Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri, “Kurb, ezelde Hak ile kul arasında geçen ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ sualine ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ cevabında anlatılan ahde vefa göstermekten ibarettir. Bu Kābe-Kavseyn makamına mahsustur.” buyurmuşlar… Bunu açabilir misiniz?
Cemâlnur Sargut: Kurbiyet, yakîn olmak demek. Yakın değil, yakîn olmak demek. Dolayısıyla bu, Allah’ın, bütün isimlerin sahibi olan yaratıcının, bizde tecellî eden ismini mes’ul tutmasıyla alâkalıdır. Eğer kul da idrak sahibi olup o mes’uliyeti idrak eder ve aslında kendi sahibinin Allah olduğunu ve kendinin bir hiç olduğunu anlarsa, O’nun varlığına doğru yönelir. Bu yönelişe kurbiyet denir. Öyle bir yakınlık oluşur ki burada, artık sanki kendinden kendine, yani kulun varlığı olmadığı için Allah kendinden, küll’den cüz’e doğru tecellî eder ve cüz’ün idrakini arttırır. Cüz’ün idraki artınca kendi hakikatini Allah’ın varlığında görür ve aslında âşık olduğunun kendi hakikati olduğunu idrak eder. İşte bu seviyeye gelmeye “Kābe-Kavseyni ev ednâ” denir. Yani cüz’ün küll’e doğru ilerleyip küll’de kendi hakikatini bulmasıdır.
Müge Doğan: Tamamlanma mı demek bu?
Cemâlnur Sargut: Evet.
Müge Doğan: Yakînlik o zaman çok üst bir makam hocam.
Cemâlnur Sargut: Evet, idrak makamı. İdrakin en üst seviyeye geldiği makam. Ama idrak için bile bir küll ve bir cüz olması lazım.
Müge Doğan: Peki bunu bazı anlarda böyle hissedebilir insan ama bu, insanın kurbiyet makamına gelmiş olduğu mânâsına gelmiyor, değil mi?
Cemâlnur Sargut: Kurbiyet bir makamdır. Kâmil insanda tam yerleşir, istikrar sahibi olur, hep o kurbiyette kalır. Ama herhangi bir evliya devre devre o kurbiyetten düşer. Tasarrufun Allah tarafından kendine verildiğini gören evliya ona o kadar şaşırır ki o zaman kurbiyetten düşer ve kulluğu hâkim olur. Ondan sonra tekrar Allah onu yükseltir, tekrar düşer, buna da edep deniyor zaten. Aslında kendinde bir varlık olmadığının idraki yerleşip her nereye baksa Allah’ı görmeye başladığı anda kurbiyet makamına ermiş demektir.
Müge Doğan: Seriyy’üs-Sakatî Hazretleri’ne kurb’un mânâsı sorulduğunda “Kurb itaattir.” demiş. Bir başkası bunu şöyle açmış: “Kulun Rabbine karşı hem nazlı hem de zelîl olmasıdır.”
Cemâlnur Sargut: Çok güzel… Aslına bakarsan itaattir; çünkü aslında gerçekten itaat eden ve edilen, Allah’ın hakikatidir. Çünkü Allah kendinden kendine itaat eder. Onun için sende bir varlık kalmayacak ki, hiçbir varlık olmayacak ki Allah’ın hakikatinden başka, isminden başka bir varlığın kalmayacak ki o itaat yani teslimiyet tam olsun. Yani ne aklın ne nefsin olmayacak.
Müge Doğan: Nazlı ve zelîl olmak ne demek?
Cemâlnur Sargut: Zelîl olmak, “fakrım iftiharımdır” demek. Bu fakirlik şeklî fakirlik değildir. Varlığının hiçbir şekilde olmadığını, bir gölgeden ibaret olduğunu ve sevenin sevilenin, varlığın yalnız Allah’a ait olduğunu idrak etmek insanı zelîl kılar, yok kılar. Bu seviyeye gelen insan da herkes tarafından çok sevilir çünkü Allah’ın nazlısıdır o. Herkes “Allah ne isterse olsun.” derken Allah “Benim sevdiğim ne istiyor acaba?” diye bakar; onun için nazlıdır o.
