Bismillahirrahmanirrahim
De ki: Rabbimin kelimelerini anlatmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve edilse Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.
(Kehf,109)
Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkati olan, varlığı ve yokluğuyla her nefes O mânâyı nakş eden İnsân-ı Kâmil ummânlarını idrâk etmek, küçücük aklı ve gönlüyle bir katreye düşmemişti. “O” kelimeyi anlatacak olan O’nun kelimelerinden başkası olamazdı.
Katreye düşen ise, katreliğini hatırlayıp, ummâna karışmaya çalışmak ve sonra ummânın muazzam aşkı ve güzelliği ile ona tenezzülünü niyâz etmekti…
Tû megû mârâ bedân şeh bâr nîst
Bâ kerîman kârha düşvâr nîst
“Benim o yüksekliklere çıkmaya gücüm yok deme,
Kerîm olanın eteğine yapış, seni çıkaracaktır.”
Saçının her teli Dost kesildiği halde, aczini kendine hatırlatan Kalem’le başladı yol;
“Dilerim ki kalem, aczini bilsin, öğrendiklerini yanlış aksettirmekten,yolunda, izinde sürçüp düşmekten, verilen emeklerin nankörü olmaktan korksun. Bu kalem, hiç değilse, onun yonttuğu gibi kalsın, “Belî” denen ezel ahdi sadâkati üzre durup edebi taşırmasın.
O kadar ki, Dost’a hoşnutsuzluk verecek bir çift söz dahi edecekse, râzıdır, şimdiden kırılıp bir köşeye atılsın.”
Kalem, bu edebin umutsuzluğa kapılmayı nasıl yasakladığını da şöyle anlatıyordu:
“Küçük kız! Mektebe başladığın gün hocan ilk iş sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ibâre oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün; mektep bitti. Şimdi yeni bir dershâneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma.
İşte yavrum bunlar aşk kitabının ilk harfleridir. Ammâ harflerin kelime, kelimelerin ibâre, ibârelerin sâhife olması için, daha birçoklarını bilmen gerektir. Sana burada onları teker teker öğretmeye kalkarsam dâvâ uzun düşer. Yalnız, ıztırap denen bir harf vardır ki bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zîra onu ihtivâ etmeden mânâ kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur.
Eğer ızdırâba yer vermemiş bir ibâreye rastlarsan korkma: “Bunun aşk kitabında yeri yok” diye haykır.
Neydi bu ızdırap? Acaba Ney’in dinle dediği yakıcı sırla, bahsettiği kanlı yolla bir ilgisi olabilir miydi?
“İşit neyden nasıl hikâye ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor.
Nâyistan’dan beni kestiler, benim nefîrimden kadın ve erkek inlerler
Ben öyle bir sîne isterim ki firâktan şerha şerha olmuş olsun, tâ ki derd-i iştiyâkın şevkini ona söyleyeyim.”
“Allah aşkıyla dökülen gözyaşı ve yürek yanığı şehidin kanı gibidir,” diyen Dost ise aynı mânâyı şöyle anlatıyordu:
Ağlamakla tayyedersin menzil-i maksûdunu ,
Göz yaşından abdest al da gözle gör mâbûdunu!
Benliğin dâvâsını terkeyle, gafletten çekil,
Âşık ol Ken’ân dilersen görmeğe mâşûkunu!
Aşk bir nevi acı çekmekten zevk alma sanatıydı belki de… İşte Mesnevî de bunu söylüyordu:
“Bahçeler nasıl güneş ve yağmurla, yâni ateş ve su ile şenleniyorsa, sen de gönül bahçeni, aşk güneşi ile ve istiğfar yaşlarının yağmurlariyle şenlendir. Böyle candan ağlamaktaki derin zevki tat!
Zîra gözlerden akan yaşın zevkini ekmek ve dünya âşıkları bilmez, Hak âşığı bilir. “
“Ne mutlu o göze ki onun için ağlayıcıdır, o ne mübârek gönüldür ki, onun ateşiyle yanıcıdır.
Her gözyaşının sonu tebessümdür, âkıbet görücü kimse ne mübârek bir kuldur.
Nerede ki bir akar su ola, orada yeşillik vardır, nerede ki bir gözyaşı aka, orada rahmet peydâ olur.
Bostan dolabı gibi gözü yaşlı ve inleyici ol, tâ ki canın bağrında yeşillikler bitsin.
Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara merhamet et, zayıflara rahmeyle ki rahmet bulasın.”
Ruhunun doğurduğu evlât ise şöyle anlattı:
Bir gün Konak’ta, salonda bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmaya başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî, hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimiz’e şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman ruhumla gelir sizi tavaf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzatın mübârek elinizi de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’ Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er- Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular.
Nasıl bir sırdı bu? Farklı duygularla dökülen gözyaşlarının, mikroskop altında incelendiğinde farklı şekil ve formlar aldıklarını okumuştu katre… “Belki de,” dedi.
Onları anlatmakla insan şifâ buluyordu muhakkak ama sözü kısa kesmek lazımdı vesselâm..
Ve yolun sonu da yine Kalem’in sözleri oldu:
Cennet neresi? dediler. Senin olduğun yerdir… dedim.
Cehennem neresi dediler. Senin olmadığın yerdir… diyecektim, ama diyemedim. Senin olmadığın yer yok ki… Âh, vallah da yok, billâh da yok Allah’ım…
Katre, tüm hataların kendine ait olduğunu itiraf etti, tüm güzellikler ise onu ummânına kavuşturan Nûr’a aitti..
İzinden, gözünden, sözünden özünden Allah ayırmasın. Ey Hakk’ı bildiren, ona götüren, perdeyi kaldırıp onu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!
Bu dünyâda, o dünyâda, Allah senden ayırmasın…