Cennetin Nehirleri
Tasavvufu ne yalnız bir teori, ne de dünyâyı ihmâl eden bir devamlı sarhoşluk hâli olarak gören Ken‘an Rifâî Hazretleri için tasavvuf insana üçüncü bir gözlük kazandırıyor. Diyorlar ki:
“Benim üç gözlüğüm var. Biri yakını gösterir, ötekini uzak icin kullanıyorum, üçüncüsü ile de hem yakını hem uzağı görüyorum. Yani bunda iki türlü görüşe de elverişli camlar mevcut. Eğer yakın gözlüğü ile uzağa bakacak olsam başıma dönme veriyor, kezâ uzak gözlüğü ile de yakın bir şeye baksam aynı hâl vâki oluyor, fakat üçüncü böyle değil. Bundan şu neticeyi çıkarmak mümkün: Demek oluyor ki, yalnız dünyâyı, şeklî maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânâyı, rûhu görmek mümkün olmuyor. Yalnız âhireti görmek isteyenler için ise dünyâyı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalı ki dünyâyı, yani zâhiri, şekli görmesi mânâyı görmesine ve mânâyı görmesi de şekli görmesine mâni olmasın.”
İnsana dünyânın mâhiyetini ve mânâsını bildiren bu mânevî gözlük aynı zamanda beşerî dünyânın çukurlarına, girdaplarına düşmekten koruyor ve kurtarıyor; bu gözlüğü takmış olanlar, nereye basacaklarını ve ne gibi tehlikeler karşısında olduklarını görüp biliyorlar.
O’nun dünyâyı ve âhireti birleyen bakış açısına ve madde planından mânâ planına hemen geçişine, hayatındaki sayısız örneklerden birisi şöyle: Bir gün etajerin üstünde doktorların ampul kesmek için kullandıkları bıçağı görerek bu nedir diye soruyor. Ampul bıçağı denince “Ne için ortada bıraktın?Biri gelir farkına varmaz, elini kesiverir” diyor ve ilâve ediyor: “Demek ki böyle kesici ve kırıcı âletleri bir kazâya sebebiyet vermemek için ortada tutmayıp kaldırmak lâzım olduğu gibi insanın kalbini ve rûhunu cerîhadar edecek kötü ahlâkları da vücut ortalığından kaldırmak lâzımdır. Onların yeri de senin vücudun ortalığın değildir.”
Sâmiha Ayverdi’nin ifadesiyle “her zerrede Allah’ın bir ismi ile alışveriş eden ve bu alışverişi günlük hayatına mâl eden bir mutasavvıf”olan Ken’an Rifâî Hazretleri yine her mevcutta Hakk’ı görmek ve hâdiseleri Hak’tan bilmek lazım geldiğini bir başka vesile ile şöyle anlatıyorlar: Birisi o devirde yeni çıkan, hocaların şapka giymek mecburiyetinden şikâyetle bahsedince ona “Sus” diyorlar, “bu gibi sözler bize yakışmaz, bunlar cahil laflarıdır. Allah kalbe ve niyete bakar, şapkaya veya kavuğa değil. Bilmiyor musun, Resûlullah mübârek göğüslerine elleriyle vurarak üç kere “takvâ buradadır, takvâ buradadır, takvâ buradadır” diye göstermişlerdir.
İşte “Mesnevî Hâtıraları”, onun hikâyelerin sembollerini ve karakterlerini tek tek açarak ve hemen hayatımıza uyarlayarak bize yaşatan üslûbu, “bundan da alınacak hisse budur ki” diyerek hikâyeden kendimize çıkaracağımız paya dikkat çekişi, nefsimizde nasıl yaşayacağımızı öğretişi ve günümüzün ilmini de katarak yorumlayışı ile onun Mesnevî sohbetlerini âdetâ doğrudan dinliyormuş havasını veren bir kaynak eser. Kitap, mevcûdu tükenmiş olan 1952 ve 1968 baskılarından sonra 2013 Mayıs ayında üçüncü defa yayınlanarak irfan dünyâmıza kazandırıldı. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Fatih Hirka-i Şerîf’teki Ümmü Ken’an Dergâhı’nda 1908-1925 yılları arasında haftanın belli günlerinde yaptığı Mesnevî derslerinin bir kısmından oluşan bu eser, sohbetler esnasında tutulan notların oğlu Kâzım Büyükaksoy Beyefendi tarafından biraraya getirilmesi ve düzenlenmesi sûretiyle ortaya çıkmıştı.
Bir gün ilk defa dergâha gelerek bu sohbetlere katılan ve orada anlatılan cennetler bahsini dinleyen Vâhit isimli bir Bektâşî dervişi kendinden geçerek, “Cennetleri dünyâya indirdin” diye haykırıyor ve etrâfındakilerle konuşamayacak kadar büyük bir heyecan ve galeyan haliyle sokağa çıkarak taşın üzerinde şu şiiri bir solukta yazıyor:
Ben bugün geldim senin dergâh-ı pür-âgâhına
Benziyorsun tıpkı şâhım, sevdiğin ol şâhına
Benziyorsun mağz-ı Kur’ân’ın bütün tefsirine
Benziyorsun Pîrine, üstâdına, Allâh’ına
Va’zını gûş eyledim gönlüm neşât içre revân
Cenneti dünyâya naklettin ne mutlu nâmına
Ravzanın enhârı veş carî olurdu sözlerin
Nûr-ı vechin nur salardı şol semânın mâhına
Vâkıf-ı ilm-i kemalsin, mürşid-i hakk-ı zaman
Gıptalar uşşâka kim yüz sürmede dergâhına
Münci-i ehl-i tarîksin, melce-i bî-vâyegân
Kurtulur şekk ü teşevvüşten gelenler râhına
Kimseyi medheylemezken kilk-i Vâhit pek aceb
Oldu hayran bağteten etvârına evsâfına.