Müge Doğan: Ebu Hüseyin Nûrî, yanına gelen bir adama nerelisin diye sorunca, adam Bağdatlıyım, demiş. Orada kiminle sohbette bulundun, dediğinde, Ebu Hamza’yla diye cevap vermiş adam. Ebu Hüseyin demiş ki, Ebu Hamza’ya gidip “kurbu’l kurbun yani yakınlığın yakınlığının bizim budu’l bud’a yani uzaklığın uzaklığına işaret ettiğimiz mânâ olduğunu söyle” demiş. Ne anlama geliyor bu?
Cemâlnur Sargut: Çok güzel… Yani Allah’a ne kadar yakınlaşırsan yaklaş, kendi cüz’ünün eksikliğini ve uzaklığını hissettiğin için hiçbir şekilde O’nun büyüklüğünü idrak etme ihtimalin yok. Onun için yaklaştıkça korkum artıyor diyor ya Peygamber Efendimiz. Çünkü eğer o yakınlık değil de tam birleşme olsa, korku kalmaz. Ama yaklaştıkça korkum artıyor demek, yaklaştıkça aramdaki mesafeden dolayı korkum artıyor. Anlatabiliyor muyum? O bakımdan, yaklaşmak da ikilik ister. İkilik de korkuyu arttırır. Onun için yakınlığın en üst seviyesi, uzaklığın farkına varmaktır.
Müge Doğan: O zaman hep ikilik mi kalacak?
Cemâlnur Sargut: Vücut olduğu sürece… Vücut en büyük küfürdür ve vücut olduğu sürece ikilik kalır. Onun için özlem var. Onun için Hazret-i Peygamber “Keşke bu Mustafa da olmasaydı.” diyor.
Müge Doğan: “Sana yâkin gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” âyetinde geçen yakîn nedir?
Cemâlnur Sargut: İşte yakın, sadece anlamak ve idrak etmektir. Yakîn olmak, o hâli yaşamaktır.
Müge Doğan: İbn-i Arabî Hazretleri de buradaki yakîn ölümdür diyor.
Cemâlnur Sargut: İşte evet, varlığından yok olmak… Varlığından yok olduğun anda yakînsin. Yakînde de gene bir ikilik var, tam kavuşma değil ama gözünün önünden her yerde Allah’ı görmek (zevki) gitmiyor o zaman. Yakın olanlarda ilmen bunu biliyorsun ama devre devre başka şeyleri görebiliyorsun. Ama yakîn olanda hiç gitmiyor. Mesela, uzaktaki yakîn, yani Üftâde Hazretleri…
Müge Doğan: Peki bu yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açar mısınız hocam?
Cemâlnur Sargut: Yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açmak, ahadiyeti idrak etmek demektir. Yani vahdaniyette kalıp ahadiyeti görmek demektir. Bilmek, ahadiyeti bilmek ve ahadiyeti idrak etmek demektir. Çünkü ahadiyeti idrak eden bir kul için farklılık kalkar. Yani çöpe de bakar, Allah’ın güzelliğini seyreder, vahşi hayvana da bakar Allah’ın güzelliğini seyreder, kendisine zarar vereni sever, kendisini methedeni de eşit derecede sever. Farklar kalkar. Çünkü Peygamber’in vücudu vahdaniyet, hakikati ahadiyettir. Vahdaniyetin ahadiyete yani dışın içe yanaşmasıdır. Ne güzel bir şey değil mi?
Kâbe’nin içine girdik, diyor Hz. Ali. Peygamber, “Omuzuma çık yâ Ali” dedi, diyor. İki kere ben Peygamber’e hâşâ îtiraz ettim, diyor. İlk defa burada ettim; nasıl çıkayım omuzunuza dedim, ben kimim ki sizin omuzunuza çıkayım dedim, diyor. O zaman demişler ki “El emri fevkâl edep yâ Ali, benim emrim senin edebinden üstündür, çık omuzuma ya Ali.” Hz. Ali çıkıyor, bakıyor yere, diyor ki: “Allah Allah! Her yer Kadem-i Resûlullah: O’nun ayakları… Başka bir ayak yok. Hizâma baktım: Her yer Sadr-ı Resûlullah; O’nun göğsü. Yukarı baktım: Her yer Cemâl-i Resûlullah; O’nun güzelliği. Yemin ederim ki O’ndan başkası yok bu âlemde” diyor. O yok çünkü, o yok..
