Toplumları, isimsiz kahramanlar ayakta tutar ve geleceğe taşır. Bu insanlar toplumun geniş kesimlerince tanınmadıkları, ünlü olmadıkları için bu dünyadan gelir geçer, görevlerini yapar ve öte âleme giderler, ama belki dar bir çevre hariç bilinmezler. 2 Şubat 2017’de vefat eden Dr. Ali Turgut Alsırt (d.1932) da böyle bir insandı.
Turgut Alsırt, babamın “ağabey” bilip, çok sevip saydığı insanlardan biri olarak, benim de “amca” kabul ettiğim, üniversite yıllarımda bana rehberlik yapmış bir büyüğümdü. “Her nefs ölümü tadacaktır”, evet, ama aynı zamanda biz fâniler için her ölüm erkendir. Hele ki yeri kolayca doldurulamayacak Turgut Amca gibi bir şahsiyetin göçüşü, kendi hayat yolculuğumda yeni bir aşamaya geçtiğimi, artık gençliğimin geride kaldığını da hissettirdi ve düşündürdü. O sebeple Turgut Amca hakkında bildiğim ve aklımda kalan bazı hâtıraları yazıya döküp ilgi duyacaklar ile paylaşmak istedim.
Turgut Amca, İstanbul Çengelköy’de, İstanbullu köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Çanakkale muharebesinde Kanlısırt ve Kızılsırt gâzîsi olan babası, zamanında Almanya’da müteaddit ameliyatlar için bulunmuş, çocuklarına sıkı Alman disiplini kazandırmak isteyen bir kişiymiş. Öyle ki çocukluğunda, akşam erken yatılır, sabah uyanıp göz açılınca, yatakta bir dakika bile keyif yapılmaz, hemen kalkılır ve sabah işlerine, faaliyetlerine başlanırmış. Turgut Amca’nın çocukluğu 2. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı yıllarına rastlamış, ama aile gıda konusunda büyük sıkıntılar çekmemiş. Babası Almanya’da geçirdiği yıllarda öğrendiği şekilde, ekmek bulunamayan günlerde patates haşlatarak ailenin beslenmesini sağlarmış. Dirayetli bir anne-babanın yanında, görmüş geçirmiş, İstanbullu bir aile çevresi içinde, ama Çengelköy’ün Anadolu insanını da içinde barındıran ortamında Müslüman-Türk kültürünün her seviyesini hem okuyarak hem de içinde yaşayarak öğrenmiş.
İyi bir lise öğreniminin ardından İstanbul Tıp Fakültesi’ne girmiş. O dönemde yazlık komşusu ve annesinin arkadaşı Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin tavassutu ile Sâmihâ Ayverdi ve yakın çevresi ile tanışmış. Bir yanda zorlu tıp öğrenimini aksatmadan başarı ile sürdürürken, diğer yanda Meşkûre Sargut’un ve Vasfi Tolun Beyefendi’nin evinde Mehmet Örtenoğlu Dede’nin dinî ve mânevî eğitimine girmiş. O yıllarda Suriçi ve Çengelköy arasındaki çok kısıtlı deniz ulaşımını kullanarak hem meslek sahibi olmayı bilmiş, hem de ehillerinden insan olmanın gereklerini öğrenmiş. Tıp Fakültesi’nden mezun olunca Bağlarbaşı Zeynep Kâmil Hastanesi’nde kadın-doğum ihtisasına başlamış, daha sonra da o yıllarda tanıştığı, yine aynı yerde ihtisas yapan Dr. Türkân Hanım ile evlenmiş. Bu evlilikten bir kız, bir de oğlan çocukları olmuş.
Turgut Amca’nın adını ilk defa yedi yaşımda iken, 1973 sonunda kardeşimin doğumunda duydum. Eşi Türkân Teyze, kan uyuşmazlığı sebebiyle zorlu bir doğumla dünyaya gelen kardeşimin ebe annesi olmuştu. 1975’ten sonra ailece Ankara’ya taşınınca, Turgut Amca’yı aile ortamlarında görerek tanımış oldum.