Ken’an Rifâî Hazretleri tasavvufu kısaca “birlemek, bir bilip bir görüp bir sevmek” olarak ifâde ederek diyorlar ki: “Amelin kemali mahlûku sevmek, imânın kemali Allah’ı sevmektir.” Mesnevî Hâtıraları’nda onun aşk, birlik, cemâl kelimelerini sıklıkla beraber, âdetâ aynı mânâda kullandığına şahit oluyoruz: Vahdaniyet (birlik) aşkı, vahdet (birlik) şarabı ile mest olmak, cezbe-i ahadiyet (birlik cezbesi), cemâl-i ahadiyet (birliğin cemâli), ahadiyyet-i aşk (aşkın birliği) vs. Bir gün “Allah akl-ı küldür. Allah’ı ancak kendimizde mevcut olan Allah ile bilebiliriz” sözlerini izah ederken odada bulunan 2 yaşındaki torunu elindeki aynaya bakıp kendi hayâlini görünce eğilerek selâm veriyor. Kenan Rifâî Hazretleri bu vakayı da gözden kaçırmayıp diyorlar ki: “İnsan mir’at-ı ilâhîde kendi kendisini görünce anlar ki kendinin matlûbu ve mescûdu yine kendi imiş ve kendi lisanından tahiyyatı yine kendi zâtına söylermiş. Demek oluyor ki o mir’at-ı hakikiye nazar eden sâcid ve mescud, âşık ve mâşuk yine kendi olduğunu anlıyor. Ahsen’in aynaya bakması ve temennâyı kendine etmesi gibi görür ki secdesi kendisinedir, eden de kendisidir.”
İbn Arabî, vahdet-i vücûdu anlatırken vahdet-i şuhûdu eksik biraktığı yönünde kendisinden sonraki âlimler tarafindan eleştirilmişti. Halbuki vücud kelimesiyle aynı kökten gelen vicdan kelimesi insanın o vücûda dönüşünü ve idrâkini anlatırken, yine ayni kökten gelen vecd kelimesi hepsini birleştiren ve kuşatan aşkı anlatıyordu; o, Futûhat’ta “vücud Hak’tır” derken vücud kelimesinin içinde taşıdığı bütün bu mânâların hepsinin süphesiz şuurunda idi.
İşte “aşk gibi öğretmen yoktur” diyen, Sâmiha Ayverdi’nin tâlim ve terbiyesinde en kuvvetli metod olarak aşk motifini kullandığını ve her kalpte onu uyandırmak için yanıp yakıldığını ifâde ettiği Ken’an Rifâî Hazretleri’nin, Mesnevî Hâtıraları’nda, ziyârete gelen Bektâşî dervişinin şiirinde “cennetin nehirleri gibi akıyordu” diye nitelediği sözlerinden bazıları şöyle:
İşte bir gönülde âh-ı ateşbâr (ateş saçan âh) berki yâni şimşeği ve sûz-i sîne (gönül yanığı) ve gönül niyâzı bulutu yağmuru olmaya, Cenâb-ı Hakk’ın nâr-ı tehdit (tehdit ateşi) ve ateş-i gazâbı (gazap ateşi) nasıl sâkin olur? Ve gönül ravzasında (bahçesinde) sirişk-i dîde yâni göz yaşlarından husûle gelen hikmet ve maârif çeşmeleri bulunmasa, zevk-i visâl (kavuşma zevki) yeşillikleri nasıl hâsıl olur? Evet, sûz-i sîne yâni derûn ateşi ve âh-ı sûzan (yakıcı âh) ve dîde-i giryân (ağlayan göz) olmasa, gönül gülistânı (gül bahçesi), esrâr-ı ilâhî (Allah’ın sırlarını) söyleyebilir mi? Ve gönül bağında efkâr (fikirler) menekşeleri; envâr-ı ilâhî (Allah’ın nurları) yaseminleri ile ahd u peymân eyleyebilir mi (ant edebilir mi)? Ve zevk-i şevk ellerini kaldırıp duâ edebilir mi? Ve havâ-yı yâre serefrâz yâni baş kaldırıp niyaz edebilir mi? Ve kalp sanûberi yâni kalbin yüzü, nûr-i ilâhî (Allah’ın nûru) ve âfitâb-ı şevk-i rabbânî ile (rabbânî şevk güneşiyle) parlak ve münevver (aydınlık) olabilir mi? Ve kızıl lâle ve zerrin, gül gibi açılıp, ten kesesinden, derûnunda (kalbinde) gizli olan mânâ altınları saçabilir mi? Ve bülbül gibi tâbesabâh (sabaha kadar) âh ve efgân (feryat) etmezse, ruh bülbülü gönül maksûdunu (arzusu olan gönülü) bulup, matlûbunu (isteyip aradığını) koklayabilir mi? Ve gönül âsumânı (göğü); ilim ve irfan yıldızlarıyla münevver (aydınlık) ve müzeyyen (süslü) olabilir mi? İşte bu hâlin cümlesi o Kerîm ve Rahîm olan Allah-u Zülcelâl’in lutuf ve ihsânındandır.