verir. “Tarihe gömdüm” dersin ama bu, fiiliyatta doğrudur da mânâda hâlâ yaşar. Dünyanın öbür tarafından insanlar onun eserlerini görmeye, fikriyâtını yaşamaya gelir topraklarına. Kirli saraylarında bu diriye “hasta adam” da deseler, hattâ onun şımarık, bilinçsiz çocukları bile bu sözü sahiplenseler, o kıtlıkta İrlanda’ya gider, dünyanın öbür ucuna, Açe’ye Malezya’ya yardım götürür. Sen kolay sanırsın ama kalkar buradan düşmanın cirit attığı denizleri aşar, engizisyondan kaçanları alır, getirir. Kişi kendi pisliklerini de görürmüş ya, işte o hastalıklı zihniyet aslında kendisidir de bilmez. Hep ahkâm keser bilincini “kaybettirdiği” o dirinin çocuklarına.

Hüseyin onurlu bir dik duruşun adıysa, bizim gayemiz de bir büyüğümüzün de dile getirdiği güzel bir tâbirle “ince Müslüman” olmaksa, bizim de böyle dik durmamız gerekmez mi? Edep seviyesi yüksek olmayan, mânâda çok yol kat edememiş bir âciz olarak benim anlatabileceğim dik duruş da budur. Dâvâsı olmayanın yarınları olmaz vesselâm.

Yezid belli, neden biz Hüseyin olmayalım?

“Yeni yılımız” mübârek olsun.

Selâm ve muhabbet ile…

Hoşçakal

Alınmış kararların arkasında,
Vazifesinde gayretliyken,
Geçen zamanların her hâlinden râzı,
Kavuşana kadar da sükûn.

Uğruna yurttan göç etmenin eşiğinde,
Bir gidip bir gelmekte.
Üflediğin her nefes diriltmekte
Âciz benlik aramıza perde, neden?

Senin olan seninle olsa.
Göklerden yeryüzüne, baştan aşağı
Senden nasibini almamış
Bir zerre dahî kalmasa.

Esen rüzgârına yelkenler açılsa
Çıkılan seferlerin sığınağı,
Kesen kılıcın tutanı olsan
Dökülen kanlar hep sana aksa.

Uyan sevgilim, burada vakit dar.
Elim, senin elinde ise
Hizmete düşmeli artık ki
Her an, ebediyet için geçsin.

Bu âlemin ilâcı hareket,
Hareketin neticesi bereket.
Gelecek ve geçmişle vedâlaş ki
Ânın seferine çıkasın.

Devir,
Dostun ile dost olma,
Sevgin ile sevme,
Aşkın ile taşma devri.

Umudun kalbini ateşe atalım da
Senden gayrı yansın, kül olsun