Alsırt çifti Zeynep Kâmil’de tamamlanan başarılı bir uzmanlık eğitiminin ardından 1965 yılı başında Ankara’da kurulan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne intisap ederler. Turgut Amca uzun seneler Hacettepe’nin Etimesgut’ta kurduğu araştırma-uygulama hastanesinde görev yapar. Kürtajın yasak olduğu yıllarda karı-koca özel muayenehane ya da klinik açıp servet yapmak yerine, kuruluş yıllarının yokluk ve zorlukları içinde bir kamu hastanesinde halka hizmet verirler. Bunlar geceli gündüzlü çalıştıkları maddeten çok yorucu zamanlardır. Meslekî açıdan büyük bilgi ve tecrübe kazandıkları yıllarda, tıp çevrelerine hâkim olan masonik ve solcu zihniyetli yöneticiler, karı-koca her ikisinin de uzmanlıktan öteye yükselmelerine müsaade etmezler. Kariyer şartlarının değiştiği 80’li yıllarda ikisi de Ankara’daki iki kamu kurumunun işyeri hekimliği görevlerine geçerek emekliliğe kadar hizmet verirler.
Bu yıllarda ve emeklilik döneminde Turgut Amca tanıdığım en çok okuyan insanlardan biriydi. Uzmanlık alanı olan tıbbı ihmal etmese de tarih, edebiyat, sanat, din ve tasavvuf alalarında klasik ve çağdaş denilebilecek eserleri okurdu. Bu yönüyle Turgut Amca yaşıtları arasında yerini en önde alan bir kültür adamı idi. Formel bir eğitim almamış olmasına rağmen Arapça ve Farsça okuduğunu anlardı. Bu yönüyle Mesnevî-i Şerif’in muhtevasına son derece vâkıftı. Fakat ileriki yaşlarında hep şunu söylerdi: “Farklı yazarların, ediplerin, âlimlerin, bilgelerin çok eserlerini okudum; hiçbirinde tasavvufun çetrefilli meselelerini Kenan Rifâî Hz. ve Sâmihâ Anne kadar yalın, açık ve kolay anlaşılır ifade edenine rastlamadım. Çok sayıda eserden sonra, Sâmihâ Anne’yi okuyunca, bu kadar eseri okuyarak zaman kaybettiğimi hissediyorum.”
Hekimlik halk için, halk içinde, biraz da halka rağmen bir meslektir. Turgut Amca mesleğini çok severek yapar, çünkü hastalarını sever. Hasta ve hastalıklara karşı îmanlı bir doktor gözüyle baktığı için nice mucizelere şahit olur. Bunlar arasında “senin çocuğun olamaz” denilip ümidi kırılan, kısır teşhisi konmuş veya yaşı ilerlemiş nice kadınların sağlıklı doğumlar yapışı yanında, “mutlaka sezaryen yaptırmalısın” denilip, Turgut Amca’nın normal doğum yaptırdığı kişiler vardır. Her doğumun ardından bebeği kucağına alır, şefkatle sever ve geciktirmeden kulağına alçak sesle ilk ezanını okur, kız veya oğlan oluşuna göre Ali veya Fatma ismi verir.
Turgut Amca bir prensip ve ideal insanı idi. Gençlik yıllarında Mehmet Dede ve Sâmihâ Anne’nin elinde bereketli ve verimli bir mânevî eğitim geçirmiş, ardından kendisi okuyarak ve tefekkür ederek nesli içinde tasavvuf kültürünü en iyi bilen kişiler arasına girmişti. Bilgilerini hayat tecrübeleri ile birleştirerek vefatına yakın günlere kadar sonraki nesillerden meraklılara aktarmayı hiç bırakmadı. 2016 Baharında Ankara’da bir konferans kapsamında verdiği tebliğde, özellikle Sâmihâ Anne hakkında konuşmaya doyamadığını, ne kadar konuşulursa az olduğunu dile getirmiştir. Kendi iç aleminde, mânevî hayatında ise sırlı bir insan idi. Üniversite yıllarımızdaki sohbetlerde, ard arda pervasız sorularla üstüne vardığımızda bazen ağzından kaçırdığı olurdu.
Sözü ile özü bir insandı. Küçük menfaatler için doğru bildiği hiçbir şeyden taviz vermedi. Ankara’nın dine ve mâneviyata genel olarak ilgisiz, kıraç ortamında uzun seneler geçirdikten sonra 70’li yılların sonunda Diyanet sağlık ekibinde görevli olarak karı-koca Hacca gittiler. Dönüşte bıraktığı ve bir süre kesmediği sünnet geleneğine uygun sakalı ona çok yakışmış, ama dine soğuk ve karşı kesimlerin de o derece tepkisini çekmişti. Haccın ardından önceden mânevî yönünü fark etmemiş olanların bir kısmı kendisine cephe almış, ama o kavî îmanı ile hiç aldırış etmemişti.