Müge Doğan: Müşahade etmek midir bu?
Cemâlnur Sargut: Tam müşahede, evet..
Hz. Musa’ya sen bu gözle beni göremezsin diyor; Hz. Ali ise görmediğim Allah’a tapmam diyor. Yani vücudun varken beni göremezsin ama bütün vücudunun istek ve arzularından çıkınca beni görebilirsin. Ama o ilim Musa’nın makamını değiştirmeyecekti, yani ona verilen ilim o kadardı. Ama zevk edinmesi ve kendi varlığından arınması için o hâli bırakması, yani kendi gayretini ve aklını bırakması gerekiyordu. Ama onun vazifesi olarak da, hâl olarak da o aklı kullanması gerekiyordu. Hâliyle bilgi, ilim, Allah’ın emrettiği ile ters düştü. Allah tarafından Tûr-ı Sînâ’ya dâvet edilen Mûsâ, orada heyecana gelip “Rabbim bana kendini göster!” diye seslenmişti. Allah Mûsâ Peygamber’e “Len terânî” yani, “sen beni göremezsin!” buyurdu.
Tanrı kelâmı, o mânâda idi ki Mûsâ’ya “Sen, sen olduğun müddetçe beni göremezsin. Ancak nefsini yenip benliğini yok ettiğin zaman beni görmen mümkün olacaktır. O zaman da gören yine sen olmayacaksın, ben olacağım. Çünkü o zaman sen bende olacaksın” demek istemiştir.
Bu, İbn-i Arabî’nin, “senin isminin şeriatıyla Allah’ın şeriatı farklıdır.” demesine benziyor. Hz. Musa’da da bu oldu fakat keşfe eremedi, çünkü hâli yani kendi ezelî bilgisi o seviyeyi anlatmasını gerektiriyordu. Yoksa Musa’nın mânevî büyüklüğü Hızır’dan küçük olduğu için değil. Senin vazifen oysa, ondan fazlasını anlatamıyorsun. Çünkü onu anlatacaksın ki bir üst seviyeye çıkabilesin, İsa olabilesin.
Ama tabii Muhammedî hakikat gelince artık keşif başlıyor. Keşif de yakîni sağlıyor, yakînliğin sonucu da sadece zevk oluyor. İlim olmuyor artık zevk ilmi oluyor.
Müge Doğan: Futûhat’ta diyor ki, yakîn, ilmin nefse yerleşmesinden ibarettir. Yerleşmek ise yerleşenin aynısı değildir, özelliğidir, vasfıdır. O psikolojik değil, mânevî bir hakikattir. Yakîni öğrenin çünkü ben de sizinle birlikte öğrenmekteyim diyor Peygamber Efendimiz. Hazret-i İsa için de diyor ki, yakîni artsaydı havada da yürürdü.
Cemâlnur Sargut: Nefse yerleşmesi çok önemli. Yani ilim, nefiste hâl hâline geçerse nefis diye bir varlık kalmıyor artık. O ilim ön plana çıkıyor. Çünkü ilim, bizdeki Allah’ın hakikatidir. Bizdeki Allah’ın hakikati ortaya çıkıyor ve vücudun arzu ve istekleri eriyor. İşte buna keşif deniyor. Bu hâle gelince zaten nefsinin egosu gidiyor, varlığı gidiyor, itirazları gidiyor hatta gayreti bile gidiyor. Yakîn, bütün bunlardan kurtulup sadece Allah’ta yok olma zevkini yaşamaktır. Hz. İsa’nın yakîn olması ve mucize göstermesi demek ise onun artık hakikati her yerden idrak etmesi ve o hali yaşamasıdır. Ama İsa’ya verilen vazife de sadece aşkla gitmekti. Onun için zevkini yaşadı ama hâlini yaşamadı. Hal başkaydı çünkü onun hâli ve seviyesi başkaydı. Musa’da hâl hâkimdi, İsa’da aşk hâkimdi, peygamberde ikisi de hâkim oldu.
Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim.