Türkiye’nin Ermeni Meselesi – III

Bu sayımızda Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış özetinin üçüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz.

***

Eskiden beri Ermeni katliâmı mevzubahis oldukça dâima Türklerin barbarlığını, Ermenilerin de Türklere karşı Hıristiyanlıktan başka kabahati olmayan mağdur bir millet bulunduğunu ileri sürmek âdet olmuştu. Acaba Türk patronajı altında olan milletlerin serbestliği ile, Rus, İngiliz, Fransız idarelerini kıyas etmek kâbil olabilir miydi?
Hindistan ve Afrika yerlilerine karşı girişilen fecî vakalar, Rusların ise Yahudiler, Türkler ve Ermeniler üzerinde tatbik ve icrâ ettikleri katliamlar düşünülürse küçük milletlerin hâmisi sıfatını takınan ve Ermeniler için gözyaşı döken İngilizlerle Garplı devletler, acaba neden Ermenilerle kabil-i kıyas olmayacak bir mevkide bulunan Boerleri, aileleri ile beraber mahvederken, İrlandalıları ise topa tutarken bir zerre teessür ve merhamet duymadılar?
Noel Bohstun, Londra’da “Lyoeum Club”un coğrafya şubesinde 5 Teşrinisânî 1916 tarihinde verdiği nutukta aynen şöyle demiştir:

“Ermeniler bizim küçük müttefikimizdir. Sırbistan’ın, Belçika’nın itilâf hükümetlerine karşı yaptıkları hizmetlerden ekseriya bahsediyoruz ve bunlara âid birçok şeyler istiyoruz. Fakat Ermeniler, kendilerine ait bir hükümetleri olmadığı halde, büyük bir istekle bize hizmet ettiler. Binlercesi Rus ordularına girerek bilfiil bu fedâkârlıklarını ispat ettiler. Grand Duc Nikolas’ın Anadolu’ya saldıran ordusunu yalnız Ruslar teşkil etmiyor, bilâkis bunların büyük bir kısmı Türkiyeli ve Kafkasyalı gönüllü Ermenilerden teşekkül etmiş bulunuyordu. Bugün de muntazam Ermeni taburları gönderiyorlar. İtilâfçıların davâsı uğrunda Ermenilerin gösterdiği fedakârlığı şimdiye kadar hiçbir müttefikimiz göstermemiştir.”

Van, Kars, Sarıkamış, Erzurum’u işgal eden Ruslar, o zamana kadar Ermenilere müsâit davrandıklarını, onların hâmisi rolünü takındıklarını hatırlamak istemediler. İşgal ettikleri bu toprakları Ermenilere terk edeceklerini vaat etmişlerse de, sözlerini çoktan unutmuş bulunuyorlardı. Zaten öteden beri Rus siyâseti bu değil miydi? Türkiye’nin şark vilâyetlerini işgal ederek Akdeniz’e inmek. Oyunun senaryosunu hazırlayan Ruslar, oynayanlar Ermeni idi. Hepsi bu kadar!

H. Koçaznuni:
“…böyle bir şey olamazdı. Biz Rus emellerine körü körüne hizmet ettik, sürüklendik, hakikatte ise sadece onların maksatlarına çalışmış olduk. Bir taraftan Taşnaksutyun Ruslar tarafından aldatılırken, diğer taraftan da Bogos Nubar Paşa, Fransız Hükümeti tarafından iğfal olunuyordu. 1916 sonlarında Fransa Hariciye Nâzırı, Sûriyeli ve Ermenilerden teşkil edilecek Şark Lejyonu için gönüllü istiyor ve mukabilinde de harpten sonra Fransa’nın hissesine düşecek olan Kilikya’nın Ermenilere terkedileceğini vaat ediyordu.”
1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Ruslar, işgal ettikleri Osmanlı topraklarından çekilirken, Ermeniler de beraber kaçmak mecburiyetinde kalmışlardır. Zira yaptıkları bunca katliamdan sonra, aynı topraklar üstünde kalamayacaklarını anlamışlardı.

Osmanlı İmparatorluğu bütün başarılı mücadelesine rağmen, müttefiklerinin teslim olmasıyla mağlup kabul edilmişti. Memleket coğrafyası virânelik, insanlar perişan bir halde idi. Mehmetçik cepheden yorgun, ümitsiz ve bîtap halde döndüğünde kasabasını, köyünü, evini Ermeni vahşetiyle harâbe; çoluğunu-çocuğunu, anasını-babasını Ermeni zulmünden kalıntı hâlinde tek tük bulabildi.

General Veysel Ünüvar:
“1918 Mütârekesinden sonra Ermeniler, İngilizlerin yardımına güvenerek Doğu Anadolu ile beraber Nahcivan bölgesini yeniden zabt ve istilâ etmek hevesine düştüler. 10 Aralık 1918’de ansızın Aras vadisinden Türk Hükümeti’ne taarruza geçtiler.”

Ermenilerin yalnız başlarına Nahcivan bölgesini işgal edemeyeceğine kanaat getiren İngilizler, 1919 senesi Aralık ayında Ermeni askerlerini Hintli askerlerin muhâfazası altında Nahcivan bölgesine getirip garnizonlara yerleştiriyorlardı.

Cihan Harbi’nin sonunda, Avrupa efkâr-ı umumiyyesini hayâlî Ermeni katliamıyla dolduran Ermenilerin ve İtilâf Devletlerinin bu yaygarasını tahkik için, 1919’da Amerika askerî bir komisyon göndermişti. Eylül-Ekim ayları arasında Doğu Karadeniz’i ve şark vilâyetlerini dolaşan komisyon, söylenenlerin asla hakikate uygun olmadığını “Türkiye hududunu, Karadeniz’den İran’a kadar geldik, bu raporların doğru olduğunu ispat edecek hiçbir iz dahî görmedik” cümlesi ile tespit etmiştir.

Yüzyıllardır Türkiye Ermenileri, Garplı devletler ve bilhassa İngiltere, Rusya ve nihayet Amerika tarafından kendi siyâsî çıkarları adına tahrik edilirken, istiklâl fikrini kuvvetlendirmek yolunda Türklerle Ermeniler arasındaki etnik ve dinî farklar bir yem olarak kullanılmıştır. Memleket nüfusu içinde ancak bir avuç yeri olan Ermeni cemaatinin kulağına, dış çevrelerce bir istiklâl vaadi fısıldanarak, aslında ise kendi siyâsî gaye ve menfaatlerinin tahakkuku yolunda bu zavallı insanlar bir değersiz malzeme olarak kullanılmış olduklarının ne yazık ki hâlâ farkında değillerdir.
Halbuki bütün diğer azınlıklar gibi, Türk patronajı altında yaşayan Ermeni vatandaşlar da yeryüzünün en mesut, en saygı gören cemaati idi. Hatta isyanlar bastırılıp, elebaşılar tasfiye olduktan sonra da, gene, kin bilmez ve hoşgörür Türk milleti, bu kanlı saldırıların hesâbını aynı vilâyette, aynı semtte, aynı mahallede bulunan komşusu Ermeni’den sormaz, çıban başını koparanların birkaç hain olduğunu söyleyerek, dükkâna tezgâhına dönen Ermeni hemşerisi ile dostluğuna gölge düşürmeyecek münasebetini devam ettirirdi. Maalesef şimdi de öyledir!

Türkün bir medenî husûsiyeti de, yüzyıllardır başına dert üstüne ders açan azınlıkların iman bakımından kendi safına kazanmayı düşünmemesiydi. Çünkü Müslümanların kitabı olan Kur’an-ı Kerim, çok açık olarak “Senin dinin sana, benim dinim bana” diyerek farklı inanış taşıyan cemaatleri kendi imânını kabûle zorlamayı yasaklamıştı. Tâ Bizans ve Selçuklular devirlerinden süregelen Ermeni isyanlarıyla tedirgin olan Yavuz Sultan Selim, devletinin huzur ve asâyişi adına Şeyhülislâm Molla Ali Cemâli’den bu kavme hudud dışı edilecekleri tehdidini ileri sürerek Müslümanlığı kabul etmelerinde ısrar edilmesi için fetvâ istemiştir. Fakat bu büyük din ulusu “Hayır olamaz, dinde zorlama yoktur” diyerek padişahın istediği fetvâyı vermemiş, hükümdar da İslâmiyetin emrine uymakta tereddüt etmemiştir. Eğer öyle olmamış olsaydı, Türklerin üç kıta üstünde bayraklarını dalgalandırdıkları devirlerde, Osmanlı hudutları içindeki çeşitli din mensupları olarak, hiçbir azınlık kalmaz, bir vakitler Bizans’ın yapmış olduğu gibi, çatısı altında bulunan bütün toplulukları kolonize ederek kendi hamuru içinde eritirdi.

Halbuki misyonerliği bile imanlar üstünde bir tazyik, bir hile ve bir nevi kandırma kabul eden İslâmiyet, vicdanları zorlamamak için böyle bir teşkilât dahi kurmamış ve ayrı inanışlara sahip kitleleri kendi imanları çerçevesi içinde hür ve rahat bırakmıştır. Bu yüzden de, Müslüman Türklerin iman ve ibâdet mahalli olan câmiler, asla cephanelik olmamış ve din adamları da halkı, azınlıklar aleyhine kışkırtmak gibi Allah’a inanmış kimselere yakışmayacak fiillerde asla bulunmamışlardır.

Ancak, hâdiseler dünya umûmî efkârına aksettirilirken, daima tablo tersine çizilerek, Türk zâlim, Ermeni mazlum olarak gösterilmiştir.

Her Şehirde Bir Evim Var

Genel Merkezi Ankara’da bulunan Türk Kadınları Kültür Derneği’nin farklı şehirlerde birçok şubesi var. Her şubenin farklı zamanlarda gerçekleştirdiği etkinlikleri oluyor. Bu etkinliklerde bulunabilmek için genellikle sosyal medya veya internet üzerinden duyuruları takip etmem yetiyor. Henüz işe başlamamış olduğum dönemimde, takvimi belli olan programlar için babamın, annemin iznini alarak otobüs/tren bileti almaya koşmak en büyük heyecanımdı. Hiçbir yerde kalmama izin vermeyen babam, -Allah’ın hikmetinden olduğu muhakkak ki- benim bu yolculuklarıma gönül rızâsıyla izin veriyor, beni güzelce gönderiyordu.

TÜRKKAD programları vesilesiyle hiç gitmediğim, oradan kimseyi tanımadığım şehirlere yolculuk etmeye başladım. Mesela Gaziantep’e giderken, Adana’ya giderken oradaki dernek üyeleriyle henüz tanışmamıştım. Bu şehirlerle ilgili olarak da hiçbir şey bilmez durumdaydım. Önce yine biraz sosyal medyanın yardımıyla gideceğim şehirdeki dernek üyelerine mesajlar yazarak programların gerçekleşeceği mekânların konumlarına, buralara nasıl ulaşabileceğime, en yakın olarak nerede konaklamamın daha uygun olacağına dâir sorular soruyordum. Bu şekilde öncelikle telefonda tanışmış oluyorduk. Sonra gidince bir bakarım ki gelip beni otogarda karşılamışlar, evlerinde yemekler hazırlamışlar ve beni götürüp sofralarına oturtmuşlar bile…

Bir tek beni mi? Hayır, tüm misafirleri… Şehir dışından gelen misafirleri birer ikişer paylaşarak evlerinde ağırlayan, onlara “kendi evinde” olduğunu hissettiren öyle güzel insanlarla birlikte oldum ki… Programlar için şehir dışından gelenleri, bazen -benim gibi- hayatlarında ilk kez görecekleri ve yeni tanışacakları bu misafirlerini Allah’ın emâneti bilerek, en güzel şekilde ağırlamak için can atan insanlarla birlikte olmanın mutluluğunu yaşadım.

Bu güzel ahlâkın kaynağı, Sâmiha Ayverdi’nin TÜRKKAD’ı bugün 50. yılını kutluyor. Bugün hep birlikte koca bir âile olma şuuruna ve hissiyatına sâhipsek buna TÜRKKAD’ın kuruluşundaki o ulvî mayanın bizi de mayalamasıyla sahip olabiliyoruz. Tekkeler, dergâhlar sırlandığı zaman onların ahlâkını devam ettiren vakıf ve dernekler ile bugün değerlerimizi, âile olma, millet olma idrâkini, birlik olma, bir olma hissini yaşayabiliyor ve yaşatabiliyoruz. İyi ki varlar! Onlarla birlikte güven var, sevgi var, hürmet var, edep var. Onlar bence sadece dernek üyesi değil, benim dergâh kardeşlerim. Ne zaman bu yolda yeni biriyle tanışsam hiç yabancılık çekmemişimdir. Sanki birbirimizi kırk yıldır tanıyormuş gibi oluruz, huzurlu oluruz, huzurda oluruz. İşte böylece benim kocaman bir âilem ve her şehirde bir evim var…

Editörden (Nisan 2016)

Merhabalar efendim,

Her Nefes’in târihî bir sayısına daha hoşgeldiniz. “Târihî” diyorum, bunu çok iddialı bulan dostlara da Nisan 2106 konumuzun “Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin Açılışı” olduğunu söylemek istiyorum. Gerçekten bu, târihî bir sayı…

Her Nefes ekibinden bu açılışa katılmak için Japonya’ya gidenlerimize ve cismen olmasa da mânen bu açılışı canlı olarak izleyen dostlarımıza hissettiklerini ve düşüncelerini sorduk. İstedik ki, hep beraber bu zamanı, bu açılışı, bu târihî oluşumu ve yaşadıklarımızı paylaşalım. Çok güzel ve çok etkileyici bir sayı oldu. Konu bu kadar özel ve önemli olunca yazılar da, hisler de, düşünceler de bir o kadar etkileyici ve çarpıcı oldu.

Bizler bu lûtfa nâil olmanın şükrünü bilmeye çalışırken, siz dostlarımızı da buna ekleyelim, dahil edelim, hemhâl olalım istedik. İnşaallah eksik ve kusurlu anlatımımıza rağmen, bu târihî anları siz dostlarımızla hakkıyla paylaşabiliriz. Sözü kısa keseyim ve sizi Japonların bahar bayramı olarak kabul ettiği, doğanın uyanmasını simgeleyen “Sakura” adını verdikleri kiraz çiçeklerinin açılma zamanına denk gelen, gönül çiçeklerinin açıldığı, dostlukların perçinlendiği, tarihin yazıldığı ve inşaallah İslâm tasavvufunun dünyanın dört bir köşesine yayıldığı, ruhumuzun bahar bayramına dâvet edelim. Nisan 2016 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Nisan 2016)

Bir mes’ele hakkında iyi ve fena diye mukayese yapılması üzerine:

– “Fena yoktur. Fenalık denen şey, iyiliğin bir derecesidir. Fena da iyidir. Niçin iyidir? İyiliğin kıymeti onunla meydana çıktığı için.

    Dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Bir kimse için fena olan, diğer biri için iyidir.

Dünyâdaki bütün sedalar, Türk, Arap, Acem, Kürt, İtalyan, İngiliz, Çin, Japon, eşek, köpek, arslan, kurt, ağustos böceği, yılan seslerinin hepsi do’dan si’ye kadar olan yedi notanın içindedir.  (…) bütün sesler de bu yedi notanın muhtelif tarzda sıralanmasından ibarettir.

Böyle olmakla beraber, sizin pek hoşlandığınız alaturka bir parçadan bir Avrupalı hazzetmeyebilir. Onun da hoşlandığından siz zevk almayabilirsiniz. Ama hoşlandığınız da hoşlanmadığınız da hep aynı notaların evrilip çevrilmesinden ibaret. O halde bunları nasıl beğenmez de fenadır, dersiniz? Binâenaleyh hiçbirini ayırt edip hor görmemeli. Hepsini hürmetle dinlemeli ye seyreylemelisiniz. Hiç değilse zevk alanların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk almak mes’elesi başka!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 353)

*****

Sokrat der ki: İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. Meselâ hesapta bir veya iki meçhullü bir mes’eleyi halletmek için mutlak evvelce bâzı bilinen şeyler konmuş olmak lâzımdır. Cebirde de meçhullü muadele halletmek için evvelâ bâzı malûm şeyler konmalıdır. Onun için ilmin başlangıcı cehil olamaz, demiş. Fakat bu beyânını şerhetmemiştir. Eflâtun da der ki: “Bilmek demek, evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir.” O halde insanın dünyâya geldiği vakitte aradığı nedir? İlimdir. O ilmi bilecek, ondan sonra hayıra kavuşacak ve hayıra kavuştuğu vakitte de onu icra edecektir. İşte o vakit ilim, ameli meydana getirmiş olur.

Bunun için lâzım olan, evvelâ diyalektik mertebeleri geçmektir. Birinci mertebede ruhu ayıplardan, fenalıklardan temizlemek lâzım gelir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilemedikçe hayıra kavuşulamaz.