Meslekî, ilmî, mânevî özellikleri yanında Turgut Amca çok yönlü bir insandı. Resim, hat ve el sanatları eserlerini çok iyi tanıyan bir koleksiyoner idi. Evi meşhur sanatkârların yağlı boya, sulu boya, hat, tezhip, minyatür, iğne oyası vb. sanat eserleriyle dolu adeta bir müze idi. Salonları öncesinde ve sonrasında başka yerde hiç görmediğim çok orijinal mobilyalar ile döşeli idi. Öyle ki, duvarda tablolar için yer kalmayınca, salondaki pencerelerden birini tuğla ile ördürterek kapattırmıştı. Sadece plastik sanat eserlerini değil, Türk mûsıkîsini de teorisi ve tarihi ile çok iyi bilen, icradaki ustalığı en ince yönleriyle anlayıp değerlendirebilen bir insandı.
Bunların yanında, hem çok iyi bir aşçı, hem de mâhir bir terzi idi. Ramazanda kalabalık misafir gruplarına beşamel salçalı etli kabak gibi tutturması zor yemekleri kendi elleriyle nefis pişirirdi. Çocuklarının okul müsameresi gibi faaliyetlerde ihtiyaç duydukları özel kostümleri zaman zaman elleriyle dikmiş, bunu öğrenen okul yönetimi hayrete düşmüştü. Hacdan döndükleri zaman tebrik edenler arasında bize de kendi eliyle diktiği ve ailemizde hâlâ sakladığımız çok orijinal bir kese içindeki nefis kokulu sedef tesbihi unutmak mümkün mü? Titiz, tiril tiril, çok güzel giyinen, giydiğini üstüne yakıştıran, sokağa her zaman traşlı ve şık kıyafetler içinde çıkan, ama bunu da israfa kaçmadan yapmayı başaran bir insandı.
İşyeri hekimi olarak çalıştığı senelerde, çoğu kendinden genç çalışanlar arasında sevilen ve sayılan bir şahsiyet olmuştu. İnsanların sadece sağlık problemlerine şifa yolları tavsiye eden bir doktor olmakla kalmayıp bir rehber ve bir terapist gibi destek olduğunu başkalarından duymuştum. 1986-1991 yılları arasında beş sene kadar kendisiyle birlikte “Kenan Rifaî ve 20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” kitabının ilk bölümünü bir küçük grup üniversiteli genç olarak iki defa okuduk. Bizim anlamakta zorlandığımız kısımları tatlı üslûbuyla günlük hayattan ve bazı hatıralarından örnekler vererek çok güzel açıklardı. O konuşurken sık sık sorularla kesmek yerine dikkatimizi vererek tam anlamaya çalışırdık. Okuma faslı bitip de serbest konuşmaya geçince, o noktada daha rahat bir sohbet ortamında eskilerden, hâtıralardan sorardık ve anlatırdı. İkram olarak mini fırında ısıtılmış kaşarlı simit en çok sevdiğimiz ve onun da sevdiği yiyecekti, ama her zaman, varsa yüzü biraz yanık olan küçük bir parçayı tercih eder, tatlıdan almazdı. Bu noktada tevazuu yanında, erkence yaşta diyabet ile tanıştığı için perhizine ne kadar dikkat ettiği de görülürdü.
Gerçekten bir ölçü ve irade insanı idi, ama edep yönü de çok üstündü. Biz gençler arasında konuşkan ise de İstanbul’daki büyüklerin sohbetinde hiç konuşmaz, sessizce ve dikkatle dinlerdi. Öyle ki, bayram, kandil gibi özel günlerde büyüklerine telefon açıvermek yerine tebrik kartı yazar ve posta ile yollardı.
Bu âlemden bir Turgut Alsırt geldi geçti. Geride başımızın tacı Türkân Teyzemiz ile topluma faydalı iki evlât yanında onu tanıyanlarda çok güzel izler ve hâtıralar bıraktı. Zekâsı ve çalışkanlığı ile hâzık bir hekim oluşu yanında tam ve mükemmel bir ilim, irfan ve kültür insanı olarak hocası Sâmiha Ayverdi’nin alnını ağartan, dehasını şöhret ve servet elde etmek yerine Hak için halka hizmet yolunda kullanan bir isimsiz kahraman idi. Allah rahmet eylesin…
Haydar Livatyalı