Bundan beş sene önce Almanya’da bir kilisede Hazret-i Meryem’i anlatıyorum. Benden öyle istediler, Kur’an’a göre Meryem Hazretleri’ni anlatmamı. Doğrusu çok zor bir iş Hazret-i Meryem’i anlatmak, çünkü Kur’an onu yere göğe koyamıyor; kadınların en yücesi, kadın olmanın güzelliğini yaşatan bir sultan diye anlatıyor. Ondaki derin mânâları, ondaki sâfiye makāmının hakikatini, o sâfiyenin içinde Allah’ın Rûhullah’ını taşıdığını öğretiyor Kur’ân bize. Anlattığım zaman çok şaşırdı Hıristiyanlar. Müslümanlar nasıl Hazret-i Meryem’i bizden iyi tanıyorlar, bu kadar seviyorlar, çok şaşkın şaşkın sorular sordular. Allah’tan âyetleri yazmış ve Almancaya çevirip dağıtmıştım. Sonra hayatımın en güzel sorusuyla karşılaştım. (…) Hıristiyan bir hanımefendi dedi ki, “Hocam siz bu Meryem’i görmüşsünüz. Görmüşsünüz yoksa böyle anlatamazdınız.” İlk defa bir soru karşısında düşündüm. Hafifçe gözlerimden yaş geldi. (…) “Gördüm” dedim, “o benim mürşidimdi.” Sâmiha Anne, Türkiye’de Meryem makāmını temsil eden bir sultandı. Onda inanılmaz bir hakikat, mürşide ait bütün güzellikler gizliydi.
Daha sonra çok kişiye mürşit tarifini yaparken, onun üç özelliğini anlatmaya çalıştığımı farkettim. Birincisi, ahlâk-ı muhammedîyi tam mânâsıyla Sâmiha Anne’de seyrettik biz. O, mütevâziydi. Herkese hürmet ederdi. Muazzam bir savaşçıydı ama kişiyle değil, -izm’lerle savaştı, ideolojilerle savaştı. İslâm’ın mânâsını öğretmek için savaştı. Ama insanlara düşman olmadı. Düşman olmayı öğretmedi, kin beslemeyi öğretmedi. Sâmiha Anne asla hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi. Her zaman kudretliydi, her zaman güzeldi. Sâmiha Anne’den yalan duymadık biz. Sâmiha Anne’den eleştiri, küçük görmek, insanlar aleyhine konuşmayı görmedik, böyle şeyler görmedik. Peygamber’i yaşar gibiydik. Daha sonra ben bir rüyada onu gördüğümde, “işte benim peygamberim geldi!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Cîlî okurken, aynı mânâyı o şöyle ifâde ediyordu: Hocama baktım, Peygamber’in onda tecellî ettiğini gördüm. Ama zamana hürmeten ona ismiyle hitap etmeye devam ettim. Ahlâk-ı muhammedî vardı onda. Bu birinci özelliğiydi.
İkinci özelliğinde, dünya ve âhireti dolu dolu yaşayan bir Sâmiha Ayverdi gördük. Dünyanın her ânının tadını biliyor, çıkarıyor, her kişiyle, üzüntü çeken her kişiyle üzüntü çekiyor ama bunu gönlünde cehennem kuracak hâle indirgemiyordu. (…) Âhiret zevkini bize öğretti ve aşıladı. Daha sonra Hancı kitabını elime aldığımda, işte benim kitabım, işte benim Sâmiha Annem dedim ben. Çok kişi tanımadı Hancı’yla Sâmiha Anne’yi, başka kitaplardan bahsettiler. Ama benim Sâmiha Annem “Hancı”ydı. O benim hanımın sâhibiydi.
Onun üçüncü özelliği gerçekten, dünya sevgisi fakat âhiret ahlâkı, Peygamber sevgisi fakat hiçbir şekilde kendine dâvet etmeyen ve Allah’a götüren bir köprü gibiydi. Hatta efendisinden başka bir isim de duymadık onun ağzından. O bir kalemdi, efendisini yazıyordu sanki.
“Ken’ân er-Rifâî onun hayatından Şems gibi gelmiş geçmişti”
Daha sonra Ferideddîn-i Attar’ın şu şiirini okuduğum zaman belki Sâmiha Anne’yi daha iyi anladım. Şöyle anlatıyordu, önce nefis ehli olan sonra da Hak âşığı, Yusuf’ta Allah’ı bulan Züleyhâ’yı anlatırken: Züleyhâ, Yusuf’un geçeceğini duyunca, artık yaşlanmış, nefsâniyeti bitmiş, bir kenara oturdu. Başına bir örtü örttü Yusuf onu tanımasın diye. Yusuf tam önünden geçerken atının üstünde heybetli bir şekilde, “aaah” dedi Züleyhâ. Ve o zaman elindeki kamçı ateş aldı, alevlendi, Yusuf elinden kamçıyı attı. Züleyhâ ellerini açtı, şöyle dedi: “Yâ Rabbi, o bir peygamber, bense bir basit kadın. Ama bir peygamberin taşıyamadığı aşk acısının ne kadar büyüğünü ben gönlümde taşıyorum.” Attar şöyle diyordu, Züleyhâ’lar olmasa Yusuf’u kim bilecek? Peygamber olmasa, Allah’ı kim bilecek? O zaman düşündüm. Sâmiha Anne’nin aşkı olmasa devrin sâhibi Ken’ân er-Rifâî’yi kim tanıyacak?
Baştan aşağıya aşk bir mürşit tanıdım ben. Çok küçük yaşlarda, ben doğduğumdan beri Sâmiha Anne benim hayatımda oldu. Dört yaşındaydım, kapıyı daha çalmadan Sâmiha Anne, ben aşağı gider kapıyı açardım. Onun geleceğini hissederdim. Nasıl bir aşktı bu içimde oluşturduğu, nasıl bir sevgiydi, nasıl bir bir şeydi, hiçbir şekilde anlatmam mümkün değil ama o benim gözümde her şeydi. Ona kendimi beğendirirsem, Allah’a beğendireceğimi biliyordum. Onun ahlâkını anlamaya ve tanımaya çalıştım bütün ömrümce. On dört yaşındaydım “Batmayan Gün”ü elime aldığımda. O nasıl bir kitaptı o, içinde her şey vardı. Kerim Bey vardı; Ken’ân er-Rifâî’ydi Kerim Bey. Sonra onu can seven Sâmiha Anne vardı içinde. Onu anlamaya çalışan, onu idrak etmeye çalışan ve onunla sonunda bir olan Sâmiha Anne. Onun içinde benim Nazlı Annem vardı. O Allah evliyâsı… Onun içinde Semiha Cemâl de vardı. Onun içinde bütün Allah sevgilileri var gibiydi. Mevlânâ’nın aşkıyla bakıyordu, Şems’e duyduğu aşkla, o, Ken’ân Rifâî’yi anlatıyordu. O baştan aşağı aşk kesilmişti ve Ken’ân er-Rifâî onun hayatından Şems gibi gelmiş geçmişti. Şöyle dedi o:
Ben devletten ayrıldım
Ben izzetten ayrıldım
Yer gök ağlamış çok mu?
Devletlimden ayrıldım
Zaman zaman içindeydi
Ben zamanın içinde
Yerin göğün bilmediği
Devran benim içimde
O devrandan ayrıldım
O zamandan ayrıldım
Yansa cihan ateşe
Ben cihandan ayrıldım
Gönül gönül içindeydi
Ben gönülün içinde
İns ü cinnin bilmediği hicran benim içimde
Ben yerimden ayrıldım
Ben yurdumdan ayrıldım
Yansa cihan ateşe
Uş, ben senden ayrıldım
Şems de çekip gitmişti gaybubete doğru. Mevlânâ’ya şunu öğretmeye mi çalışıyordu acaba? Yalnız bende tecellî etmeyecek o güzellikler… Allah sana her yerden gözükecek. Efendim de böyle gitmişti. Anneme rüyasında, gömleğim eskidi Meşkûre, demişti. Öyle ayrılmıştı bu âlemden. Hayır hayır, o hiç gitmemişti, hep vardı! Sâmiha Anne ondan maddî ayrılığın acısıyla Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’indeki gibi cayır cayır yanıyordu. Ama bir yandan da biliyordu ki, Allah her yerde tecellî edecek. Ama onun için Allah kelimesi nasıl Mevlânâ’da Şems’le özdeşleşmişse, Sâmiha Anne’de de Ken’ân er-Rifâî’yle özdeşleşmişti. O her Ken’ân er-Rifâî dediğinde Allah diyordu. Böyle bir aşkla hocasına bağlanmıştı Sâmiha Anne. Hocası kendini bu âlemden çekti ama mânâda çekmedi. Onun hasreti arttı. Öyle bir hasretle yandı ki, aşkı, hasretini, o yanışı, arayışı, o sonsuz hasreti anlattı kitabında ve şöyle dedi:
Münâdî bağırttım, cihânı çağırttım, arattım, tarattım, yalvarttım, yakarttım, gelmedi, giden gelmedi
Savulun, bir de ben arayayım
Günahtan gideyim, sevaptan gideyim, îmandan gideyim, inkârdan gideyim
Göğü eğeyim, yeri deleyim
Desturlu gideyim, destursuz gideyim, ona gideyim
Yerlerin altında Kaf’ların ardında, zeminde zamanda, şu koca devranda savulun kendim arayayım
Kendim arayayım, kendim bulayım
Otlağı olayım, durağı olayım, uğrağı olayım, konağı olayım
Hiçbiri olamazsam yalvarın dostlar, kurbânı olayım
Sonra belki, belki Hazret-i Mevlânâ’ya sorulduğunda hani, siz o kadar çok Şems diyorsunuz ki, kendimiz de göreydik o gözle dediğinde, -hani mübarek yüzleri asılmış da- “görmüyor musunuz, saçımın her teli Şems kesildi” demiş ya, Sâmiha Anne’nin vücudunun her makāmı Ken’ân er-Rifâî kesilmişti öylesine. Biz ona baktık, hocamızı gördük. Hocamızı aradık, Sâmiha Anne’yi bulduk. Yokluk ve hiçliğinde bulduk, kulluğunda, aczinde, hiçliğinde, o yok oluşunda bulduk. Neden deyişinde, neden beni seçtin Allah’ım deyişinde. Şöyle anlatıyordu aşkını:
Kan kırmızı sehere yüz vermedim
Sırma renkli güneş, gel evime demedim. Saz benizli mehtâba hiç gönül çekmedim. Seni gördüm, seni sevdim, sana taptım ey gönlümün perisi!
Doldum ama hiç taşmadım, taştımsa da coşmadım, cilve işve kördüğümmüş, sıkıştırdım açmadım.
Zemin âşık, zaman âşık, ben âşık…
Yola düştüm yaralandım
Sana vardım, sende kaldım, ey gönlümün perisi!
“Sâmiha Anne, mürşitlik derdinde değildi; dervişlik derdindeydi”
Yok olmuştu aşktan Sâmiha Anne. Varlığı yoktu. Belki Mevlânâ onu ‘ney’le anlatırdı ya, hani üfleyenin sesini veren ‘ney’le… Ondan Allah’ın sesi çıkıyordu. Hani sonra şöyle diyecekti: Üslûbunuz nasıl dediklerinde, ah, ah, keşke kalemime hükmüm geçseydi… Anlaşılıyordu ki ona yazdıran Allah’ıydı. Ona yazdıran efendisiydi.
Öylesine yok ve hiç olmuştu ki, varlığı sanki bu âlemden yok olup gitmişti. Ken’ân er-Rifâî’ye şöyle seslendi:
Seni ölü sananlar var
Ölü mü, tövbeler tövbesi…
Dirilerden hiç kimse şu kadına söz geçiremedi ama o dik kafalı inatçı bir tek işaretinle el pençe divandır
Ey toprak altında yatan, ey ebedî hayy olan…
Sâmiha Anne Yunus Emre’nin dediği gibi, ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez diyordu. Şöyle de dedi:
Ün mü diledim, sevap mı istedim, şan mı bekledim?
Ayıbım çok…
Günah tepemden aşkın
Kulum ben
Kul çulhası eğri gerek
Dillere düşenim, kemlikte sürçenim, haram sudan içenim
Velî değil, deliyim ben
Del’olana zincir gerek
Zincir, zindan, tımar gerek…
Yanıyordu içinden ama Hocası emretmişti: “Sâmiha, yan ama tütme.”
O, şöyle diyecekti: Ben aşkımı akıl kablosu içinden geçirdim. Zîra geçirmeseydim etrafı yakardı. Ama ben aşkımı aklımın sonucu olarak kullandım. Böylece etrafı aydınlattım.
Sen mürşitsin dediler, güldü ona. Böyle dedi: Ey Yesriplim, -Medînelim diyordu efendisine sanki- zaman zaman murâdın, zaman zaman müridin olduğumu anlatsam insanlar anlar mı? Evet o mürşitti ama en başta müritti. Hani Mevlânâ demişti ya, Sultan Veled, şu köye bir şeyh lâzım dediğinde; Kapıcı Hasan Efendi gitsin. Aman efendim, şeyh lâzım diyorlar. “Ama oğlum” diyor Mevlânâ, “eğer derviş isteselerdi senle ben giderdik, şeyhliği herkes yapar.” Sâmiha Anne şeyh olma iddiasında değildi. Mürşitlik derdinde değildi. O dervişlik derdindeydi. Derviş olmayı öğretti. O tasavvufu felsefe olarak öğretmedi, felsefe yapanlara da kızdı. Tasavvuf yaşanır dedi. Ahlâk-ı muhammedî yaşanır, gösterilir, hâl edilir.
Senelerce vahdet-i vücut çalıştık. Sâmiha Anne’ye sormuşlar, vahdet-i vücut nedir? Oğlum bak, her yer Hak, başka bir şey yok demiş. Bu kadar basit bir cümlenin içinde. Ben Sâmiha Anne’nin vahdet-i vücut anlayışını kitaplarında okuduğumda kendi kitabıma âcizâne şöyle yazdım. Eğer İbn-i Arabî yaşıyorsa her dakika şöyle diyordur; Sâmiha beni ne güzel anlatıyorsun…
“Aşkın dermânının da o derdin içinde olduğunu bilen devrin Fuzûlî’siydi o…”
Onda Mevlânâ’yı, onda İbn-i Arabî’yi, onun gözlüğünde, efendisinin gözlüğünde bütün devrin âlimlerini bulmak mümkündü. Onun kısaca özetlediği aşkın hakikatinde, bütün mânâyı, bütün tasavvufu bulmak mümkün. Bir keresinde aşkı şöyle anlatıyor: “Mürşidim sordu; en müstebit, en korkunç hükümdar kimdir? En devrinde kötü hükümdar kimdir? En eziyet veren hükümdar kimdir?” Herkes bir isim söyledi diyor Sâmiha Anne. Mürşidim, hocam tatmin olmadı, gözü beni aradı, benden bir cevap bekledi. Yavaş bir sesle aşk dedim, aşk! Ama o tatmin olmadı, kuvvetle sordu, niye aşk? Şöyle dedim: Bütün müstebit hükümdarlar devirleri süresince kötülük yapar, canına okur insanın. Ama devri bitince biter. Aşkın devri bitmez, yok etmeden bırakmaz.
O âşıktı, aşkın derdini severdi. Aşkın dermânının da o derdin içinde olduğunu bilen devrin Fuzûlî’siydi o. Onun insanlar üzerindeki etkisi inanılmazdı. Evlâdımı hastaneye yolladığımda, çok seneler boyunca beklediğim ve kaybetmek üzere olduğum kızım hastaneye gittiğinde, biraz herkese kızgın, biraz kırgın, biraz içimde öfke ve acı dolu bir hâldeyken, içeri girdiğini hatırlıyorum. Elinde bir gül; çok zarifti, çok şıktı… O çok güzel bir insandı. O güzel mavi gözleriyle süzdü beni. Gülüm ne güzel isim Cemâlnur, dedi. Sonra, odam cennet oldu. Bütün kötülükler, içimdeki nefretler, kinler, öfkeler gitti. Sâmiha Anne çıkana kadar her şey öyle güzeldi ki… Sonra o çıktı, gitti. Cehenneme mi döndüm dedim. Elime Hancı’yı aldığımda şöyle diyordu:
Cennet neresidir dediler, senin olduğun yerdir dedim.
Cehennem neresidir dediler, olmadığın yerdir diyecektim ama diyemedim.
Zîra senin olmadığın yer yok ki Allah’ım…
O bizim hayatımızdan cehennem felâketini kaldırdı, ümit içinde dünyaya bakmamızı sağladı. (…)
Aşkı bir güzele bağlı görmek, onun hakikatine karşı küfürdür.
Bahçıvanın bahçe çitinin dışına attığı gül, gülistanın kemâlini ifâde eder mi?
Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır fakat zamanın değişimi bunu ondan çarçabuk alır, mahveder.
Yani kişiye âşık olma diyor, hakikati gördükten sonra…
Fakat çiti atlayıp gül bahçesine girersen, orada solan gülün yerine pembe dudaklı yüz goncanın açılmak üzere hazır olduğunu görürsün. Senin gönlün de o zaman bu güllerden gül olur. Ve aşkın ebedî baharıyla ölmezlerden olur. Şunu bil ki, aşkın hakikatini bulamazsan, yaradılışın gāyesine eremezsin.
Daha sonra da diyecek ki, biz buraya aşk ihtiyacını bir bahanede bir aynada seyretmeye geliyoruz. Niye bunu her zaman bir kadın, bir erkek olarak görüyorsunuz? Mûsıkî; onda aşkımızı seyredemez miyiz? Tabiat güzellikleri, şiirler, resimler, nesirler de öyle… Bakan için her yerde Allah’ın güzelliğini görme zevkini öğretti bize Hocam. Şaşkındı o, şöyle dedi:
Şaşarım beni niye seçtin? Niye seçtin beni bu âlemin içinden? Salım mı var, saltanatım mı, uşağım mı, halayığım mı? Han’ım mı var, külhanım mı? Hem eğirenim hem dokuyan. Hem dikenim hem yamayan. Hem ekenim hem toplayan. Hem biçenim hem yırtan. Ne ağzım duâlı, ne gönlüm sâfâlı. Yüze çıkar, göze çarpar günahlarım baştan aşkın. Yolcu olsam durak bilmem, avcı olsam ırak görmem. Şaşarım niye seçtin beni, niye seçtin?
Görülüyor ki Sâmiha Anne aşkın getirdiği kulluk, yokluk ve hiçlik içinde Allah’ı bulma zevkini tatmıştır. Bu tam Peygamber ahlâkıdır. Hazret-i Ali’nin muazzam bir sözü var: “Cem makāmına kadar hiç fark görmeyin, tefrik etmeyin. Cemden sonra ise tefrik etmezseniz zındık olursunuz.” Sâmina Anne cem’in ötesiydi; tefrik etti, kalp kırmadı. Çünkü onun her uyarısında sonsuz bir güzellik, sonsuz bir düzeltiş vardı. Onu anlatmak nasıl mümkün olur? Cangüzel de söyledi, anacığım da… Anacığım onu Kehf Sûresi’yle tarif etmiş. “O kâmil insandır. Hocamın mânevî haşmetini, azametini tam mânâsıyla aksettiren bir aynadır.” diye anlatmış. O dünya ve âhiret yollarını hiç şaşmadan, birbirinin hakkına tecâvüz etmeden, aynı paralelde yürüten bir Allah sevgilisiydi diyor. Sonra da Necip Fâzıl’ın şu sözleriyle Sâmiha Anne’yi anlatıyor Annem: Necip Fâzıl onu, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, o dünya güzeli evinde, şâşaa içinde gördükten sonra, “Nasıl bir hanımefendisiniz? Sizi Mark Orel’e benzettim. O muazzam sarayın içinde yerde yatan Roma İmparatoru Marcus Aurelius gibi bir de sizde bu kadar yüce bir tevâzu var.”
Şu cümlelerle bitireyim konuşmamı. Beni çok etkileyen… Şöyle diyor Sâmiha Anne:
Artık kutunun kapağı açılmaya başladı. Yavaş yavaş benim bütün özelliklerimi, güzelliklerimi alıyorsun. Beis etmem, bunların alınacağını ezelden beri biliyordum. Ama bana bir sözün var Allah’ım, bütün bunları aldıktan sonra benimle olacağına söz verdin. Sen sözünden dönmezsin. Bir gün kutunun kapağı tamamen açılacak ve şöyle diyecekler: O öldü, o öldü… Ben onları duyacağım, onlar beni duymayacak. Hâlbuki şöyle dediğimi duyamayacaklar. Allah aşkıyla dolu olanlar asla ölmezler.
Not: 14 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” başlıklı panelde yapılan konuşmanın deşifre edilmiş metnidir.