Yine der ki: Kâinatı ibda eden mîmar, bu tabiatı kendine benzetmiş ve öyle tasvir ve tanzim eylemiştir. Binâenaleyh tabiat, yaratılmış değildir. O, evvelce de mevcut idi. Hazret-i Muhiddîn’in buyurduğu gibi bu imkân âlemi içinde bundan daha güzeli yoktur.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 364)

*****

Fener Rum Lisesi Müdürü’nün bir müddetten beri hasta olduğu söyleniyordu. Nihayet Balıklı Rum Hastahânesi’ne yattığını duymuştuk:

– “Bu gün müdürü ziyarete gittim. Beni görünce hem hayret hem de memnuniyet içinde: Ah efendim, buraya kadar niçin geldiniz, sizi bu ziyarete sevkeden sebep nedir? diye hem sevindi hem de hastahâneye kadar gelmiş olmama taaccüp etti.

Esasen evde de hastayı yoklamaya gideceğimi söylediğim zaman itiraz edenler olmuş: Mübarek kandil günü bu ziyarete ne lüzum var? demişlerdi.

Hastaya cevaben: Beni buraya sevkeden insaniyet duygusudur, dedim. Öyle ya… Bir kalbi memnun etmek gibi güzel şey var mıdır? Nasıl ki kalp kırmak kadar da fena şey yoktur. Hıristiyan olsun, müslüman olsun, her insanın bir kalbi vardır ve kalpten de Allah’a giden bir yol vardır. Şu halde ben o vazifeyi Hakk’a karşı yaptım; oraya gitmekle Hakk’ı tazim etmiş oldum.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 369)

 

“Tek Dileğim, Dinin Hakikatini Hep Birlikte Dünyaya Yaymamız…”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

Kyoto Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin yapıldığı gün, törenin hemen ardından Cemâlnur Sargut Hocamızla bir röportaj yaptık ve kendisinin açılış gününe dair intibâlarını alırken geleceğe dönük planlarını ve düşüncelerini de sorduk.

 

Kıymetli hocam, bugünü nasıl anlatmak istersiniz?

Yani anlatılır gibi bir gün değil… Gerçekten hep Hazret-i Hatîce’yi düşündüm bugün. Önceden yollanmış, “erken gelen” adını vermiş Allah’ım ona. Peygamber’e hazırlamış onu. Allah nasıl bir hazırlık yapıyorsa Kyoto Üniversitesi’ni Ken’ân Rifâî Kürsüsü için hazırlamış. Türkçe bilen hocalar, Müslümanlar, tasavvuf ehli ve geleceğin lisanının Türkçe olacağını burada bir kere daha anlamış bulunuyoruz. Tasavvuf lisanı Türkçe olacak buna inanıyoruz ve iman ediyoruz. Çok güzel hocalarla çalışma fırsatını bulduk. Bu mucizeye tanık olmanın zevkini yaşıyoruz. İnşaallah bir dahaki adım Kore’de olur ve ben misyonumu tamamlarım. Allah’ın lûtfudur bana İslâm’a hizmet etme fırsatını vermesi. Japonya çok doğru bir yer. Çok güzel inanç, çok güzel bir iman, gerçek Müslümanlığı yaşıyor gibiler ya sadece adlarının Müslüman olduğunun farkında değiller. Maddede Allah’ı görme zevkini yaşıyorlar. Allah gerçek İslâm’ı önce bizim ülkelerimize sonra buraya nasip etsin. Çin’i, Amerika’yı ve burayı Ken’ân Rifâî’nin mübârek mânâsında Müslüman görmeyi Allah bizlere nasip etsin inşaallah.

 

Hocam gerçekten buradaki ekibi daha önceki çalışmalarımıza çok yakın, daha önceki çalışmalarımızla işbirliği yapmaya çok istekli gördük. Hem enstitü hem Amerika hem de Çin konusunda.

Evet.

 

Burada ilk adım sizce ne olabilir, neler olabilir?

Bugün açılış sırasınca ben de bunları düşündüm ve bir kere mutlaka çok sık bir şekilde birlikte çalışmalar ve organizasyonlar yapmalıyız. Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin “Dinle” başlığıyla İngilizceye tercüme edilen Mesnevî şerhinin acil şekilde Japoncaya tercümesini sağlamak zorundayız. Aynı zamanda “Sohbetler” kitabının Japoncaya tercümesini sağlamak zorundayız. Bu şekilde İslâm’ın hakikî mutasavvıflar tarafından nasıl yaşanıldığını ve öğretildiğini burada yaymalıyız. Çünkü buranın inancıyla hocamın anlattığı İslâm anlayışı gerçekten çok uyuyor -ki bu Peygamber’in anlattığı İslâm’dır, hiç fark yok. Ahlâk-ı Muhammedîyi onların dilinden anlatmalıyız insanlara. Bunun çok önemli olduğuna ben inanıyorum. Aynı zamanda önümüzdeki sene yapılacak olan ve bütün Türkî cumhuriyetlerini de kaplayan ve Kuzey Afrika’yı kaplayan -çok büyük bir tevâfuk, buradaki çalışmaların da Kuzey Afrika üzerine olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz- bu İslâm anlayışının sempozyumunun da birlikte yapılmasını ve buranın da oraya katkıda bulunmasını sağlamak lâzım. Böylece birlikte çalışmanın zevkini yaşamak lâzım. Bir an önce Üsküdar Üniversitesi ile öğrenci mübâdelesine geçmek lâzım. Böylece daha çok Türkçe bilen, daha çok tasavvufu anlayan, yaşayan öğrenci adedini arttırmak lâzım. Buraya, Japonya’ya biz öğrenci yollayabiliriz. Japonca öğrenmelerini sağlayıp burada İslâm’ı anlatmalarını, yaşayan Müslümanların, mutasavvıfların İslâm’ı anlatmalarını sağlayabiliriz. Yani ben her seferinde “Ben misyonumu tamamladım.” derken bakıyorum ki yapacak çok iş var onları görüyorum.

 

Önümüzdeki dönem galiba “Osmanlı’da Tasavvuf” diye çok spesifik bir ders açılacakmış meselâ burada.

Evet bu çok önemli bir şey yani çok önemli bir şey. Onun için bir an önce Japonca bilen hocalarımız olmalı ve Türkçeyi burada çok daha geliştirmeliyiz. Sadece İbn-i Arabî Hazretleri’ni değil, ki o çok büyük bir sultan ve çok önemli İslâm açısından ama Mevlânâ’nın doktrinleri, fikirleri, anlayışının da, Mesnevî’nin burada yaygınlaşmasını sağlamak lâzım. Böylece o hoşgörü sistemini tam oturtmak lâzım. İslâm’ın hoşgörü anlayışını Mevlânâ’nın dilinden buraya oturtmak lâzım. Bunun için de Mevlânâ âilesiyle görüşüp daha sıkı çalışmalara girmeyi düşünüyorum Allah nasip ederse çok iş var…

 

Yani öyle anlaşılıyor ki sözlerinizden, Japonya çok birleştirici ve çok kavrayıcı bir tohum gibi olacak galiba. Şimdiye kadar olan çalışmaların etkilerini de biraraya mı getirecek?

 

Evet çünkü meselâ Çin’de Çinlileri daha Müslümanlıkla hiç tanışmamış görmüştük. Lisan bilmiyorlardı, Arapça bilmiyorlardı, Kur’an bilmiyorlardı, zorla anlamaya çalışıyorlardı. Onlara bir ufuk açıldı orada ve Müslümanlıkla tanışmaya başladılar. Ve dört sene sonra yaptığımız sempozyumda o aşkı gördük onlarda. Fakat orada çok daha, daha baştan başlamıştık. Burada hazır bir topluluk var. Bir kere Çin’e nazaran daha yumuşak, daha aşk dolu, -tabiî idâresinin de verdiği rahatlıkla- daha tasavvufa yatkın bir topluluk gördük. Bu yüzden burası daha müsait gibi geliyor. En azından daha üst bir seviyeden başlama imkânı bulabileceğiz. Türkçe bilmeleri de çok önemli tabiî. Bu bakımdan çalışmalarımızın daha kuvvetli olacağına iman ediyorum ben.

 

Hocam sizin en önemli amaçlarınızdan birisi, gerçekten bütün dünya bir şekilde Arapça biliyor, bir şekilde Farsça biliyor ama Türkçenin bilinmesi bizim açımızdan çok önemli çünkü Türkçe kaynakların çalışılmasını çok istiyoruz.

Evet.

 

Türkiye’de bu kısmen yapılıyor, mutlaka yapılıyor ama bunların İngilizce makaleler hâline getirilmesi kısmı oldukça yavaş. Hâlbuki burada hazır Türkçe bilen bir ekip var ve bunlar çalıştıkları makaleleri önce İngilizceye çevirecekler. Yani bu sürecin birleşmesi ve hızlanması açısından Japonya’nın nasıl bir rolü olacak?

Çok büyük bir rolü olacağına ben iman ediyorum. Biz mesela Çin’de ve Amerika’da Türkçeyi şartlarımız arasına koymuştuk, öğretilmesini, böyle bir eğitim yapılmasını en azından projelendirmiş ve bir vizyon hâline getirmiştik. Fakat burada ciddi olarak bu çalışmayı görüyoruz ve Japonya’nın çalışmaları Batıya da farklı bir bakış getirecektir İslâm çalışması Japonya’nın ve Türkçe İslâm çalışması. Türkçe’ye bakış da değişecektir, İslâm’a bakış da farklı bir mânâ taşıyacaktır. Bu yüzden çok önemli diye düşünüyorum.

(…)

Eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam?

Tabiî ki bir de Kore’de istiyorum inşallah. Allah bana nasip ederse… Hiçbiri benim özel çalışmam değil. Hepsi Allah’ın bana lûtfu, tenezzülü diye düşünüyorum. Kore’yi de lûtfederse çok büyük bir lûtuf olacak gene de bana. Bu bakış açısından Hocamın mübârek isminin, o akıl almaz vizyonunun her yere yayılmasını diliyorum. Ve onun ismi altındaki gerçek İslâm’ın insanlar arasındaki birliği, beraberliği, ülkeler arasındaki diyaloğu, sevgi bağını arttırmasını diliyorum. Ve inşaallah bir gün -ben bilmiyorum görebilir miyim- ama siz Avrupa’daki üniversitelerde de bu zevki yaşarsınız diye düşünüyorum.

 

Hocam, buraya bu çalışma için gelen herkes mutlaka ne olacağını biliyordu ama gerçek anlamda da ne olacağını bilmiyordu. Tören esnasında herkesin intibâını, tepkilerini izlemeye çalıştık ve şaşkınlık ve hayranlık içerisinde gördük. Siz nasıl değerlendirdiniz?
En çok beni ilgilendiren tabiî tasavvuf profesörü arkadaşlarım oldu. Onların mutluluğunu gördüm. Hakikaten onların da şaşırdığını gördüm. Yani ne kadar bekleseler, Çin çok büyük bir ön örnek olmuştu onlara, ne kadar akademik bir çalışma olduğunu görmeleri açısından. Fakat burası gerçekten vurucu oldu. Dilerim ki Kore de öyle olur ve bu grup bana destek olur. Her zamanki gibi ve birlikte yapılır. Çünkü birlikte olan şeyler güzel yürüyor. Ben sizin şahsınızda çok sevgili iki dostuma, William Chittick’e ve Sachiko Murata’ya özel teşekkür etmek istiyorum bana açtıkları muazzam yol için, her zaman arkamda oldukları için. Mahmut Erol Bey’e teşekkür ediyorum büyük destekleri için ve yanımda olduğu için. Osman Nuri Hocama, Ahmet Hocama teşekkürler ediyorum. Ve diliyorum ki bütün ilâhiyat câmiâsı bir araya geliriz, önyargılarımızı bir tarafa bırakırız ve dinin hakîkatini dünyaya yayarız. Tek dileğim bu. Tek bilmeleri gereken şey; ben bir lider değilim, ben bu işin hizmetçisiyim.

Japonya’da Bir Selâmet Kapısı

Dünyanın öbür ucuna, Japonya’ya doğru uçuyoruz.

Uçakta yanımda oturan genç adamın Suriyeli olduğunu öğreniyorum. Yarım yamalak anlaşıyoruz. Birkaç arkadaşıyla birlikte Osaka’ya, kendi memleketlerinden bir arkadaşlarının yanına gitmekte olduklarını söylüyor. Hepsi de otomobil tamircisiymiş. Japonya’da çalışma imkânı bulabileceklerini düşünüyor.

Halep’ten ve Şam’dan bahsediyoruz. Neredeyse tamamen yıkılan şehirler… İslâm coğrafyasının bu en kadim bölgesi, birkaç senedir inim inim inliyor. Üstelik kendisini İslâm kelimesi ile tavsif eden kişilerin, grupların ve yönetimin zulmü altında… “İslâm” -kelime anlamı selâmet ve barış demek olduğu hâlde- bugün tüm dünyada maalesef terör, şiddet ve savaşlar ile birlikte anılıyor. Tarihin böyle bir döneminde, Japonya’ya doğru yoldayız.

İslâm’ın hakikatini tanımak için tasavvufu bilmek ve yaşamak elzem… Terör ve savaşlarla mücâdelede tasavvufun ve muhakkak ki İslâm’ın merkezini oluşturan tevhid fikri en etkili araç olsa gerek. Bu maksatla kurulmuş olan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış törenine gidiyoruz.

***

Japonya’da, bizi isimlerinin anlamının selâmet ve barış olduğunu öğrendiğimiz “Yasushi”ler bekliyor: Yasushi Kosugi, Kyoto Üniversitesi’nin Asya ve Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi’nin, yani ASAFAS’ın dekanı. Yasushi Tonaga, ASAFAS çatısı altında kurulan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin müdürü. Yasushi İmamatsu da yine ASAFAS’ta görevli bir öğretim üyesi. Hepsi de İslâm’ın bir barış dini olduğunu anlatmak üzere çalışmalar yapıyor; bu konuda önemli bir misyon yüklenmişler. Genç bir ekipleri var: Bu gençler Türkçe biliyorlar, Türkiye’de bulunmuşlar ve Türk-Osmanlı tasavvufuna dair çalışmalar yapmak için programlarını şimdiden oluşturmuşlar.

Dünyanın öbür ucunda olduğumuza inanmak zor!

***

Açılış töreni için bulunduğumuz Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, aslında 2015 senesinin Kasım ayında çalışmaya başlamış. Biz ise bugün bu açılışın tebriki için buradayız.

Biz kim miyiz?

Yeni açılan bu merkezin fikrî ve mânevî annesi, merkezin kurulması için kurumsal girişimi başlatan Kerim Vakfı’nın kurucu üyesi, yine bu inisiyatifte rol alan Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi’nin başkanı, hocası Kenan Rifâî’nin vizyonunu hayata geçirmek için bütün ruhunu ve cismini hizmete koşmuş bulunan Cemâlnur Sargut… TÜRKKAD Genel Başkanı Emine Bağlı… Türkiye’deki çeşitli üniversitelerde tasavvuf disiplininin öğretimini yapan gönül dostları hocalarımız Mahmut Erol Kılıç, Osman Nuri Küçük ve Ahmet Murat Özel… Bu önemli olayı haberleştirerek kamuoyunu aydınlatmak için gruba dahil olan gazeteciler Balçiçek İlter, Sonat Bahar ve Ayşe Olgun… ABD‘deki North Carolina Üniversitesi ile Çin’deki Pekin Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsülerinin açılışının ardından bu sefer de Japonya’da yapılacak bir açılışa, bir fethe şâhitlik etmek üzere orada bulunan biz tâlipler…

Şunu belirtmek gerekiyor ki, Ken’an Rifâî ismi ile şereflenen bu üç üniversite de dünyanın en iyi üniversiteleri konumunda. Ekonomik ve kültürel olarak dünya devleri arasında sayılan üç ülkenin üç seçkin üniversitesine yabancı bir ülkeden gelen ve kürsü ya da merkez kurulmasıyla sonuçlanması hedeflenen akademik tekliflerin birçok bürokratik zorluğa mârûz kalacağını ve bu işin tamamlanmasının en azından zamana mâl olacağını öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. Bizler altı sene içinde bu türlü üç akademik girişimin başarıyla sonuçlandığına şâhit olmuş şanslılarız. Tabii bir de Üsküdar Üniversitesi bünyesinden kurulmuş olan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü var ki, ülkemizde tasavvuf eğitimi adına çok ama çok önemli bir girişim…

***

6 Mart 2016… Kyoto Üniversitesi’nde açılış töreninin yapıldığı salondaki konuşmalar, üniversitenin farklı birimlerinin bu merkezi ne derecede sahiplendiğini de gösteriyor bize. Bütün bir üniversite, merkezi âdeta kucaklıyor! Türkiye’nin Tokyo büyükelçisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen törende…

Tam olarak hakikatiyle anlatması zor bir hâdise… Allah’tan teknolojinin bize birçok imkân sunduğu bir devir yaşıyoruz. Bu vesileyle belirtelim ki Kyoto’ya gelememiş olan dostlardan açılış törenindeki atmosferi görmek isteyenler, Kerim Vakfı’nın internet sayfasına müracaat edebilirler. Açılış töreninin ve yetkili isimlerle yapılan röportajların videoları bu sayfada bulunuyor. Ayrıca imzalanan protokol ile basında çıkan haberlere ulaşmak da mümkün…

***

Tarihin kaydettiği bu açılıştan şahsımıza düşen hisse nedir dersek, insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş bu birimlerin zeminini oluşturan ahlâkî dönüşüm ve insâniyet eğitimi nüvelerini bir an evvel kendi nefsimize ekmek ve değişimi kendimizden başlatmak için harekete geçmektir. Kendi gönüllerimizi üst düzeyde bir eğitimi almaya hazır hâle getirecek bir enginliğe kavuşturmaktır. Hz. Ken’an Rifâî’nin “Tasavvuf bir gün akademilerde öğretilecektir.” düsturunun ferdî planda bize vaadettiği açılım bu olsa gerek vesselâm…

 

Açılış Konuşmalarından…

Kerim Vakfı ile Türk Kadınları Kültür Derneği’nin girişimleriyle Kyoto Üniversitesi çatısı altında açılan Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin 6 Mart 2016 tarihindeki açılış töreninde yapılan konuşmalardan bir kısmını sizler için deşifre ederek burada paylaşıyoruz. Açılış töreninin kaydı ve diğer görsel mateyaller Kerim Vakfı’nın internet sitesinde bulunmaktadır.

***

“Bugün Akademilerde Öğretilecek Tasavvuf, Aslında Ahlâk Eğitimidir”

Cemâlnur Sargut

Tahmin edersiniz ki çok heyecanlıyım bugün. Tekrar, ahlâkın dili olan İslâm tasavvufunun dünyanın bir başka Doğu ülkesinde, peygamberimin söylediği gibi, ilmin arandığı Doğu ülkelerinden birinde tekrar bir araya getirici şekilde yaşamak, başlatmak zevkini Allah bana nasip ettiği için Allah’ıma şükürler olsun.
[Az önce gösterilen] filmde de gördüğünüz gibi 1920’li yıllarda Hocam Ken’ân er-Rifâî bir tarîkat şeyhi iken “Bir gün tekkeler kapatılabilir ama tasavvuf enstitülerde öğretilecektir.” diyerek bize muazzam bir yol açtı. Bugün akademilerde öğretilecek tasavvuf, aslında ahlâk eğitimidir. Çünkü Peygamber’e sorulduğunda “İslâm nedir?” diye, “Güzel ahlâktır.” diyor. Öyleyse bugün eğer evrensel bir lisan bulacaksak ve tevhitte birleşeceksek bunun lisanı tasavvuf olmalıdır, İslâm tasavvufu olmalıdır. Buradan anlaşılıyor ki güzel tārifiyle tasavvuf, tevhitten bakıp kesrete göre hareket etmektir. O zaman insanlık âleminin ortak nokta bulması, birleşmesi, yaratıcıyı sevmek ve yaratılanı sevmekle mümkündür. Yaratılanı, yaratıcıdan ötürü sevmekle mümkündür. Yaratıcıyı sevmek ancak ilimle mümkün olur. Tevhit ilimle anlaşılır. İlim ise Yunus Emre’nin dediği gibi “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.” demektir. O hâlde kendini bilen yaratıcısını bilir, yaratıcısını bilen yaratılmış herkesi değil, yaratılmış her şeyi sever.
İki gündür Japonya’yı geziyoruz. İlk gelişimiz bizim Japonya’ya ve ben İslâm tasavvufunun burada yaşandığını gördüm. Her şeye çok değer veriliyordu, “her şeye” çok değer veriliyordu. O zaman işte bizim birlikte yapabileceğimiz çok şey var demektir. Bizim sizden öğreneceğimiz çok şey var. Belki de bizim de öğreteceğimiz çok şey var. Ben kendi adıma bu konudaki hizmetçilikten çok memnunum.
******
“Türkiye, İslâm’ın Güzel Yüzünü Temsil Ediyor”

Ahmet Bülent Meriç

Türkiye Cumhuriyeti Tokyo Büyükelçisi

Değerli hocalar, değerli misafirler,

Türkiye ve Japonya din açısından da değişik inançlara sahip olmalarına rağmen kendi ülkelerinde dinsel hoşgörüyü yaratabilmiş iki millettir. İslâm’da sufizmin beşiği denilince Anadolu’nun akla gelmesi gerekiyor. Türkiye’de dinsel hoşgörünün oluşmasında da sufizmin çok büyük rolü olmuştur. On üçüncü yüzyılda yaşamış olan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî “Gel, ne olursan yine gel.” deyişiyle özetleyebileceğimiz mâneviyatı Türkiye’de herkesin kalbine nakşetmiştir. Zaten Türkiye’deki sufizm sayesinde Türkiye bugün İslâm’ın gerçek anlamını, İslâm’ın güzel yüzünü temsil etmektedir. Türkiye sadece coğrafî açıdan değil medeniyetler arasında da bir köprü rolü oynamaktadır. Türkiye’deki sufizmi, Japonya’da Kyoto Üniversitesi gibi önde gelen bir üniversitede yaşatacak bir merkezin kurulmuş olması kanaatimce Japon düşünce dünyasına büyük bir zenginlik kazandıracaktır. Bugün açılışını yapacağımız Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin başarılı çalışmalara kaynaklık edeceğinden eminim. Biz Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği olarak bu merkezin çalışmalarına elimizden gelen yardımı göstereceğiz. Bu merkezin kurulmasında emeği geçen, bu girişimi destekleyen herkese teşekkürlerimi sunuyor, sizleri saygıyla, sevgiyle selâmlıyorum.
******
“İslâm Dünyasındaki Gidişat, Tasavvufî Araştırmaların Bir İhtiyaç Olduğunu Gösteriyor”

Mahmut Erol Kılıç

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Değerli arkadaşlar,
Hepiniz hoşgeldiniz. Geçen sene Çin’de Pekin Üniversitesi’nde bir güzel çalışma başlattık Cemâlnur Hanım sayesinde. Daha sonra burada, şimdi Kyoto Üniversitesi’nde böyle bir program başlıyor. Bunun şöyle bir önemi de var aynı zamanda: Hem İslâm dünyası olarak hem de dünya genelinde çok enteresan bir dönemden geçiyoruz. Bu geçmekte olduğumuz dönemde bütün gidişat (…), -özellikle İslâm dünyasındaki gidişat- tasavvufî araştırmaların bir ihtiyaç olduğunu bittecrübe bize göstermekte. O kadar ki artık Müslüman dünyası bile İslâm’ın günümüzdeki kötü temsilinden bîzar olmuşlardır, hepimiz “yeter artık” demekteyiz. Tasavvufî İslâm, akademide ihmâl edilen bir İslâm. Dolayısıyla inşaallah burada ben Profesör Tonaga’ya ki benim uzun yıllardır arkadaşımdır, bir kere daha teşekkür ediyorum. Sebebi de şu: Ondan öncesinde hep Japonya’daki İslâm çalışmaları yapan profesörler, tasavvuf üzerine Arap dili ve Edebiyatıyla ilgili çalışmalar yaparlardı veya Fars Dili ve Edebiyatıyla ilintili çalışmalar yaparlardı. İlk defa Tonaga’yla beraber Osmanlı yani Osmanlı Türkçesi’nin de dâhil olduğu bir üçüncü dönem tasavvufî çalışmalar yapılıyor olması aslında çok çok önemli bir teşebbüs. Bu açıdan ben bir kere daha kendisini ve sizleri de tebrik ediyorum.

İnşaallah hayırlara vesile olur. Teşekkür ederim, sağolun.
******
“Farklı Kültürlerin Birbirini Tanıması İnsanlığın Gelişimine Katkılar Sunacaktır”

Osman Nuri Küçük

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü
Saygıdeğer Büyükelçim, saygıdeğer hocalarım, saygıdeğer meslektaşlarım ve değerli dostlar,
Bugün önemli bir güne tanıklık ediyoruz. 1920’lerde tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda “Günün birinde tasavvuf akademik ortamlarda öğretilecektir.” sözü bir vizyonun göstergesidir. Bugün o vizyonun müşahhas bir hâle dönüştüğü, somutlaştığı bir dönem yaşıyoruz. Farklı kültürler arasında kurulacak kanallar, farklı kültürlerin hem birbirini tanımasına hem de dünyanın, insanlığın gelişimine olumlu katkılar sunacaktır. Sanırım tarihte ve günümüzde farklı kültürler arasındaki çatışmanın temel nedenlerinden birisi kültürlerin birbirini tanımaması, önce bir kavram kargaşası, ardından gelen kültürel çatışma ve ardından maalesef birtakım savaşların, çatışmaların yaşanması. Tasavvuf, mistisizm, dinlerin, bütün dinlerin vahiy kutsal geleneğine dayanan yönü itibâriyle aralarında bütün insânî değerlerin ortak bir harmanda, ortak bir vizyon çerçevesinde bütün insanlığın gelişimine ve medeniyetinin gelişmesine büyük bir katkı sunacağı bu tür çalışmalarla desteklenecektir.
Japonya’nın bizim millî geleneğimizde şöyle önemli bir yeri var: Millî şâirimiz, istiklâl şâirimiz Mehmet kif Ersoy’un yaşadığı dönemde bir Japonya seyahati vardır. Japonya seyahatinden döndükten sonra Mehmet kif Ersoy şunu söylüyor: “Onlar Şintoizm ve Budizmi yaşıyorlar biz İslâm’ı yaşıyoruz, farklı kelimelerle aslında aynı hakikatin tezâhürlerini yaşıyoruz.”
Sözlerimi bir Kur’ân âyetiyle noktalamak istiyorum. “Allah sizleri farklı farklı milletler hâlinde yaratmıştır ki birbirinizle tanışasınız.”
Teşekkür ederim, saygılar sunarım.
******
“Bu Merkez, Kültürün İçindeki Sûfî Temaların İncelenmesi İçin Büyük Bir Fırsat”

Ahmet Murat Özel

Yalova Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi

Hanımefendiler, beyefendiler,
Târihî bir hâdisenin hakikaten şâhitleriyiz. Japonya’da çok önemli bir üniversitede çok güzel bir merkez açılıyor. Profesör Yasushi’nin başkanlığında burada (…) tanıştığımız bu süre boyunca gözlemlediğimiz çok güzel bir ekip var. Türkçe biliyor olmaları bizi heyecanlandırıyor.
Profesörün sunumunda birkaç kere atıfta bulunulduğu gibi merkezin odaklanacağı konulardan bir tanesinin İbn-i Arabî okulu olacağını söylemişti. Çünkü İbn-i Arabî okulunun Anadolu’daki varlığı birçok önemli eseri ortaya çıkardığı gibi Anadolu’da popüler kültürün, halk kültürünün birçok önemli parçasını da oluşturmuştur. Böylece aslında Profesör Tonaga’nın işâret ettiği tasavvufun popüler kültür tarafı, doktrinel tarafı, ahlâk tarafı, bütün bunların aslında tezâhürlerini incelemek için de sadece bir akademik doktrinel “sufi studies” meselesinden daha büyük olarak, Türk toplumunu daha yakından tanımak için de önemli bir fırsat ele geçmiş bulunuyor.
Kitap merkezli akademik çalışmalar zaten yapılıyor, daha da güzelleri yapılacak inşaallah. Ama ben özellikle burada açılan bu merkezimizi özellikle popüler kültür içindeki sûfî temalara, sûfî bağlantılara yönelik bir ilgiye davet ediyorum. Böylece “studies”in başlığı altında yer alan bu merkez, böylece hakkıyla ASAFAS adlı o üst çatısıyla çok uyumlu bir çalışma yapmış olacak. Yani antropolojiden halk bilimine, müzikbilimden tasavvuf doktrinine kadar çok geniş bir yelpazede çalışma imkânı bulacaktır diye tahmin ediyorum. Buradaki ekibin bunu hakikaten başarabileceğine dâir bir güçlü kanaatim var. Çünkü beraber olduğumuz arkadaşlarımızdan birinin, hapşırınca “elhamdülillah” dediğine şâhit oldum. Bu hakikaten toplumun kılcallarına nüfuz etmekle mümkün olan bir şey.
Ben tekrar hayırlı olsun, hayırlı mübârek olsun diyorum, teşekkür ediyorum. Hepinize hayırlı günler diliyorum.

“İslamofobiyi tasavvufla yeneceğiz”

Ayşe Olgun – YENİ ŞAFAK – 13 Mart 2016

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) ve Kerim Vakfı’nın girişimleriyle ABD ve Çin’den sonra Japonya’nın Kyoto Üniversitesi’nde de Kenan Rifai Tasavvuf Araştırma Merkezi açıldı. Geçtiğimiz hafta Japonya’nın Kyoto şehrinde yapılan resmi açılışa biz de katıldık. Kyoto Üniversitesi, bilimsel çalışmaları ve aldığı Nobel ödülleriyle tanınıyor. TÜRKKAD ve Kerim Vakfı’nın girişimiyle İslam Enstitüsü Bölümü içinde kurulan Kenan Rifai Merkezi ise bundan sonra İslam tasavvufu araştırmalarıyla aynı üniversitenin bünyesinde adını dünyaya duyurmayı hedefliyor. Merkezin direktörlüğüne Kyoto Üniversitesi Asya ve Afrika Çalışmaları Fakültesi öğretim üyesi ve aynı zamanda aynı üniversitenin İslam Araştırmaları Merkezi’nde araştırmalarını yürüten Prof. Dr. Yasushi Tonaga getirildi. Tonaga, İslam tasavvufu çalışmak isteyen öğrencilerini öncelikle Türkiye’ye gönderiyor. Bunun sebebini de “İslam kültürünü iyi anlamak için Osmanlı kaynaklarını iyi bilmek lazım” diye açıklıyor. Törene katılan akademisyenlerin çoğu Türkiye’de çalışmış ve çok iyi derecede Türkçe biliyorlar. İslamofobiye karşı Japon halkına İslam’ın terör ve şiddet değil barış dini olduğunu anlatmak istediklerini söyleyen Tonaga, “Yeni merkezimiz genel Japon toplumunu İslam’ın diğer yüzü, yani İslam sufizmi hakkında bilgilendirmeyi başarabilirse, onlar da böylelikle İslam’ı farklı bir ışık altında görmüş olup İslam’ın güncel imajını değiştirecektir” diyor. Tonaga ile tasavvuf yolculuğunu, Türk tasavvuf araştırmalarını, yeni açılan Kenan Rifai Merkezi’ni ve İslamofobiyi konuştuk.


Önce şuradan başlayalım. Tasavvufa ilginiz nasıl başladı?
Tasavvufla alakam üniversitedeki ilk yılımda başladı. Ayrıca Toshihiko Izutsu’nun İbn Arabi ve onun ideolojisi üzerine yazdığı bir kitaptan etkilenmiştim.

Izutsu’dan etkilenip siz de İbn Arabi üzerine çalışmaya başladınız öyle mi?
Evet.

Sadece akademik olarak mı ilgilendiniz yoksa sufizme kişisel olarak da ilgi duydunuz mu?
Ben kendimi maalesef sufi olarak tanımlamıyorum. Tasavvuf düşüncesiyle çok yakından ilgileniyorum, ancak sadece İslam tasavvufuyla değil, genel olarak mistisizm ile yani dünyada bilinen her türlü mistisizm ile ilgileniyorum. Profesör Izutzu da aynı şekilde genel olarak mistisizm ile ilgileniyordu, özellikle de Doğu’daki mistisizm ile, yani oryantal olan mistisizmle. Ona göre İslam sufizm demekti. Bu çalışmaları yaparken “Izutsu Oryantalizmi” adı altında kendi oryantal felsefesini oluşturmak istiyordu. Taoculuk, Budistlik, Zen mistisizmi ve Budistliğin çeşitli mistisizm trendlerini ve Hint mistisizmini vesaire içeren bir oryantal felsefeydi bu. Mümkün olduğu kadar ben de onun düşünce yolundan gitmek istiyorum. Bu yeni açmış olduğumuz merkezde de çeşitli mistisizm trendlerinin karşılaştırması üzerine bir çalışma yapmak istiyorum, sadece sufizmle değil, aynı zamanda İslam sufizmi ile Budist mistisizm karşılaştırması mesela.

Türkiye ile bağlantınız nasıl başladı?
1986-1988 yılları arasında Kahire Üniversitesi’nde okudum. Bu sırada 1987’de Türkiye’yi görmeye geldim. O an Osmanlı döneminin İslam kültürü için çok önemli olduğunu anladım, ancak yeterince bilgi sahibi değildim ve Osmanlı döneminde İslam medeniyeti ve İslam’da mistisizm konularını araştırmaya karar verdim.

Türkiye’de ne kadar süre araştırma yaptınız?
Daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye’ye ilk 1987 yılında geldim. Daha sonra 1991’de ve ardından birkaç defa daha geldim. Ayrıca 2002 yılında tekrar gelip İstanbul Üsküdar’da altı ay kaldım. O tarihten itibaren de her yıl yaz mevsiminde İstanbul’da bir ay kalmaya başladım.

Çalışırken belgelerden yararlandınız. Özellikle de Osmanlıca metinlerden. Bunlar sizin çalışmalarınıza ne tür katkıda bulundu?
İslam medeniyeti konusu üzerindeki araştırmalarıma ilk olarak Arapça ve Farsça ile başladım. Bunlar Türk kültürü için önemli. Süleymaniye Kütüphanesi’nde çok sayıda el yazması buldum. Bunlar sadece Arapça ve Farsça değildi, aralarında çok sayıda Osmanlıca el yazması da vardı. Bu el yazmaları sufilik üzerine araştırma yapma isteğimi arttırmıştı.

Kyoto Üniversitesi’nde Tasavvuf Kürsüsü açma fikri nasıl ortaya çıktı?
Sufi araştırmaları için Japonya Kyoto Üniversitesi’nde Kenan Rifai Sufi Araştırmaları Merkezi’ni açmış bulunmaktan çok mutluyum. Kyoto Üniversitesi’nin mistisizm çalışmaları üzerine uzun bir tarihi vardır. Özellikle de Budizm, Taoculuk vs. gibi Uzak Doğu mistisizmi. Bununla birlikte İslam mistisizmi ile ilgili yeni trendler üzerinde çalışmalara başlandı. Dolayısıyla Kyoto Üniversitesi’nde bu sufi araştırma merkezinin açılmasının Japonya’daki tasavvuf çalışmaları ve Uzak Doğu için çok önemli bir dönüm noktası olduğuna inanıyorum.

Bu merkezde İslam ile ilgili yapılan çalışmaların dünyadaki İslamofobi’nin önüne geçmesi konusunda bir katkısı olacak mı? Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Japonya’da Avrupa ya da Amerika’da olduğu gibi çok aşırı bir İslamofobi yok. Ama terör sebebiyle Japonların genel olarak İslam’a bakış açıları çok negatif. Ancak ben birkaç çeşit İslam olduğunu düşünüyorum. Biri çok terör odaklı radikal İslam. Ama Türkiye’deki geleneksel İslam’ın bu tarz bir İslam’dan çok farklı olduğunu düşünüyorum. Ve bunun sufizm ve tarikat geleneğine bağlı olduğunu düşünüyorum. Ben de sufizme dayalı Türk İslam örneğiyle İslam’ın asıl yüzünü göstermek istiyorum. Japonya’da İslamofobi çok yüksek düzeyde değil. Bu sebeple şanslıyız. Ama Japonların İslam hakkındaki genel bilgi düzeyi de çok düşüktür. Dolayısıyla İslam’a bakış açımız çok yanlıdır. O yüzden, yeni merkezimiz genel Japon toplumunu İslam’ın diğer yüzü, yani sufi İslamı hakkında bilgilendirmeyi başarabilirse, onlar da böylelikle İslam’ı farklı bir ışık altında görmüş olup İslam’ın güncel imajını değiştirecektir.

Ortadoğu’ya baktığımız zaman İslam ülkeleri arasında savaş ve şiddet söz konusu. Yine son zamanlarda İslam’ın adı IŞİD ile anılmaya başladı. Bütün bunlar Japonlar’a İslam’ı anlatırken sizi zorluyor mu?
Sufizm alanında uzmanlık yapan biz Japonlar için zor bir durum bu. Genel Japon toplumuna İslam’ın özünde radikallik ya da şiddet olmadığını anlatmak kolay değil. Bizim bu insanlarla sadece üniversite içinde değil aynı zamanda üniversite dışında verilen seminerlerde de konuşup görüşmek için çok imkanımız oluyor. Onlara İslam’ın özünde barış ve sevgi dolu bir din olduğunu ve bunun sufizme dayalı olduğunu anlatıyoruz. Ama bir gün verdiğim seminerlerden birinin hemen ardından bir bomba olayı gerçekleşti. Dolayısıyla o terör olayı sayesinde Japon halkını anlatmak istediğim her şey alt üst oldu. Bu çok üzücü bir durum ama Japon halkının İslam’a bakış açısını düzeltmek için çabalamaya devam etmemiz gerektiğine inanıyorum.

Japonya’dan Türkiye’ye gelen çok sayıda akademisyen var. Bu akademisyenlerden çoğu Süleymaniye’deki Osmanlı arşivleri üzerinde çalışıyor. Ama iki ülkeye baktığımız zaman ikisi birbirinden çok uzak. Sizce bu ilginin sebebi nedir?
Çok sayıda Japon akademisyenin Osmanlı arşivleri üzerinde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı doğrudur. Ama benden önceki Japon akademisyenler İstanbul’a Osmanlı tarihi üzerinde çalışma yapmak için geliyordu. Yani İslam düşüncesi, özellikle de sufizm üzerinde çalışma yapmak için değil. Muhtemelen bu konu üzerinde Süleymaniye’deki arşivlerde araştırma yapan ilk Japon bendim ama benden sonra çok sayıda genç benim izimi takip ederek Süleymaniye’deki Osmanlıca el yazmalarından bilgi topluyor. Şimdilerde sufizm konulu Osmanlı arşivleriyle ilgilenen Japon akademisyenlerin sayısı giderek artmakta.

Bugüne kadar kaç öğrenci yetiştirdiniz, tasavvufun hangi alanlarında çalışmalar yaptılar?
Okulda üç lisansüstü bölüm vardır. Bu üç bölümden biri bizim bölümümüzdür ve bu bölümde üç departman vardır. Bu departmanlardan biri de İslam Dünyası Araştırmalarıdır. Biz sadece lisansüstü eğitim verilmektedir, lisans eğitimi verilmemektedir. Ve her sene bu lisansüstü eğitim için yalnızca üç öğrenci seçiyoruz. Yani her sene ben tasavvuf araştırmaları için bir ya da iki öğrenci seçiyorum. Bunlardan bazıları Arap tasavvufu bazıları da İran tasavvufuyla ilgileniyor.

Öğrencilerinizi daha çok Türkiye’ye yönlendiriyorsunuz bunun sebebi nedir?
Son zamanlarda ise, öğrencilerimin yaklaşık yarısı Türk tasavvufuyla ilgileniyor, Osmanlı dönemi tasavvuf ile modern Türkiye’de tasavvuf. Öğrencilerimizi yabancı ülkelere, göndermek için çeşitli programlarımız bulunmakta. Bu ülkelerden biri de özellikle Türkiye’dir. Bu nedenle, her sene öğrencilerim birkaç ay hatta bazı durumlarda bir-iki sene Türkiye’de bulunuyorlar. Burada gerek alan çalışmalarını yürütüyorlar ya da zamanlarını kütüphanelerde ve arşivlerin arasında geçiriyorlar.

Kenan Rifai Enstitüsü kuruldu ve siz de bunun başındaki isimsiniz. Bundan sonra bu merkezde neler yapılacak? İslam’a katkısı, sufizme katkısı ne olacak?
Geçen yaz Türkiye’ye gitmeden önce Japonya’da Kerim Vakfı’nın Kyoto Üniversitesi’nde sufizm üzerine bir merkez açmaya niyet ettikleri konusunda bilgilendirildim. Ağustos 2015’te de yazın bir ay İstanbul’da kalma fırsatım olmuştu. O sırada Kerim Vakfı ile de görüşmek için birkaç fırsatım olmuştu. Bir görüşmemizde de merkezin kurulması hakkında anlaşmaya vardık ve ardından görüşmelerimiz devam etti. Kasım 2015’te Kenan Rifai Sufi Araştırmaları Merkezi’ni kurmaya karar verdik. Hazırlık ofisini o zaman açtık. Mart 2016’da da Kyoto Üniversitesi’ne yaklaşık 50 seçkin Türk misafir davet edip merkezimiz için çok heyecanlı bir açılış töreni düzenledik.

Gelecekte ise burasının tasavvuf çalışmaları alanında Asya ve özellikle de Uzak Doğu, güneydoğu Asya, doğu Asya, vesaire için bir merkez haline dönüşmesini istiyorum. Merkezimizin ayrıca Uzak Doğu ile Orta Doğu arasında köprü görevini görmesini istiyoruz. O yüzden öğrencilerimin çoğunu Sufizm araştırmaları için Türkiye’ye göndermek istiyorum, yalnızca modern Türkiye’de tasavvufu değil aynı zamanda Osmanlı dönemi tasavvufu konusunda araştırma yapmaları için. Ayrıca Türk öğrencileri ile akademisyenlerin de Kyoto Üniversitesi’ne gelip seminer vermeleri ya da okumaları için başımızın üstünde yerleri vardır.

 

Bahar Geldi Japonya’ya

Amatör kalemleriz biz. Bu derginin içeriğine katkı sağlayan başta bendeniz olmak üzere, bizim kız-bizim oğlan dost yüzler toplandık; sâlih niyetlerle dökülürüz kâğıtlara. Duygularımızı, fikirlerimizi, tecrübelerimizi aktarmak isteriz. Çoğu yerde yazdıklarımız kendi içimize bile sinmez ama “istikrar mükemmeliyetten en âlâ kerâmettir” düsturuyla gayret ederiz. Biliriz ki aktarabildiğimiz her güzellik O’ndan ve bütün sürçmeler nefislerimizdendir.

Amatör kalemdir bu fakir de. Amatör olmak da o denli kötü bir şey değildir hani. İmaj kaygısı gütmeden, algıyı yönetmeye çalışmadan, içimden geldiği gibi yazarım. Hatâ kaldırır, su götürür. Kimi yerde bir ergenin mahremini kilitli günlüğüne aktardığı gibi akarım bu satırlara. Câhilce ama naif bir cesaretle. Hatâları örten, eksikleri tamamlayan sıfatlarına sığınarak…

Yaşadığımız ânın bendeki tecrübelerini aktarmaya çalışırım kalemim döndüğünce. nın bıraktığı hâli târiftir misyonum. Ama öyle bazı anlar vardır ki, temâşâ ettiğimize ne kelimelerim yeter yazacak olsam, ne renklerim yeter çizmeye kalksam… Zevkin içinde sarhoş olur da kalakalırım öylece. Duygularım yoğunluktan yumru olur, akışkanlığını yitirir, içime çöker. Çöker de gülmeye kalksam kahkaha olup taşmaz, ağlayayım desem gözyaşı olup akmaz.

Bu anlardan birine Japonya’da şâhit olduk kısa bir vakit evvel. Hocamızın eteğinde Japonya’ya gittik. Amerika’ya gidildiği, Çin’e gidildiği gibi bir vizyonun ışığına kapıldık, bu sefer de Japonya’ya gittik.

Kyoto Üniversitesi’nde mübârek ism-i şeriflerine ithâfen bir tasavvuf araştırmaları merkezinin kurulduğu, artık bu okurun mâlûmudur. Ve mâlum olan kısmını anlatmak kolaydır. Ağırlamalar, protokoller, konuşmalar… Japon zarâfetinin temsili gibi bir kurdele kesme töreni… Bunları bir haberci diliyle yazmak inanın kolay.

Dünyaya gerçek İslâm’ı anlatacak ve öğretecek ve kurulduğu toprağı mayalayacak bir merkezin açılışını anlatmak daha kolay. Açılan her bir merkezin toplumlara dönüştürücü bir ortak payda sunmaya soyunduğunu görmek, bugün İslâm adına yaşanan talihsiz ne kadar olay varsa hepsinin gelecekteki diyeti olacaklarını haykırmak inanın kolay.

Kolay olmayan, hiçbir sıfata tâlip olmayan, yalnızca öğrencilik sıfatıyla hocasının ilmini yaymaya çalışan o kişinin küçücük bedeninden taşan heybeti târif etmek…

Kolay olmayan, aşktan yanmış gönlünün kendini saklama çabasına rağmen bakışlarındaki kor bir parıltı ile kendini ele verişini yazmak…

Zor olan, görüntüde resmî ve protokolü bol bir törende hocasının eteğine yapışmış kırk tane kadın ve erkeğin en hâlis duygularla taşan gözyaşları ve tören sonunda hocalarına sarmal oluşlarını anlatmak…

Zor olan, o salona fiziken ulaşamayan ama gönüllerini paket edip yanımıza vermiş olan hocanın tüm evlâtlarının internetten canlı yayın yapan Belgin’in kamerasından salona akışlarını ve o salonun içinde vücut bulan varlıklarını anlatmak.

Kolay olan, Japonya’yı baştan aşağı saran meşhur bahar çiçeklerinin öncülerini gördüğümüz cennet bahçeler ve güzel insanları anlatmak; zor olan ise orada hepimizin içinde açan baharları dökebilmek.
Diyorum ya, bu anlar duygunun yoğunlaşıp yaşandığı ana ve ortama çöktüğü zamanlar. Ne yazsanız yine de eksik bırakacağınızı bildiğiniz ama yaşatana hep şükrettiğiniz…

“Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, Tasavvuf Çalışmaları İçin Japonya’da Bir İlk…”

Bu fırsattan dolayı teşekkür ederim. Bugünkü tören ardından duyduğum keyfi ve heyecanı dile getirmekten dolayı çok mutluyum. Ayrıca bu organizasyona katılmak üzere Türkiye’den gelmiş olan bunca dostu görmek de çok güzel. Kyoto Üniversitesi’ndeki Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılışı, târihî açıdan ele alındığında muazzam bir olay. Japonya’daki İslâmî çalışmalar ve tasavvufî çalışmalar gençler için olumlu izlenimler sunmaktaydı ancak açık konuşmak gerekirse, kurumsal düzeyde bunlar yeterli değildi. Bu merkez, tasavvufî çalışmalar yapacak ilk kurumsal merkez; hatta sanıyorum uluslararası seviyede de tasavvuf araştırmalarının yapıldığı sadece birkaç kurum mevcut. Japonya’da ise bu ilk… Ben bunun kültürel ve entelektüel tarihimiz için bir dönüm noktasını olduğunu düşünüyorum.
Din olarak İslâm’ı, İslâm dünyasını ve Müslümanları anlayabilmek için, sosyal, politik, mânevî ve kültürel yönleri ve medeniyet ile ilişkili boyutları anlamamız lâzım. Ancak bugünlerde toplumsal ilgi özellikle de Batı’daki toplumsal ilgi sınırlı. Ben bu yeni merkezin, İslâmî çalışmaların tasavvufî ya da mânevî boyutuna odaklanarak bir denge yaratacağına inanıyorum. Biz İslâm’ın sadece tasavvuf boyutunu anlamanın yeterli olduğunu düşünmüyoruz, tamamını anlamaya ihtiyacımız var ama bu kısım şu ana kadar sosyal olarak en az dikkate alınan kısım. Bu merkez, akademik ve entelektüel çalışmalar ortaya koymalı ama aynı zamanda toplumsal katılım da olmalı. Aslında Japonya’da İslâm algısı çok kötü değil. Ancak 11 Eylül sonrası ve yakın zamandaki savaşlar nedeniyle insanlar korkuyorlar, korkuyoruz. Batı ülkelerinde bu korku İslamofobi şeklinde ama Japonya’da böyle değildi. Muhakkak ki İslâm hakkında yanlış fikirlere sahip insanlar var ama Japon halkının ilgisi daha ziyade kültüre ve medeniyete yönelik. 1990’lara baktığımızda medeniyetlerin çatışmasından bahsediyoruz ama bu Japonya için kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü Japonya’da medeniyet demek erdem demektir. Erdemlerin çatışmasından nasıl söz edebiliriz? Bu yüzden Japon halkı belli kesimlerin dışında bu argümanın peşinden gitmedi ve Japonların bu karşı duran tavrı bu merkezin gelecekte yapacağı çalışmalarla da cesaretlendirilecektir diye umuyorum ve hatta bundan eminim.
Asya’nın iki ucundaki Türkiye ve Japonya arasındaki bu akademik, entelektüel ve kültürel işbirliğinin hârika şeyler yaratacağına inanıyorum.

Yasushi Tonaga

(Prof. Dr. Yasushi Tonaga, Kyoto Üniversitesi Asya ve Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi Dekanı – Kyoto Üniversitesi Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj – 6 Mart 2016/ Kyoto)