Editörden (Aralık 2016 – Ocak 2017)

Merhaba Dostlar,

Biraz gecikmeli de olsa Aralık – Ocak sayımıza eriştik çok şükür. Teslimiyet – Kurbiyet (Bağlılık) konuları birbiriyle bağlantılı olunca bu sayımızda birleştirelim, öyle huzurunuza gelelim istedik. Sonunda vuslat nasip oldu. Konularımıza baktığımızda, bunların birbirinden ayrılmadığını âşikâr olarak görüyoruz. Hayatımız boyunca yaşadığımız, gördüğümüz ve öğrendiğimiz pek çok mesele bu iki terim üzerine oturuyor.

Örneğin, eğitim hayatımızda bir konuya yakınlık hissetmeden, o konuya bağlanmadan, onun eğitimini almaya talip ve teslim olmadan, meslek sahibi olamıyoruz. Benzer olarak hayatımıza giren dost ve sevdiklerimize de bağlılık duymadan sırlarımızı ve özelimizi teslim edemiyoruz. Hatta bana göre beşer mertebesinden, insan mertebesini geçmemiz için de önce bir öğretmene bağlanmamız ve sonra eğitimine teslim olmamız gerekiyor. Belki bu nedenle yüce dinimiz, İslâm -Teslim kökünden gelen bir kelime, Allah’a ve mübârek peygamberimize bağlılık hissetmeden, Allah’a teslim olmamız, İSLÂM olmamız mümkün görünmüyor.

Bu hale ulaşan müstesnâ insanların eserlerinden okuyor ve öğreniyoruz ki, bu kelimelerin anlamlarını idrak edip yaşamaya başladıklarında, hayatları tamamen farklılaşıyor ve her nefes keyifli, etkileyici, öğretici bir hal alıyor. Kendi hayatımıza bu kelimeleri ve mânâlarını yerleştirmeye çalıştığımızda hayatımızı idâme ettireceğimiz sevdiğimiz işimize, kadim dostlarımıza veya ruh eşlerimize kavuşuyoruz. İdrakimiz genişliyor ve hayatı başka anlamaya, yaşamaya başlıyoruz. Velhasıl önemli ve ayrılmaz bir ikili, Kurbiyet ve Teslimiyet.

Her Nefes  ekibi olarak dilimiz döndüğünce bu konulara dair gönlümüzden kalemimize dökülenleri sizlerle paylaşmak istedik. Her zaman olduğu gibi hataları, eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olmak üzere diyerek, gönülden bağlı olduğumuz siz dostlarımıza, Her Nefes Aralık – Ocak sayımızı teslim ediyoruz.  

Hürmetlerimizle…

Sohbetler (Aralık 2016 – Ocak 2017)

Münîre Hanımefendi:
–  “Efendim, dikkat ediyorum her akşam Aziz Efendi’nin ellerinden, damlayacak kadar ter sızıyor.”
– “O ki, efendiliği tasdik edilmiş, eline diploması verilmiş ve ‘Hürsün!’ denilmiş bir kimse iken kemâliyle edebini muhafaza eder; o kadar ki, yüzünün terini sileceği vakit başını hırkasının içine saklar. Benimle Medine’ye giderken, herkes trende sıcaktan ıslak yerlere yatardı. O ise, bir şeye ihtiyaç olup kendisini çağıracağımı düşünerek edeple beklerdi. Şam’dan geçerken, haydi dedim, git meyhaneden iki şişe konyak al, yol hâli bu, belki lâzım olur.
Bir kere, başında sarık ve cübbesiyle Azîz Efendi’yi düşünün ve sonra onun yabancı bir yerde meyhane arayıp elinde konyak şişeleriyle gelişini tasavvur edin! Hem de gizli kapaklı değil, elinde sallaya sallaya… Kendisine, bize lâzım olan konyak değil senin teslimiyetin idi, diyerek şişeleri elinden aldım ve trenin penceresinden dışarı fırlattım.
Edep ve teslimiyetten kimse fenalık görmemiştir. Zâtın biri, “Edep, ilahi bir taçtır, onu başına koyduktan sonra istediğin yere git, sana açıktır” buyurur. Hazret-i Pîr de “Allah’tan edebi bize yoldaş etmesini isteyelim. Çünkü edebi olmayan iki âlemde de mahrumdur” diyor. Hâsılı, iki âlemde de selâmet yolu edeptir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 6)

**********

–  “İş, o kâmil hocayı bulmakta ve onun da talebesini sevmesinde…”
–  “Hayır, kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin. Eğer ona küllî bir teslim ile teslim olmazsan ve bu istidat ve kabiliyet sende bulunmazsa nafiledir. Meselâ hoca talebesine, mektebe tam sekizde gel ve filân kitapları da ali deyip de talebe kendi aklınca ‘Beni sekizde çağırdı ama sekiz erkendir, dokuzda gideyim’ diyerek, üstelik de kendi bildiği kitapları alarak mektebe gidip hocanın anlattıklarına ve öğrettiklerine dikkat etmezse buna üstat ne yapsın?”
Server Bey:
– “O isterse taşı da altın eder.”
– “Evet ama o taşta da altın damarı olmalı… Bir de ihsan olarak, yâni geçici bir zaman için bir imkân verilmiş olsa da, aslına rücû edip gider. İşte, her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak olacağına dâir eline hüccet verilmediği gibi, her sülûk eden kimse de dervişlik şahâdetnamesi alamaz. Fakat gerçekten derviş olan kimsede de demin zikrettiğimiz meziyetlerin bulunması pek tabiîdir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s.20)

*****

Hocamız, İzmir’e gidip dönen birisine, bu yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu. Yolcu da, hem giderken hem gelirken çok sakin bir havada ve dalgasız, fırtınasız bir denizde seyahat etmiş olduğunu anlattıktan sonra:
– “Dümdüz bir deniz insana teslimiyeti hatırlatıyor!” dedi.
– “Hakk’a teslim olmak, âsûdelik, rahatlık ve saadet zamanlarında belli olmaz. Asıl teslimiyet, fırtına ve felâketlerde olur!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 32)

Cemâlnur Sargut ile Söyleşi: “İnsan-ı Kamil Hep Kurbiyettedir.”

Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri, “Kurb, ezelde Hak ile kul arasında geçen ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ sualine ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ cevabında anlatılan ahde vefa göstermekten ibarettir. Bu Kābe-Kavseyn makamına mahsustur.” buyurmuşlar… Bunu açabilir misiniz?

Cemâlnur Sargut: Kurbiyet, yakîn olmak demek. Yakın değil, yakîn olmak demek. Dolayısıyla bu, Allah’ın, bütün isimlerin sahibi olan yaratıcının, bizde tecellî eden ismini mes’ul tutmasıyla alâkalıdır. Eğer kul da idrak sahibi olup o mes’uliyeti idrak eder ve aslında kendi sahibinin Allah olduğunu ve kendinin bir hiç olduğunu anlarsa, O’nun varlığına doğru yönelir. Bu yönelişe kurbiyet denir. Öyle bir yakınlık oluşur ki burada, artık sanki kendinden kendine, yani kulun varlığı olmadığı için Allah kendinden, küll’den cüz’e doğru tecellî eder ve cüz’ün idrakini arttırır. Cüz’ün idraki artınca kendi hakikatini Allah’ın varlığında görür ve aslında âşık olduğunun kendi hakikati olduğunu idrak eder. İşte bu seviyeye gelmeye “Kābe-Kavseyni ev ednâ” denir. Yani cüz’ün küll’e doğru ilerleyip küll’de kendi hakikatini bulmasıdır.

Müge Doğan: Tamamlanma mı demek bu?

Cemâlnur Sargut: Evet.

Müge Doğan: Yakînlik o zaman çok üst bir makam hocam.

Cemâlnur Sargut: Evet, idrak makamı. İdrakin en üst seviyeye geldiği makam. Ama idrak için bile bir küll ve bir cüz olması lazım.

Müge Doğan: Peki bunu bazı anlarda böyle hissedebilir insan ama bu, insanın kurbiyet makamına gelmiş olduğu mânâsına gelmiyor, değil mi?

Cemâlnur Sargut: Kurbiyet bir makamdır. Kâmil insanda tam yerleşir, istikrar sahibi olur, hep o kurbiyette kalır. Ama herhangi bir evliya devre devre o kurbiyetten düşer. Tasarrufun Allah tarafından kendine verildiğini gören evliya ona o kadar şaşırır ki o zaman kurbiyetten düşer ve kulluğu hâkim olur. Ondan sonra tekrar Allah onu yükseltir, tekrar düşer, buna da edep deniyor zaten. Aslında kendinde bir varlık olmadığının idraki yerleşip her nereye baksa Allah’ı görmeye başladığı anda kurbiyet makamına ermiş demektir.

Müge Doğan: Seriyy’üs-Sakatî Hazretleri’ne kurb’un mânâsı sorulduğunda “Kurb itaattir.” demiş. Bir başkası bunu şöyle açmış: “Kulun Rabbine karşı hem nazlı hem de zelîl olmasıdır.”

Cemâlnur Sargut:  Çok güzel… Aslına bakarsan itaattir; çünkü aslında gerçekten itaat eden ve edilen, Allah’ın hakikatidir. Çünkü Allah kendinden kendine itaat eder. Onun için sende bir varlık kalmayacak ki, hiçbir varlık olmayacak ki Allah’ın hakikatinden başka, isminden başka bir varlığın kalmayacak ki o itaat yani teslimiyet tam olsun. Yani ne aklın ne nefsin olmayacak.

Müge Doğan: Nazlı ve zelîl olmak ne demek?

Cemâlnur Sargut: Zelîl olmak, “fakrım iftiharımdır” demek. Bu fakirlik şeklî fakirlik değildir. Varlığının hiçbir şekilde olmadığını, bir gölgeden ibaret olduğunu ve sevenin sevilenin, varlığın yalnız Allah’a ait olduğunu idrak etmek insanı zelîl kılar, yok kılar. Bu seviyeye gelen insan da herkes tarafından çok sevilir çünkü Allah’ın nazlısıdır o. Herkes “Allah ne isterse olsun.” derken Allah “Benim sevdiğim ne istiyor acaba?” diye bakar; onun için nazlıdır o.

Müge Doğan: Ebu Hüseyin Nûrî, yanına gelen bir adama nerelisin diye sorunca, adam Bağdatlıyım, demiş. Orada kiminle sohbette bulundun, dediğinde, Ebu Hamza’yla diye cevap vermiş adam. Ebu Hüseyin demiş ki, Ebu Hamza’ya gidip “kurbu’l kurbun yani yakınlığın yakınlığının bizim budu’l bud’a yani uzaklığın uzaklığına işaret ettiğimiz mânâ olduğunu söyle” demiş. Ne anlama geliyor bu?

Cemâlnur Sargut:  Çok güzel… Yani Allah’a ne kadar yakınlaşırsan yaklaş, kendi cüz’ünün eksikliğini ve uzaklığını hissettiğin için hiçbir şekilde O’nun büyüklüğünü idrak etme ihtimalin yok. Onun için yaklaştıkça korkum artıyor diyor ya Peygamber Efendimiz. Çünkü eğer o yakınlık değil de tam birleşme olsa, korku kalmaz. Ama yaklaştıkça korkum artıyor demek, yaklaştıkça aramdaki mesafeden dolayı korkum artıyor. Anlatabiliyor muyum? O bakımdan, yaklaşmak da ikilik ister. İkilik de korkuyu arttırır. Onun için yakınlığın en üst seviyesi, uzaklığın farkına varmaktır.

Müge Doğan: O zaman hep ikilik mi kalacak?

Cemâlnur Sargut: Vücut olduğu sürece… Vücut en büyük küfürdür ve vücut olduğu sürece ikilik kalır. Onun için özlem var. Onun için Hazret-i Peygamber “Keşke bu Mustafa da olmasaydı.” diyor.

Müge Doğan: “Sana yâkin gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” âyetinde geçen yakîn nedir?

Cemâlnur Sargut: İşte yakın, sadece anlamak ve idrak etmektir. Yakîn olmak, o hâli yaşamaktır.

Müge Doğan: İbn-i Arabî Hazretleri de buradaki yakîn ölümdür diyor.

Cemâlnur Sargut: İşte evet, varlığından yok olmak… Varlığından yok olduğun anda yakînsin. Yakînde de gene bir ikilik var, tam kavuşma değil ama gözünün önünden her yerde Allah’ı görmek (zevki) gitmiyor o zaman. Yakın olanlarda ilmen bunu biliyorsun ama devre devre başka şeyleri görebiliyorsun. Ama yakîn olanda hiç gitmiyor. Mesela, uzaktaki yakîn, yani Üftâde Hazretleri…

Müge Doğan: Peki bu yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açar mısınız hocam?

Cemâlnur Sargut: Yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açmak, ahadiyeti idrak etmek demektir. Yani vahdaniyette kalıp ahadiyeti görmek demektir. Bilmek, ahadiyeti bilmek ve ahadiyeti idrak etmek demektir. Çünkü ahadiyeti idrak eden bir kul için farklılık kalkar. Yani çöpe de bakar, Allah’ın güzelliğini seyreder, vahşi hayvana da bakar Allah’ın güzelliğini seyreder, kendisine zarar vereni sever, kendisini methedeni de eşit derecede sever. Farklar kalkar. Çünkü Peygamber’in vücudu vahdaniyet, hakikati ahadiyettir. Vahdaniyetin ahadiyete yani dışın içe yanaşmasıdır. Ne güzel bir şey değil mi?

Kâbe’nin içine girdik, diyor Hz. Ali. Peygamber, “Omuzuma çık yâ Ali” dedi, diyor. İki kere ben Peygamber’e hâşâ îtiraz ettim, diyor.  İlk defa burada ettim; nasıl çıkayım omuzunuza dedim, ben kimim ki sizin omuzunuza çıkayım dedim, diyor. O zaman demişler ki “El emri fevkâl edep yâ Ali, benim emrim senin edebinden üstündür, çık omuzuma ya Ali.” Hz. Ali çıkıyor, bakıyor yere, diyor ki: “Allah Allah! Her yer Kadem-i Resûlullah: O’nun ayakları… Başka bir ayak yok. Hizâma baktım: Her yer Sadr-ı Resûlullah; O’nun göğsü. Yukarı baktım: Her yer Cemâl-i Resûlullah; O’nun güzelliği. Yemin ederim ki O’ndan başkası yok bu âlemde” diyor. O yok çünkü, o yok..

Müge Doğan: Müşahade etmek midir bu?

Cemâlnur Sargut: Tam müşahede, evet..

Hz. Musa’ya sen bu gözle beni göremezsin diyor; Hz. Ali ise görmediğim Allah’a tapmam diyor. Yani vücudun varken beni göremezsin ama bütün vücudunun istek ve arzularından çıkınca beni görebilirsin. Ama o ilim Musa’nın makamını değiştirmeyecekti, yani ona verilen ilim o kadardı. Ama zevk edinmesi ve kendi varlığından arınması için o hâli bırakması, yani kendi gayretini ve aklını bırakması gerekiyordu. Ama onun vazifesi olarak da, hâl olarak da o aklı kullanması gerekiyordu. Hâliyle bilgi, ilim, Allah’ın emrettiği ile ters düştü. Allah tarafından Tûr-ı Sînâ’ya dâvet edilen Mûsâ, orada heyecana gelip “Rabbim bana kendini göster!” diye seslenmişti. Allah Mûsâ Peygamber’e “Len terânî” yani, “sen beni göremezsin!” buyurdu.

Tanrı kelâmı, o mânâda idi ki Mûsâ’ya “Sen, sen olduğun müddetçe beni göremezsin. Ancak nefsini yenip benliğini yok ettiğin zaman beni görmen mümkün olacaktır. O zaman da gören yine sen olmayacaksın, ben olacağım. Çünkü o zaman sen bende olacaksın” demek istemiştir.

Bu, İbn-i Arabî’nin, “senin isminin şeriatıyla Allah’ın şeriatı farklıdır.” demesine benziyor. Hz. Musa’da da bu oldu fakat keşfe eremedi, çünkü hâli yani kendi ezelî bilgisi o seviyeyi anlatmasını gerektiriyordu. Yoksa Musa’nın mânevî büyüklüğü Hızır’dan küçük olduğu için değil. Senin vazifen oysa, ondan fazlasını anlatamıyorsun. Çünkü onu anlatacaksın ki bir üst seviyeye çıkabilesin, İsa olabilesin.

Ama tabii Muhammedî hakikat gelince artık keşif başlıyor. Keşif de yakîni sağlıyor, yakînliğin sonucu da sadece zevk oluyor. İlim olmuyor artık zevk ilmi oluyor.

Müge Doğan: Futûhat’ta diyor ki, yakîn, ilmin nefse yerleşmesinden ibarettir. Yerleşmek ise yerleşenin aynısı değildir, özelliğidir, vasfıdır. O psikolojik değil, mânevî bir hakikattir. Yakîni öğrenin çünkü ben de sizinle birlikte öğrenmekteyim diyor Peygamber Efendimiz. Hazret-i İsa için de diyor ki, yakîni artsaydı havada da yürürdü.

Cemâlnur Sargut: Nefse yerleşmesi çok önemli. Yani ilim, nefiste hâl hâline geçerse nefis diye bir varlık kalmıyor artık. O ilim ön plana çıkıyor. Çünkü ilim, bizdeki Allah’ın hakikatidir. Bizdeki Allah’ın hakikati ortaya çıkıyor ve vücudun arzu ve istekleri eriyor. İşte buna keşif deniyor. Bu hâle gelince zaten nefsinin egosu gidiyor, varlığı gidiyor, itirazları gidiyor hatta gayreti bile gidiyor. Yakîn, bütün bunlardan kurtulup sadece Allah’ta yok olma zevkini yaşamaktır. Hz. İsa’nın yakîn olması ve mucize göstermesi demek ise onun artık hakikati her yerden idrak etmesi ve o hali yaşamasıdır. Ama İsa’ya verilen vazife de sadece aşkla gitmekti. Onun için zevkini yaşadı ama hâlini yaşamadı. Hal başkaydı çünkü onun hâli ve seviyesi başkaydı. Musa’da hâl hâkimdi, İsa’da aşk hâkimdi, peygamberde ikisi de hâkim oldu.  

Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim.

Kurbiyetten Nasibimiz

Kurb kelimesinin sözlük anlamı “yakın”dır. “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kâf Sûresi – 50/16) âyeti gereğince aslında tüm insanlar yakınlığa mazhardır. Ancak pek çok insan bu hakikati idrak etmekten uzak olup çeşitli perdelerin arkasında yaşadıkları için bu yakınlığı hissedemezler. Ancak gaflet perdelerini yırtıp “her nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır” (Bakara Sûresi, 2/115) âyet-i kerimesini idrak edenler ise bu dünyada kurbiyet makamına erişmişlerdir. Bu hâl, mükâşefe ve müşâhede hâli içinde olmaktır ki bu hâl ehilleri, bir an Allah’tan gafil olmayanlardır; onlar ölmeden önce ölmüşlerdir.

Kurban kelimesi de kurb kökünden gelmektedir ve Allah’a yakınlık sağlamak için belirli bir zamanda belirli hayvanların kesilmesini gerektiren bir ibâdeti tanımlar. Öyle ise kurbiyet için kurban kesmek şarttır. Şeklî ibâdete ek olarak, hayvan mesâbesinde olan hırs, riya, yalan, öfke, kıskançlık gibi nefsin arzu ve isteklerini tek tek kesen kişiler Allah’a yakın olmak için nefislerinin aşırı arzu ve isteklerini kurban ederler. Hz. Mevlanın da belirttiği gibi  “Bu yol kanlı yoldur, nice başlar kesilir” sözündeki gibi kurbiyet yolunda kesilecek çok baş vardır. Nefsin çeşitli istek ve arzuları ile başa çıkmak kolay değildir. Bazen kol kanat kırılır. Yolcu ümitsizliğe düşer, bazen yoldan geri kalır. Ancak burada esas olan, ne olursa olsun yola devam etmektir. Çünkü bu yol, ümitsizlik yolu değildir. Düşen kalkar, yola devam eder. Vazgeçmeden mücadele sonunda eğer Allah da ezelde nasip etmişse bu çok özel, çok yüce makama erişilir. Bu yüce makam yokluk makamıdır, hiçlik makamıdır. “Hiç”in olduğu yerde ezelî ve ebedî “hayy” olan tek varlık tecellî eder, o yolcunun atan eli, gören gözü olur.

Bu makam, yokluktan varlığa ulaşmanın sarhoşluğunun olduğu makamdır. Bu makamdaki kişi yakîndir, her nereye dönse O’nun vechini görür. Bu kişi için abes, yanlış, çirkin kalmaz. Her şeyde ilâhî iradenin gücünü görür, böylece itiraz ortadan kalkar. Dâimî bir şükür hâli olur, bu kişiden artık hikmet zuhur eder.

Hırs, garez ve yalan gibi nice kötü huylardan arınmış bu kişiler emindirler. Onlardan zuhur eden hareketler zaman zaman diğer insanlara yanlış gibi görünse de o amelinden emindir, vicdânen rahattır. Dâimî bir zevk ve hayranlık, hayret makamıdır. Çünkü Allah her an yeni bir şe’ndedir,  mükâşefe ve müşâhede ehli için her an bunu izlemek sonu gelmez bir zevktir.

Kurban vermeden kurbiyet olmaz ise, bizlere düşen, her nefes nefsimizle mücadele için ümit kesmeden, düşsek de kalkarak, yorulsak da nefeslenip yola koyularak son nefese kadar gayrettir.

Kimbilir nasibimiz nedir?

Teslimiyetin Yakınlığı

Kurb kelimesi sözlükte yakınlık anlamına gelmektedir.  Teslim ise selâm kökünden gelmektedir.  Selâm barış, güven ve emniyet  mânâsındadır. Teslim ise karşı taraftan emin olmak demektir. Bu iki terim, iç içe geçmiş, birbirine bağlı kavramlardır. Adeta birinin varlığı diğerini de var kılmaktadır. Allah’a yakın olan, O’na teslimdir. Allah’a teslim olan da O’na yakınlaşır. Sufilere göre, teslimiyet  insanı ihtiraslardan korur ve Allah’a yaklaşmasını sağlar. Bu ikisi  vücuttaki iki   ayak gididir. Farklı görünmesine rağmen bir birlik içindelerdir. Yani yürümek için önce sağ adım  atılır, sonra sol adım onu takip eder. İlk adım teslimiyettir, sonrasındaki adım ise kurbiyettir. Bunlar, Allah yolunda yürüyen sâlik için en gerekli iki vasıtadır.  

Kenan Rifâî, Mesnevi şerhinde şöyle der: “Bilirsin ki henüz yürümesini ve konuşup, istemesini bilmeyen çocukları kucaklarında, büyükler taşır. Çocuk kendisini o büyüğe teslim eden, onun verdiği yiyecekle yetinen bir masumdur. Eğer bizler de Hakk’ın katında çocuklar gibi masum kalır, kendimizi ona teslim eder ve onun vereceği nîmetle yetinirsek Hakk’ın kucağında olmanın saadetini ve emniyetini tadarız.” İşte bu saadet Hakka yakınlıktır. Nasıl ki bir bebek annesinin kucağında ona yakın ve mutludur,  kul da Hakk’a teslim olunca kendini güven ve emniyet içinde hissederek, ona yakın olma mutluluğuna erişir. Öte yandan bebek, annesinin verdiği her şeyden razıdır, annesini sorgulamaz. Onun kucağında sevgi ve şefkat içinde büyür. Sâlik de tıpkı bir bebek gibi Allah’ın verdiklerine tevekkül eder ve teslim olursa, bu saadete ulaşır. Bu saadet ve yakınlığa ulaşmanın yolu, varlık elbisesinden sıyrılmaktır. Nefsinin arzu ve isteklerinden geçen sâlik, artık Allah’ın istediği gibi yaşar. Kendi cüz’î aklını küllî akla rabt eder. Bu sürecin sonunda da tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi temizlenir ve masumlaşır. Hz İsa’nın “İki kere doğmayan melekûta giremez” sözündeki gibi varlık defterini dürmeden Allah’a yakınlaşılmaz. Burada ilk doğum dünyaya geliştir. İkinci doğum ise ölmeden önce ölme makamıdır. Yani kulun nefsini alt edip nefsinin ruhun emri altına girmesidir. İşte bu ikinci doğum kişinin Hakk’a kurbiyetinin delilidir.

Sâlikin Allah’a yakınlaşması için O’nun istediklerini yapması, istemediklerinden kaçınması gerekir. Ne var ki nefsin ihtiraslarından korunmak ve nefsi dizginlemek için öncelikle Allah’ın istemediklerinden kaçınmak ve O’nun istediklerini yapma gayretinde olmak gerekir. Bu da taklit ile olur der sufiler. Yani O’nun verdiği ve vermediği her şeye içten rıza göstermek mümkün olmasa bile, dışarıdan razı olmuş gibi görünmek, tıpkı bir alıştırma gibi yapa yapa yerleşecek bir davranış olabilir.  

Her ne kadar bilgi olarak bilmek kolay olsa da nefis ve ruh  mücadelesi gerçek bir cenk meydanı  gibidir. Bu hususta vazgeçmeden gayret etmek kulu ezelî nasibine ulaştırır. Hak’tan gelene teslim olarak yakınlığı arttırma ümidi ve bu mücadeleyi son nefese kadar sürdürme  gayreti, diğer mânâda istikamet üzere olmak kulu varacağı  yakınlığa eriştirir.

Züleyhâ

Hayat, Allah’a şâhitlik etme gâyesinden ibaret bir zevktir. Kelime-i şehâdet getirmeden, Allah’a şâhit olduğumuzu beyân etmeden resmen Müslüman olamayacağımız gibi sözün ötesinde hakiki Müslümanlık mertebesinde yaşayabilmemiz, hakikaten şehâdet edebilmemiz için de şehîd olmamız gerekir. Şehîd olmak, aşkla, kurbiyetle, bağlılıkla ve illâ teslimiyetle gerçekleşir. Şehîd olmadan şâhid olamayız, göremeyiz. Şehîd olunca da kendinden kendini gören yine O olmuş olur.

Kurbiyet, bağlılık denince benim gönlüme Züleyhâ düşer. O Züleyhâ ki nefs-i emmâredeyken Yusuf’un aşkıyla sâfiye makamına ermiştir. O nasıl bir sevmektir! Aşkıyla Kur’an’a geçen insan olmuştur Züleyhâ. Divan-ı Kebir’e göre Züleyhâ kimsenin yapamadığı bir işi yapmıştır. Kul, efendisini satın almıştır.

Züleyhâ’nın Yusuf’u anışını Attar şöyle nakleder: Gökyüzünde Ay var, dediler. Yusuf mu ortaya çıktı, dedim. Başım ağrıyor, dediler. Yusuf’un acısı mı içine sindi, dedim. Bugün hava ne güzel, dediler. Yusuf’u mu gördünüz, dedim. Mis gibi kokuyor etraf, dediler. Yusuf’un kokusu mu hissediliyor, dedim. (…)

İşte Züleyhâ, her gördüğünde, her duyduğunda Yusuf’u anarken, Allah’ın güzelliğini, Allah’ın yüceliğini görmekle Yusuf’tan Allah’a çekilir, Allah’a rücû etmeye başlar. Zaten insan bir taşa bile hakkıyla rapt olsa, bağlansa, bağlanışının hakkı için Allah hakikatini ondan göstermez mi? Önce esas olan bağlanmaktır, rapt olmaktır. Öyle bir bağlanış ki, seven sevdiğine karışır, ondan ayırt edilemez hâle gelir. O’na bakan artık onu değil, sevdiğini görür.

Mesnevî’de anlatılan hikâyede âşığın biri, “Hiçbir sabah beni uyur yâhut güler bir hâlde görmedi. Hiçbir akşam beni düzgün bir hâlde bulmadı.” diyerek hâlini arz eyler. Acılı gönlünde neler varsa etraflıca ve bir bir sayar. Sevgilisine minnet olsun diye değil de aşkına yüzlerce şâhid olmak üzere bunları ortaya döker. Bir söz bile söylemedim diye şikâyet ederek o eski derde ait yüzlerce söz söyler. Onda bir ateş vardır fakat nedir, bilmez. Yalnız mum gibi, onun harâretiyle ağlayıp durur. Sevgilisi de ona der ki: Doğru, bütün bunları yaptın ama kulağını iyi aç ve dinle! Aşkın ve sevginin aslının aslı olan bir şey var ki onu yapmadın. Bu yaptıklarının hepsi fer’îdir. Âşık söyle der, o asıl nedir? Sevgili der ki: Ölmek ve yok olmaktır. Hepsini yaptın fakat ölmedin, hâlâ dirisin. Canınla oynayan âşıksan hemen öl. Âşık o anda uzanıp can verir. Gül gibi başı ile oynar, gülerek sevinçli bir hâlde ölüp gider. O gülüş onda ebedî olarak kalır…

***

İnsan bu âleme sevdâlı olarak gelir. Yaradılışı gereği tüm âlemde âşık olduğu rabbini arar; ona bağlanmak, teslim olmak ister. Rabbini rab olarak keşfedip tanıyana kadar da türlü suretlere çekilir, kendini onlara teslim eder. Neye teslim olur, neyde yok olup fenâ bulursa, rabbini o kadarla bilecek, onunla sınırlı kalacaktır.

Teslimiyet, insanı şehâdet mertebesine ulaştırır. Leylâ’lardan, Yusuf’lardan Mevlâ’ya geçmek, teslimiyetle Mevlâ’da aşk şehîdi olmak, Mevlâ’ya şâhid olmak gerektir.

Kim şehîd olarak O’na varırsa, O şâhid olarak onu çevirir. Kim teslimiyetle canını sevgiliye verirse, O ona kendini verir, onu kendinde diriltir.

“Hâlbuki sonra Yusuf Züleyhâ’ya der ki: Ey Züleyhâ! Bugün ben gömleğin diyeti olarak seninim. Züleyhâ da ona: Evet, kibriyâî olan aşk, nice şeyleri değiştirir… Cevabını verir. Aşk, istenileni isteyen eder, yeneni yenilmiş eder. Nice yalvaranı yalvarmanın kıblesine perçinler.” (Divan-ı Kebir)

Uykudan Uyanınca

“Uyku ölümün kardeşidir… Bizim şimdi bilmemiz lazım gelen, bir insan olduğumuz ve ona göre yaşamamız gerektiğidir.”

Bu sözü bir kaç hafta evvel bir sabah namazı sonrasında Kenan Rifâî Hazretleri’nin Sohbetler kitabında okudum.

Uzun zamandır tasavvufun hayatımdaki etkisini ve kendi yolculuğumda boyut kazanmak için atmam gereken adımları düşünüyorum. Zira, senelerdir ruhânî bir hayatın içinde olmama rağmen var oluş amacımı keşfetmemiş olduğuma inanıyorum.

Hepimizin sınavı birbirinden (günden güne ve büyük resimde de) farklı, ama ‘acı çekmek’ ve ‘büyüme’ noktalarında ortak.

Sınavım gereği ben şahsen senelerdir sabır, tevekkül ve rıza bahçelerinde fazlasıyla zaman harcıyorum. Oysaki teslimiyet ve kurbiyet bahçeleri yeni yeni önüme açılıyor. Ya da ben o bahçeleri yeni görebiliyorum. Görüş mesafesinin açılması ile uzun zamandır bu kavramları ne kadar önyargı ile algıladığımı da fark etme imkanına eriştim. Geniş açıdan bakınca yargımın o kadar yersiz bir değerlendirme olmadığını da gördüm, âcizâne.

Birçoğumuz ‘teslimiyet’ kavramını sadece mürşidin sözüne bağlı olmak olarak anlıyoruz ve yaşıyoruz, meselâ. Ben bu denklemi kendi adıma hep eksik bulduğumdan, sayısız öğretmenim olmasına rağmen, kavramın kendisine çoğunlukla şüphe ile yaklaştım. Yine geçen gün, çok sevdiğim bir ihvan kardeşim bana ‘kurbiyet’ kavramı bağlamında “neden bir hocamızın sürekli yanında olmaya çalışmadığımı” sordu. Benzer bir şekilde bütün öğretmenlerime cânı gönülden bağlı olmak ile beraber, kurbiyeti bir insana, bir veliye, mürşite yakınlıktan çok, Allah’a yakınlık olarak değerlendirdiğimi bir kere daha hissettim ve bu kavrama da niye mesafeli olduğumu anladım.

Bizler ‘insan’ olarak insanî vasıflarımızdan dolayı kavramlara dolu dolu anlamlar yüklüyoruz. Birçok kelimeyi, değeri de, kendimize en uygun geldiği şekilde algılıyoruz. Bu genellemeye ben de dahilim. İşin komik tarafı bir şeylere anlam yüklediğimiz yetmiyormuş gibi, bir de yüklediğimiz anlamların (o anlamları derinliğini içselleştirmemiş kişiler tarafından) yaşanışına bakıp, oradan da kendimize yepyeni bir algı/ öğreti yaratıyoruz. Halbuki kavramlar özünde çok basit ve net… Ve kavramların gerçek anlamlarını yaşayarak örnekleyen için mürşitler var…

Okuduklarımdan, hocalarımdan feyz alarak ve kendi algılarımı yenmeye çalışarak, teslimiyetin en güzel şeklinin, anda kalabilmek olduğuna inandım ben âcizâne. Düşüncelerimizi, nefesimizi, algımızı ve davranışlarımızı şu ânın içinde tutabilmenin şeffaflığını ve tazeliğini yaşayarak deneyimledim. Bizi çevreleyen bütün yaratılış ile fiziksel duygulardan ayrılarak, mânevî bir bağ kurabilmenin insanın kendisini bir yerlere ‘ait’ hissedebilmesi için ne kadar etkili olabileceğini birebir deneyimledim. Bu inanç ile beyinsel savaşı durdurmanın peşindeyim şu ara…

Kurbiyetin de en güzel şeklinin, hayat sınavlarının içinde kişinin bireysel özüne karşı dürüst kalabilmesi olduğuna inandım. İçinde yaratıcı gücü her dâim hissederek, dengede yaşayabilmesi…

Ve birkaç büyük hocanın kitaplarında okudum ki, kurbiyetin başlangıcı vücuda karşı dürüst olmaktan geçiyormuş. “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” sözü sanırım gerçekten doğru. Bu öğreti ile de vücuduma ‘kötü’ gelen şeylerden arınmaya çalışıyorum. Örneğin kahveyi azaltmak, örneğin vücuda asit oranı yüksek şeyleri sokmamak, doğru oturmak, düzenli spor yapmak, vs.

Bu sebepten de yazıma Rifai Hazretleri’nin sözü ile başladım. Ben bütün kalbim ile iman ettim ki bizim bilmemiz gereken belki de tek şey, insan olduğumuz ve sahipsiz olmadığımız. Kendi aczimiz ve ihtiyacımız karşısında, sonsuz verici bir enerjinin olduğunu idrak edebilmemiz ve bunun bilinci ile kendi yolumuza odaklanmamız. Belki de bundan gayrisi koca bir hikâye…

Karanlıktan Aydınlığa: Seferîyim, Seferîsin, Seferî!

Karanlık bir odanın içindeyiz…

Grup olarak girdiğimiz bu odadan çıkabilmek için tam bir saatimiz var. Amacımız odanın içindeki ipuçlarını bulup, kapıları açarak dışarı çıkabilmek.

 

Duvardaki saat içeri girdiğimiz ilk andan itibaren geriye doğru dakikaları sayma başlıyor.

Aramızda daha önceden bu tecrübeyi yaşan birisi var. Bize ilk önce ışığı bulmamız gerektiğini hatırlatıyor.

El yordamı ile duvardaki anahtarı buluyoruz ve basınca her yer bir anda aydınlanıyor.

Çok şükür, çok şükür ki aydınlık var..

Aydınlık ne güzel bir şey. Etrafımızdakilerin farkına varabilmek ne kadar büyük bir lûtuf..

 

Sonra başlıyoruz odanın içinde gizlenen şifreleri aramaya. Nerede oldukları ile ilgili hiçbir fikrimiz yok…

Bu şifreler yerde duran bir çöp kovasının içinden de çıkabiliyor, duvar kenarındaki koltuğun üzerinde duran bir ceketin iç cebinden de.

 

Her birimiz bazı şifre ve anahtarlar buluyoruz. Bulunan her şey, bizim içinde bulunduğumuz odanın dışına çıkabilmemiz için birer ipucu niteliğinde. Ama doğru yorumlayabilmemiz gerekiyor. Akıl birliği olunca yorum da doğru oluyor ve ilk kapıdan dışarı çıkabiliyoruz. Çok şükür…

 

Kapalı ve kilitli bir kapının açıldığını görmek, hepimizde diğer tüm kapılarında birer birer açılabileceği ümidini doğuruyor.

 

Şimdi bize ikinci kapıyı açabilmek için yeni şifreler ve yeni anahtarlar lazım…  

Şifreler sanki bu sefer biraz daha gizli. Bulsak bile yorumlamak biraz daha zor. Hepsini anlamak zaman alıyor. Fakat elbirliği ile yeniden bu kapıyı da açıp üçüncü odanın içine giriyoruz.

 

Bu bir oyundu. Dışarıya çıkabilmek için zamana karşı yarışıp kıyıda köşede gizlenen ipuçlarını bulmak ve doğru yorumlamak gerekliydi. Bu oyunun son kapısından dışarı çıkamadık. Süremiz bitti ve odanın içinde kaldık. Ama bu oyun o gece bana tasavvuf derslerinde dinlediğimiz çok şeyi hatırlattı.

 

Karanlık bir odadaydık, tıpkı dünya gibi…

Her şikâyet, her mutsuzluk, her takıntıkaranlık” demekti.

 

Karanlıktan çıkabilmek için, ışık gerekliydi.

Bu ışık ‘Mürşid’di. O’nun ilmiydi. Hele ki Mürşid’in eli bir kere değmiş ise insana, dünyadaki her yer aydınlanıveriyordu.

Yeter ki, O’nun sözünü dinlemeli ve nefsin ruhu örtmesine izin verilmemeli.

 

Kapılar ise, kendi dünyamızdaki bilmediğimiz yönlerimizdi.

Mürşid kendi ışığıyla, yumuşak bir sesle “kendi kapılarını kendin açmalısın” diyordu.

 

Şifreler ise hayatta yaşadığımız olayların içinde gizliydi. Herkesin şifresi kendine özel ve kendi yaşadığı olaylarda gizliydi. Kapının açılması için doğru anahtarı denemek gerekliydi.

 

Açmakta geciktiğimiz her kapıda ise, mürşidimiz yine  bize seslenerek “Aklın yok mu ki idrak etmiyorsun, gönlün yok mu ki idrak etmiyorsun?” diye hatırlatıyordu. Çok şükür..

 

Yaşadığımız olayları idrak edebilirsek eğer, işte o zaman neden onca olayı yaşadığımızı Allah bize gösteriyor. Çoğu zaman süreyi kendimiz çok uzatıyoruz. Bir türlü teslim olamıyoruz. Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssasında olduğu gibi bir türlü sabredemiyoruz.

 

Sabredebilelim inşaallah.

 

“Karanlığın” da “aydınlığın” da olması gerektiğini bizlere dâimâ anlatan,

“Her şeyi yapan yaptıran Allah’tır” ve “Unutma!” diye durmadan hatırlatan,

 Ulular ulusu bir mürşid nasip eden Allah’a binlerce şükürler olsun.