Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Hayatı

1867 senesinde Selânik’te dünyâya gelen Ken’an Rifâî Hazretleri, Filibe hânedanından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey’le Hatîce Cenan Hanım’ın çocuklarıdır.

İstanbul’da Galatasaray Sultânîsi’ni (bugünkü Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Bâb-ı lî Hâriciye Kaleminde vazîfe almış, Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaparken Posta – Telgraf Nezâreti’nde Alman müşâvir Groll’ün muâvinliğine getirilmiş, bu arada da Hukuk Fakültesi’ne devâm etmiştir.

Oğlunun ilk mürşidi annesidir. Kendisine mânevî dünyânın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Hatîce Cenan Hanım, daha sonra onu kendi mürşidi Şeyh Edhem Efendi’ye teslim etmiş, bu sûretle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin mânevî şahsiyeti bu iki mürşid tarafından oluşturularak kemâle ermiştir.

Madde ve mânâ dünyâsını et ve tırnak bilen Ken’an Rifâî Hazretleri, günün birinde kendini maârif çatısı altında bularak sırası ile Balıkesir İdâdîsi, Adana, Manastır, Üsküp, Trabzon Maârif Müdürlükleri, daha sonra Numûne-i Terakkî ve Medîne-i Münevvere İdâdî-i Hamîdî Müdürlükleri yapmıştır. Tekrar İstanbul’a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye Encümen Azalığı, Dârüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maârif Azalığı vazîfelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmıştır.

Onbir aylık Balıkesir devri, genç müdürün Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretleri’nin taş taş işlenme mesûliyetini bütünü ile üstüne aldığı devirdi. Hocası kendilerinin maddî ihtiyaçlarını kısıtlayarak, en azla yaşamanın temizleyici zevkini tattırıp (riyâzât), ileride halkının bütün acılarını paylaşacak olan o mürşid-i kâmili bir mânevî âbide derecesine ulaştırmıştır. Yine burada bir san’atkârdan mûsıkî nazariyatı öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, daha sonra da keman ve piyano çalmayı öğrenerek manevî feyzini öğrencilerine aktarmanın diğer bir yolu olan mûsıkîyi, bestelediği ve güftelerini yazdığı ilâhileri ile çevresine akıtmıştır.

Manastır Maârif Müdürlüğü sırasında mürşidi Edhem Şah cemâle yürümüş, kendisine yerini bıraktığını, mânâ âleminden haber vererek dünyâdan göçmüş olduğunu bildirmiştir.

Medîne-i Münevvere’de İdâdî-i Hamîdî müdürlüğü yaptığı dört sene zarfında Şeyh’ül Meşâyih Seyyid Hamza Rifâî Hazretleri’nden, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra icâzet almışlardır. Bir gün Hamza Rifâî Hazretleri, “Oğlum, bilmem ki ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?” demekle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin vâsıl olduğu mertebenin yüceliğine pek güzel bir şekilde işâret etmiştir.

İstanbul’a avdetlerinden sonra Erkek Muallim Mektebi’nde Fransızca Hocalığı, Tedkîkat-ı İlmiyye Encümeni âzâlığı, Darüşşafaka Müdürlüğü, Meclis-i Maârif zâlığı’nda bulunmuştur. Aynı yıllarda annesi Hatice Cenan Hanım’ın Hırka-i Şerîf’te inşâ ettirdiği Ümmü Ken’an Dergâhı’nda postnişîn olarak irşâd faâliyetine başlamıştır. Ken’an Rifâî’nin irşâd faaliyetini dergâh çatısı altında götürmeyi tercih edişini Sâmiha Ayverdi devrin icâbettirdiği şeyi yerine getirmek olarak yorumlar: “O devrin şartlarına göre bu meydan, ancak bir dergâh olabilirdi. Eğer o zamanki cemiyet, bir zâviye değil de bir akademi yoluyla fikrini yaymak imkânlarına sahip olsaydı belki de Ken’an Rifâî bir akademiyi tercih ederdi. O, cemiyetin nabzını elinde tutarken, insanları hayâtın endîşe verici dönemeçlerinde, vartalı yollarında, kıymet ölçülerini benimsemesinde, fikir ve ahlâk muhâsebesinde, hulâsa varlığının bütünü üstünde emniyet ve ahenk sağlayacak bir kontrol ve mesuliyet hissinin sahibi kılmak istiyor ve terbiye sistemini o yola yöneltiyordu.

Bir taraftan irşâd işleri ile meşgûl olurken, diğer taraftan da memleket kültürüne katkıda bulunma, öğrenci yetiştirme ve idârecilik yapma gibi vatan hizmetine de yeniden başlamış, Darüşşafaka ve Gelenbevî okullarında müdürlük yapmış, yüksek sınıflara da Edebiyat ve Fransızca dersi vermiştir.

1925 yılında dergâhlar kapandıktan sonra da Ken’an Rifâî’nin vazifesi bitmiş olmadı. Bu defa da kendi kendine gelişen tabiat hâdiseleri gibi, etrafında tabiî bir akademi teşekkül ediyordu. 1925’de tekkelerin devlet eliyle kapatıldığı zaman halkın sesini Hakk’ın sesi olarak kabul eden Ken’an Rifâî bu durumu en küçük itiraz ve hoşnutsuzluk göstermeden kabul etmişti. Onun için tarîkat bir gāye değil bir vasıtadan ibaretti. Ken’an Rifâî tarîkat kurumunun sadece şekilde kalmış olduğunu görmekte ve devrin ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte olmadığını bilmekteydi. Bu fikri öylesine samimiyetle benimsemiştir ki, kendisine bu konuda soru yönelten bir gazeteciye hâlihazırda açık olan üç yüz küsur dergâhtan pek azının irfâna hizmet ettiğini ve söz konusu kanun ile bu duruma bir son verildiğini ifâde etmiştir.

Maârif Vekâleti’nden emekliye ayrıldıktan sonra on üç yıl boyunca Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmış, soyadı kanunu ile Büyükaksoy soyadını almıştır. Ken’an Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefât etmiştir. Kabri Merkezefendi Camiî avlusunda şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîrede bulunmaktadır.

Kendileri Fransızca, Almanca, İngilizce (80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce’yi anadili gibi bilmekteydiler.

ESERLERİ

Muktezâ-yı Hayat
Camille Flammarion’dan tercüme “Dünyânın İnkılâbı”
Rehber-i Sâlikîn
Tuhfe-i Ken’an
Ahmed er-Rifâî
İlâhiyât-ı Ken’an (ilâhileri ve besteleri)
1 cilt şerhli Mesnevî-i Şerif
Sohbetler

Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, İstanbul, s. 111, 120-121.

Dost

…Tasavvufun inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi insanı hayvanlaştıran esâretinden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gayesi, âdemoğlunu, cemiyetin hür adamı yapmaktır.

Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünya sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünya ehlinden de korkuları yoktur.

Bu hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâtihi hâmil oldukları değerleri ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde yaşarlar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile, kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur getirmekte kıyâmete kadar devam eyleyeceklerdir.

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki bugün körebe şaşkınlığı içine düşmüş dünya fark etmeyecek bir gaflet içindedir. Kimbilir, daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecektir.

Halbuki yaratılış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtuluşunu aramak ihtiyâcını duysun. Arayıcı olan, elbette bir gün bulucu da olur.

***

İşte XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî’dir.

İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur.

Niçin mi?

Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini akılları durduracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhaldir.

İlmine, fazlına, fazîletine, maddî- mânevî asâletine rağmen, bu iddiasız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî-mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, fegâgatini, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâfına sunmuştur.

Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.

“Hakîkatle mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur” demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabul etmekte bir an tereddüt etmemiştir.

Kezâ, “Ben yalan söylüyor muyum? Ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben kalp kırıyor muyum? Ben kin tutuyor, kibir ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Amma beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?” demiştir.

Evet, hiçbir söz ve nasîhat, hayâtının hesâbını bu derece cesâretle ve açık alına veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz.

İşte Ken’an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim ettiğini tatbik eden, fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş ve böylece de etrâfı, sevgi, îman ve vatan aşkını aksiyon hâline getirmiş seçkin bir kadro ile dolup taşmıştır.

Bir gün “Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim?” yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz şu cevâbı vermiştir: “Yolumdan gelin, hepsi o kadar..”

İşte böylece de, yalnız sual sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan ve âtıfet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını vermiştir.

(Sâmiha Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2007, s. 12-13)

 

Efendim Hayatımda

Meşkûre Sargut

Annem, babam, ablalarım, hepimiz Efendimin mânevî evlatları câmiasından olup ihvan halkasına dâhil olmak şerefi ve bu en büyük nasip ile ezelden lûtfa uğramışız. Bayramlarda, 3–4 yaşında iken hep hatırladığım, yeni elbiseler ve ayakkabılarla bayram namazından sonra konağa giderdik, Efendimizin elini öperken şu duâ her zaman kulaklarımda çınlamıştır. Kendileri “Allah’ın rızâsı üzerinize olsun” buyururlardı. Çocukları, şekerler çikolatalarla sevindirirlerdi. Beni de o yaşımda elimden tutar, kendi ziyâret odalarına götürürler ve eteğime bir kutu çikolatayı boşaltırlardı.

❧❧❧❧
Biz Fâtih’e, kendi evimize geçtikten sonra yine konağın karşısında oturan Ömer Efendi ve Şaziment Hanım’ın evine gider, ziyaret saatlerinde konağa karşı olan pencerenin önünde otururduk. Efendimiz, Sabiha Hanımefendi’nin odasına teşrif ederler, pencere önündeki koltuğa otururlardı. Pencereden bizi görünce biz çocukları daima konağa çağırır, gel işareti verirlerdi. Büyükler her zaman çağrılmazlardı. Biz çocuklar ekseriya huzurda oturur, “Söyle bakalım” buyurduklarında sualler sorardık. Bir seferinde Mansur şöyle sormuştur: “İslamiyet’te mâtem yoktur buyuruluyor. Muharrem’de niçin matem tutuyoruz?” Efendimiz ona hitâben “Bu, mâtem değil saygı, Ehl-i Beyt’e gösterilen hürmet ve bağlılık. Senin annen baban yahut çok sevdiğin bir kimse ölse, o ölüm gününde eğlenmek içinden gelir mi? İşte bu saygıyı o ölüm yıldönümlerinde gösterirsin.” buyurmuşlardı.

❧❧❧❧
Sultânım Efendim yazlığa nereye giderse bizler de orada yaz için ev kiralardık. Bir gün atlı bir araba içinde Lütfiye Vâlide ve Sâdiye Hanım ile birlikte kendileri giderlerken arabayı durdurdular ve yolda yürüyen bendenize “Atla arabaya!” dediler ve Sâdiye Hanım’a hitâben fakiri gösterip “işte ruhûmun doğurduğu evlât” buyurdular.

❧❧❧❧
O seneler hep huzûra gider, sorular sorar cevaplar alırdık. Gösterdikleri misalleri hârikulâde sever, beynimize iyice yerleştirirdik. Bir seferinde “Peygamberimizin rûhu her şeyden önce vardı, fakat zuhûru bütün peygamberlerden sonra oldu, sebebi neydi?” diye sorduk. Cevâben “Bir şeftali meyvesini elde etmek istiyorsun, önce tohumunu, çekirdeğini toprağa ekersin, filiz verir, sonra yeşerir, gövdesi olur, yaprakları, dalları olur, en sonra meyvesi meydana gelir. Bütün bu gövde, dallar, yapraklar her şey, bu meyve içindir” buyurdular.

❧❧❧❧
Bir sefer de “Kur’an, Peygamberler arasında fark yoktur” diyor. Fakat en mükemmel insanın son peygamber olduğunu söylüyor?” diye sorduk. “Güneşin doğduğu anı, Hz. dem farz et. Dünyaya ışınlarını ne kadar yolladığını düşün. Güneşin yavaş yavaş yükseldiğini ve ışınlarının dünyaya daha çok geldiğini düşün ve güneşin bu safhalarını diğer peygamberlere benzet. Sonra da tam öğle vakti dünyaya yolladığı ışınların nasıl dik geldiğini ve tam mânâsıyla her tarafı kuşattığını gör. İşte Hz. Muhammed. Güneş hep aynı güneş, fark yok, ama derece farkı var. Mesele bu” buyurdular.

❧❧❧❧
Eşim Doktor Faruk Bey, Efendimizin kerâmete itibar etmediklerini bilir ve akıl hârici iş görmezler diye iddia ederdi. Bir gün Ziya Beyefendi’nin arzusu üzerine Profesör Muzaffer Esat’ı konsültasyon için Faruk Bey getirdi. Faruk, kendilerinin her zamanki hekimiydi. Efendimize felç gelmişti. Bir taraf hiç hareket etmiyordu. Ve bu felç iki sene sürdü. Fakat birinci ayında iken Muzaffer Esat “Hiç hareket yok mu?” diye üst üste sorup Faruk’u iyice sıkıştırdığı esnâda Sultanım Efendim Muzaffer Bey’e “Allah için güçlük yoktur oğlum” deyip “Lâ ilâhe İllâllah Muhammeden Resûlullah” diyerek kalkmışlar, tutmayan taraflarına rağmen salonu baştan başa dolaşmışlar, tekrar eski hallerini almışlar. Muzaffer Bey hayretler içinde kalarak “Bu ne iştir, tıp buna ne der Faruk Bey?” diye sorunca Faruk “Buna tıp karışmaz, bu işe Rifâîler karışır” demiş. Bu hâdiseyi Doktor Bey bize hayretler içinde anlattı.
❧❧❧❧
Sultanım “Duygulu Gönüllere Hitap” isminde yazdığımız bir kitapçığın basılması için bizi Kâdirî Şeyhi eski Erzurum mebusu Salih Yeşil’e yolladı. Onların matbaası varmış. İhvandan Mesude Hanım ile birlikte gittik. Efendimin selâmını götürdük ve matbaada bu kitabın basılmasını Efendimin istediğini söyledik. İçeri girer girmez bu zat “Kızım, Efendi evlâdısın, hemen aklına ilk geleni söyle” dedi. Fakir de Bayezid Bistâmî’nin bir sözünü söyledim: “Sûrete itibar yok, nazar sîretedir” dedim. “Aferin kızım, aferin kızım” dedi. Meğerse bir bacağı trafik kazasında kesilmiş. Ben bilmiyordum; çünkü bacaklarının üstünü battaniye ile örtmüşlerdi. Bana “Efendine söyle: cismimle, onun cisminin ayaklarından; rûhumla rûhunun kanatlarından bûs ederim” dedi ve kitabın basılmasını temin etti. Efendimiz, fakire bu kitapçığı üç kere okuttular. Kendileri benim teşekkür etmem için bu zâta beni tekrar yolladılar ve şunu söylememi istediler: “Beş pençe-i l-i Abâ olan o elin içinden ve dışından öperim.”
❧❧❧❧
Bir gün Konak’ta, salondaki bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmağa başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimize şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman rûhumla gelir seni tavâf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzat mübârek elini de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’” Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er-Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular. Gözyaşlarımı mendile silerek kendilerine iâde ettim.

(Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin anlatımından yola çıkılarak deşifre edilmiş ve yazıya geçirilmiş olan “Efendim Hayatımda” başlıklı yazıdan seçilmiştir).

Derviş Öğüdü

Yoldaşım gel, Allah Allah diyelim!
Hakk’a verdiğimiz ahdi güdelim
Allah adın dâimâ zikredelim
Her iş Allah’dandır, onu bilelim!

Her tarafta Hakk’ı dâim görsene,
Nefsi atıp Allah’ı bir bilsene,
Gel, bu meydâne soyunup girsene!
Gıll ü gışşı kalb evinden silsene.

Hak yarattı kulluk için insanı,
Eyledi dünyâyı onun zindanı.
Bu karanlıkta bulanlar irfanı
Hak’la bâkî onların dâim canı.

Allâh’ın arslanını dünyâda bul!
Bulmayan burda, olur orda melûl.
Ol edeple, başla canla ona kul!
İstikāmetten sakın etme udûl!

Kimseyi hor görme, aybın söyleme,
Kaç yalandan, Hakk’a hiç şirk eyleme!
Hem gönül kırma, kibir, fahr eyleme,
Kalbde aslā bir fenâlık gizleme!

Geçmişi düşünme, istikbâli hiç,
Boş geçirme hâli, gāfil olma hiç!
şık ol Allâh’a, hamr-ı aşkı iç,
Ölmeden evvel ölüp dünyâyı geç!

Mürşidi Hak bilmeyen bulmaz murâd,
Feyz-i Hak’tan olmaz aslā mermurâd.
İstemezsen eyleye şeytan fesâd,
Her hususta mürşide kıl inkıyâd!

Dervişim gel, yana yana dönelim!
Aşk şarâbın kana kana içelim!
El ele Ken’ân tutup seyredelim,
Dost cemâlin aşk ile tavf edelim!

Öyle Bir Rahmet ki…

Allah bana rahmet eylemiş…

Öyle bir rahmet ki, bir kum tanesi gibi havada uçuşurken almış beni rahmet kapısının önüne getirmiş. Sonra bakmış ki ben kapıya bakıyorum, anlamadan, idrak etmeden, sırtımdan hafifçe itmiş içeri gireyim diye… Ben itildiğim yerde nerede olduğumu anlamaya çalışırken, beni kuvvetlice sarsmış. Öyle bir sarsma ki kendime dâir, hayata dâir, gayrete dâir, akla dâir tüm bildiklerimi unutturan… Allah bana rahmet eylemiş, öyle bir rahmet ki ilk bakışta dehşet gibi gözüken, sonra yavaş yavaş dehşetin lûtfunu gösteren… Cüz’î aklımla anlayamadıklarımı, ancak O’nu sevince anlayabilmemi sağlayan…

Allah bana rahmet eylemiş…

Öyle ölmemi falan beklemeden, çok geç olmadan, bu dünyada zevk edinmem, yanlıştan dönmem, aşkı hissetmem, O’nu anmam için…

Yüce kitabımızda ve pek çok tasavvuf eserinde Allah’ın istediğine lûtfedeceğini ve lûtfunun sınırı olmadığını yazar. Ben Allah’ın lûtufta bulunduklarındanım. Öyle olmasa benim gibi bir bîçâreyi, zorla, sevgiyle, kızarak, okşayarak cahillikten alıp böyle bir kapıya getirir miydi?

Ben arayanlardan değildim, O beni aldı ve bu aşk deryâsının kapısına bıraktı. Öyle bir deryâ ki içine aldığını kendinde yok eden, neden geldin, nereden geldin demeden yıkayan, paklayan, bıkmayan ve bırakmayan. Öyle bir kapı ki başı sonu nerede belli olmayan. Öylesine pak, aydınlık, göz kamaştıran… Gülümseyince âlemin güldüğü, kaşlarını çatınca kalbimi kanatan… Her ne olursa olsun, sen yakın ol da gerisi hoş dedirten.

Bu sene 29 Mayıs’ta dünyanın dört bir yanından gelen, konusunda âlim pek çok konuşmacının katılımı ile bu rahmet kapısı için bir sempozyum düzenlendi. Herkes kendi dilinden O’nu anlattı. Herkes kendi gönlünce O’nu anlattı.

Ben bu sene 29 Mayıs’ta bir kez daha şükrettim, bu kapıya beni getirene, bu kapıdan beni çevirmeyene, bu kapıda eğri büğrü de olsam yüzüme vurmadan deryâsında beni aşkına gark edene. Lâyık oluruz inşaallah demeyeceğim; biliyorum ki benim durumumun lâyıklıkla bir ilgisi yok ve ne yapsam böyle bir lûtfa lâyık olamam. Bu nedenle tek temennim, bu zevk ve bu kapıda hizmet dâim ve son nefese kadar olur inşaallah…

Vaktin Sâhibi

Mayıs, ayların şâhıdır.

Mayıs sonu ise, mevsimler arasında şanlı bir yeri olan yazın, elinde güneşin ve günün sancağıyla istiklâlini ilân ettiği dönemdir. Hz. Fâtih’in İstanbul’u fethinin de bu döneme denk düşmesi bu bakımdan mânidardır. Bizler için her vakit mühim olan bu zaman diliminin bu yılın nasibine düşen bölümünde, bir gönüller fâtihinin mânevî dünyası içine dâvet edildik. Bu dâvet, beynelmileldi, cihanşümuldü, genişti, herkes içindi…

Çünkü o fâtih, devrin sâhibiydi… Devrin sâhibi de kimseyi ayırmaz, kollarını herkes için açardı.

Kenan Rifâî Hazretleri, zâhiren geçen asırda yaşayanların teneffüs ettikleri havaya gül kokuları saçmış,  aslen her devrin misk kaynağı, Hakikat-i Muhammedî’nin tam vârisi, iki kutuplu yeryüzünün tevhid sancağı, dudaklarının arasından dökülen hikmet hikmet-i Hüdâ, lisanla ifade edilmesi güç ancak nice lisanlara vâkıf…

“Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu, önce nefsinin sonra İstanbul’un fâtihi olan Fâtih Sultan Mehmed’in fetih alanının merkezinde bulunan, nebevî nur sâhibi Merkez Sultan’ın yenilenen makamının ziyaret edilmesinin ardından Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki ney sesiyle açılıyor. Ney ki bu sefer o “dinle” diyor… Neyin “dinle” telkiniyle Kenan Rifâî’nin cemâlinden taşan rûhâniyetle mest olmuş olarak sempozyum filmindeki sözleri dinliyoruz:

“Ben, ilâhî iklimde öyle bir feleğim ki, eteğimde binlerce ay tutarım. Güzelimin hayâli canıma mûnis olalı öyle bir güneşe sâhip oldum ki gurûb etmez ve feleğindeki aylar gözden kaybolmaz. Ben onun aşkından tutuşturulmuş bir şûleyim. Gelin, cisimlerimizi bana yakîn ediniz, kalplerinizi benim bu yanan nefeslerimden tutuşturunuz! Ben o ateşim ki, ateş de benim yanışımdan şikâyetçi ve feryâd edicidir.

Ben o sarhoşluğum ki bütün bâdeler onun tesirinden yanar, parlar. Sarhoşluk da o sekirden, o perişanlıktan mesttir.

Ölüm nedir bilir misin? Ölüm, bu ateşin aşk kadehine el sürmemektir.

Benim canımın nehrinde ebediyet şarabı kaynar. Geliniz, canınızın dudaklarını benim vücûduma yakîn ediniz. Ben aşk kıyâmetgâhının İsrâfil’iyim; benim nefesim, kalbe hayat verir. Ben güzel yüzün esiri değilim, belki bütün güzeller benim sevdiğimin bir şûlesidir; ben o şûleye hayranım. Yoksa benim dedem put kırıcıdır!

Ben gizli ve aşikâr deliyim; onun içindir ki belki sesime bir mahrem bulayım da, ona aşk ateşiyle şûledâr olduğumu göstereyim ve ayrılık acısını anlatayım… Benim bu ateş saçan inleyişim, nâlem onun içindir ki, bu sedâmda gizli olan hakîkat ve sır, bana ademden midir, yoksa vücuttan mıdır? Benim yanışım, gönlümde bu müşkülü hâl içindir. Benim rûhum için yüz sene ile bir saat arasında fark yoktur, zamanın uzunluğu kısalığı birdir. Çünkü sene, ay ve gün feleğin dönmesine, zemindekilere göredir. Biz mânâ âlemine ve yârin mâneviyâtına varmışız, can âlemine göre bir sene bir an; ve o bir an içinde bin sene gizlidir.

Ben aşkın celâl denizine gark olup bildiğimi bu aşk âleminde mahvederek hayran oldum. Bu feryat ve inleyiş, işte o tahayyürdür. Ben o hayretimden şikâyet ve şikâyeti de gene kendime yâr eder, yanıp yakılırım.. Cemâl sabahının seheri doğduğunda her an bir türlü sesle ve bir türlü esrarla bülbül gibi nâlân olurum. Bazen vuslat denizine batar, dünyâ ve ahreti unuturum. Bazen hasret ve firak ateşi ile yanarım. Benim derdim ne dilin lisânına, ne kalbin lisânına ne de hâl lisânının imâ ve işâretine gelir.. Belki ben hâlimden taşan mânâda gizliyim..

Ben, bu âlemi araştırıp aşk ağını atarım, belki bu âteşîn kavalın nefesine mahrem bir yar bulurum ümidiyle.. Benim mahrem ve sırdaşıma, benim canımın dudakları nefes verir ve kâh nâle kavala, kâh kamış inleyişe nefes verir.

Aşk, hep sînesi yanıkları ihtiyar eder ve der ki, aşk yolu kanlı yoldur. Sevgilinin gözlerinin bahâsı kandır. Bende o aşkın tabiatı var. Ben iştiyak derdiyle yarılmış, ayrılık hasretiyle parçalanmış dert dolu bir sîne ararım ki ona aşkın kanlı yolundan bahsedeyim, onunla eş ve dost olayım.”

Kenan Rifâî ile aynîleşmiş bir kalemden Hz. Kenan dilinde dökülen bu kelimelerin ardına yerleştirilmiş, delici bir nazarla özdeş, derin tesirli keskin bir kemençe sesi gönlümüzü gizli gizli kanatıyor:

Bir nokta idim kıldı beni kāmet-i Tûbâ
Giydirdi elifden beni tâ yâ’ye o Mevlâ
A’yanda iken gizlice bir gevher-i yektâ
Rabbim beni kıldı ulu bir Kâbe-i ulyâ

Kürsüde bir sancak, hocasının gayesi ve vizyonu ile dalgalanıyor ve haykırıyor:

“İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.”

Bu dalgalanışı tâkip edecek tek şey, semânın neş’esi olabilir… Aşk ile safâlar sürülüp zinde olunacak zamandır şimdi!

*****

Mevlevîhânede açılışı yapılan sempozyum, sonraki iki gün boyunca Cemâl Reşit Rey Konser Salonu’nda devam ediyor. Uluslararası nitelikteki bu birleşim, otoriteleri dünyada ittifakla kabul edilen tasavvuf profesörleri ile Kenan Rifâî’nin gönül dostlarını biraraya getiriyor.  

Sahnede siyâhî bir nuru yansıtan dekor, “Rahmet Kapısı”nı temsil ediyor. Konuşmacılar, bu kapının önünde kendi dillerinde hürmetlerini arz ediyorlar.

Kapının iki kanadı, meşhur Nur âyetini hatırlatıyor… Hem doğuya hem batıya açılan bu kanatlar, ne doğuya ne batıya nisbet edilen mübârek zeytin ağacından tutuşturulan, nur üstüne nur olan o kandili sahnede âdetâ âşikâr ediyor.

O kandilin altında nurlanıyoruz…  

Açılış günü zikredilen düsturu hatırlıyoruz. Şimdi bizleri zaman kaydından kurtaran bir imanın zerk edildiği bir aşk iklimindeyiz. Kayıtların en sıkısından kurtulmuş olmak hasebiyle hürüz!

Bu rüyâ âlemi bâkî kalsın istiyoruz ancak şimdi hizmet vakti: Kendi gönüllerimizde bu aydınlığı dâim kılacak şekilde vaktin sâhibinin ilmini hâl etmek ve bu aşk ve irfan iksirini bütün dünyaya o sâhibin adı ile götürmek vakti…

Evet; o, vaktin sâhibi…

Ezel ve ebed, o sâhibin vakti…

Sempozyuma Düşülen Tarih…

Tesbîhâtı: Lâ İlâhe İllallah

Fütûhâtı: Lâ Mevcûde İllallah

Tarih için geldi, üçler söyledi:

Hazreti Kenan Rifâî eyvallah

Mustafa Kara

 

(Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na düşürülen tarih – 2015)

O’na Dâir Kelimeler…

Yurt içinden ve yurt dışından pek çok katılımcı, Rahmet Kapısı Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na tebliğleri ile katıldı. Bu katılımcılarla sempozyum esnasında gerçekleştirilen özel röportajlardan Kenan Rifâî Hazretleri’ne ve sempozyuma dâir çarpıcı alıntıları sizlerle paylaşıyoruz.

 

Prof. Dr. Carl Ernst

Karizma kelimesini ele alalım. Bu kelimeyi İngilizce’de bir yeteneği olan kimse için kullanırız. Bu yeteneğin etkileri hakkında konuşmak, yeteneğin kendisini tanımlamaktan çok daha kolaydır. Başka bir deyişle, etkiyi görebilirsiniz, insanların nasıl dönüştüğünü görebilirsiniz fakat bu yeteneğin doğasına, özüne parmak basmak çok zordur. Bazı politikacılar ve özellikle peygamberler ve her türden dinî liderler bunu hâizdir. Etkileri muhâkeme edersek Kenan Rifâî bu karizmaya sahiptir. Bu çok ilginçtir çünkü resimlerinde hep sükût içinde olduğunu görürüz. Fakat bu hâlin bir nevî yoğunluğu vardır.

 

Prof. Dr. Mustafa Kara

İnsanların gönül açlığı, kanun ile yok edilemez. Kanunları çıkarabilirsiniz fakat insanların gönüllerindeki açlığı ve susuzluğu gideremezsiniz. Dolayısıyle insanların, gönüllerine bu ilâhî aşk gıdâsını sunan rehber insanlara ihtiyaçları vardır. İşte 1925’den sonra, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Kenan Rifâî Hazretleri bu ihtiyacı karşılamıştır. Yani sâkîlik yapmıştır. “Sâkî”, tasavvuf edebiyatında insanlara ilâhî aşkı taşıyan ve ilâhî aşkı insanlara aktaran insanlar için kullanılır. Dolayısıyla bu çeyrek asırlık süre içerisinde Kenan Rifâî Hazretleri etrafındaki insanlara, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk çocuk herkese, 1925’den önce anlattıklarını anlatmıştır. Tasavvufî ahlâk adına 1925’den önce söyledikleri ile sonrasında söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Bunu kitaplarından öğreniyoruz. Dolayısıyla Kenan Rifâî Hazretleri, cumhuriyet dönemindeki insanımıza ulaşan bir gönül adamıdır, bir gönül rehberidir. Toplumumuz ona ve onun gibi bu hizmete gönül veren bu insanlara çok şey borçludur.

 

Prof. Dr. Bruce Lawrence

Görebilen için, kötü bir an diye bir şey yoktur çünkü her ânın içinde ilâhî ya da mânevî bir anlam vardır.  Kenan Rifâî, bir optimist (iyimser) ya da pesimist (kötümser) değildir. O ümitvar bir tasavvufî dünya görüşü içinde duran bir realisttir. Ayrıca kadınları da erkekler gibi tasavvuf yolunun merkezinde görür. (…)Kenan Rifâî neyi temsil eder? Kadınları ön plana çıkartması çok önemlidir. Bunu yaparak “Ben sadece yeni bir dergâh kurmuyorum,genişletilmiş bir tekke kurmuyorum” der. “İstediğim şey, tasavvufun modern dünyanın bir parçası olması, üniversitelere girmesidir.” Eğitime verdiği büyük önem burada yatar. Konuşmacılardan biri kendisini Bediuzzaman Said Nursî ile karşılaştırdı ve bence bu çok önemliydi; çünkü ikisi bir anlamda çakışırlar. Fakat Nursî modernleşme karşısında öfkeli ve hoşnutsuzdur. Kendisinin Risâle-i Nur’unu okudum ve çalıştım; üzerine düşündüm. Bence çok önemli bir eser. Fakat bu eser bir protestodur. Oysa Kenan Rifâî “Bu, Allah’ın dünyasıdır” der. Mükemmel olmayan bir şey yoktur. “Sahip olduğumuz tek dünya budur ve hayatta olduğumuza şükretmemiz icab eder” diyen Merkez Efendi gibidir. O da Merkez Efendi’ye benzer olarak “bu bize Allah’ın verdiği dünyadır” der. Bizler de kendimizi bu dünyanın içinde kâmil insan olmak üzere hazırlamalıyız. Bu anlamda rolünü sadece Türkiye’deki tarikatler arasında değil, diğer yerlerdeki tarikatler arasında da özel bir yere sahip olarak gerçekleştirir.

 

Prof. Dr. James Morris

Kenan Rifâî büyük bir mânevî öğretmendir. Ne pahasına olursa olsun öğrenme açlığına hitap eden bir rehberlikten ziyâde, herkesin içinde bulunan ve kendi istidâdına göre, kendisi için uygun bir şekil almış bir mânevî ilmi uyandıran ve bizlere, çocuklarımıza, ailemize, meslektaşlarımıza ve etrafımızdaki insanlara birer rehber olabilmeyi öğreten bir ilmi aktarır. (…) Kendi devrine uymuş ve çok faydalı bir öğretmen olmaya devam edebilmiştir. O devirde bazıları bunu yapabilmiş, bazıları ise yapamamıştır. Fakat ister şirketler, ister binalar, ister büyük kurumlar kurun, biliyoruz ki tarihte bunlar gelip geçicidir. Bâkî olan, etkileyebildiğiniz gönüllerdir ve buradaki dinleyicilerin gözlerine baktığınızda bunu apaçık görmek mümkün.

 

Prof. Dr. Omid Safi

Kenan Rifâî’nin çok önemli bir sorumluluğu var. Bir taraftan kökleri geleneksel tasavvufta: Kur’an, İbn Arabî ve Mevlânâ üzerine bir uzman. Diğer tarafta ise özellikle de Türkiye’de her şeyin hızla değiştiği bir dünyada geleneğin esasına tutunurken değişime ve sürekli değişen dünyaya uyum sağlamak durumunda. Açıkçası Osmanlı toplumundan cumhuriyet devrine geçişte tasavvufu dergâhlardan, tekkelerden çıkarıp açarak tüm yeryüzünü, hatta insanın kendisini bir dergâh haline getirişine hayranlık duyuyorum. Artık tasavvuf toplumun tümünün ahlâkını şekillendiriyor. (…)

Beşerî bilimlerin icrâ edildiği yerler olarak kabul ettiğimiz üniversitelerin çok kritik bir rolü var. Beşerî bilimlerin ana görevi ise insan olmanın ne anlama geldiği hakkında çalışmaktır. İnsan olmak idrâkı tam olan ‘insan’a doğru giden bir tekâmül sürecidir ve burada tasavvufun bize öğreteceği çok şey var: Aşk hakkında, arayış hakkında, bulmak hakkında ve kim olduğumuz, hattâ ne olduğumuz, kimin sûretinde yaratıldığımızın özü hakkında… Kenan Rifâî’nin tasavvuf öğretilerini üniversiteye ve akademiye getirme modeli burada çok önem kazanıyor. TÜRKKAD’daki dostlarımızın Amerika’da ve Çin’de İslâm çalışmaları için açtıkları sahalar çok önemli. Üniversitedeki arkadaşlarım, bunun bir benzerini yapabilmiş bir başka organizasyon bilmediklerini söylüyorlar. Özellikle İslâm ve müslümanlar hakkında yanlış anlamaların ve korkunun Batı’da yaygınlaştığı bir dönemde bu çok cömert, benlikten uzak ve nazik bir yaklaşım.

 

Doç. Dr. Osman Nuri Küçük

İşte bugün bizim İslâm’ın şartları ve imanın şartları olarak bildiğimiz esaslar bir hadisten çıkartılmaktadır: Hz. Peygamber’e Cebrâil gelir. Önce İslâm’ın, sonra imanın ve sonra ihsanın ne olduğunu sorar. İhsan ile ilişkili olarak Hz. Peygamber şu tanımlamayı yapar: “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görmektedir.” Sûfîler geçmişte tasavvufun ne olduğunu bu hadis üzerinden değerlendirmişler ve demişler ki, “Tasavvuf, dinin ihsan boyutuyla değerlendirilmesi ve yaşanmasıdır.” İhsan boyutu hem kendisinden önceki İslâm ve iman mertebelerini içermekte ancak onlarda olmayan, hakikati bizzat müşâhede ediyormuşçasına, bir müşâhedenin sonucu olarak da güzelliğe yönelik olarak bir insanın ifadelerini ve hâlini ifade etmektedir bu mertebe. Mesnevî şârihi olması hasebiyle Kenan Rifâî Hazretleri’nin hem eserlerindeki tutumunun hem de yaşam ve öğretilerinin bu düzeyden bir din anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzey, bir yandan dinin zâhirine, şeriat boyutu dediğimiz boyutuna vurgu yaparken, bunu imanın kanalize edildiği, gösterildiği bir alan olarak yorumlarken, ancak dinde asıl önemli ve değişmez olanın, asıl çekirdek olanın, asıl dinin kalbi olanın ne olduğu hususunda bir vizyona sahiptir. Kenan Rifâî Hazretleri’nin kendi dönemlerinde olan olaylara ilişkin tavırlarında bu vizyonu fazlasıyla görüyoruz.

 

Dr. Turgut Alsırt

Mâlûm-u âlîniz Hz. Peygamber, “Allah her yüz senede bir bir yenileyici, bir müceddid gönderir” diyor. İslâm dininin hiçbir tamamlanmaya ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Niye gönderiliyordu o zaman? Zemin ve zamana göre İslâm dininin nasıl yaşanacağını göstermek için gönderiliyordu bu yenileyiciler… İşte bendenizin fikrine göre Kenan Rifâî Hazretleri, 20. asrın yenileyicisiydi. Bunu hayatından çıkarıyorum. Bir kere yetişmesi, klasik tekkeden yetişme değil. Bir mürşid-i kâmil tarafından yetiştiriliyor tabiî ama tekke terbiyesi ile değil. Sonra batı ile çok alâkası var. Batı kültürü almış, lisan biliyor. Batıyı gayet iyi tanıyor. Yani devrin batıyı tanımaya doğru gittiği zamanda dünyaya teşrif ettikleri için batı kültürü ile de alâkası var. Zaten Fatih devrinden beri yapılmak istenen, batının iyi taraflarını alarak doğunun iyi tarafları ile birleştirmek meselesi olduğuna göre ben o iş için geldikleri fikrindeyim. Zaten yetiştirdikleri talebelerden, hayat tarzlarından ve talebelerinin hayatlarından bunu anlıyoruz.

Ken’an Rifâî ve İnsân-ı Kâmilin Önemi

Hepimiz çok şanslıyız. “İstedim ki bilineyim” sırrını yaşatmak için Allah bizlere tenezzül etmiş. İdrâkimiz mesâbesinde ezelde bizleri nasibdâr kılmış. Her aldığımız nefes, gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, hissettiğimiz her şey için ömrümüzün sonuna kadar secdeden başımızı kaldırmasak yeridir. Yine de zerresine karşılık gelmez. O gizli hazine ki “Okyanuslar mürekkep olsa kelimelerimi yazmaya kifayet etmez” buyurmuş. Bizler o kelimelerden birkaçını idrak edebilsek ne mutlu!

Sınırlı da olsa, bu idrâkin zevkini yaşayabilen her insan, varlığın, yaradılışın, doğumun, ölümün ve bu dünya sahnesinde tecellî eden her şeyin bir amaç uğruna var olduğunu hissedebiliyor.

İnsân-ı Kâmil’in birçok târifi var. Biri de Cemâl’in temâşâsının kemâl noktası olsa gerek. Allah’ın tecellîsini hakîkatiyle, perdesiz, tam istediği hâliyle idrak edebilen insan… O her an yeni bir şanda olduğu için de, fehmini her an yenileyen, idraklarında iki günü birbirine eşit olmayan sultanlar…

Rabbi Zül Celâli ve’l İkram bu sayısız güzellerini Zât’ı için halk etmiş. O güzel Allah’ım bizlere sonsuz merhametinin en büyük nişânı olarak da kimi zaman mânâsını bu sultanlarından biz âciz kullarına açmış.  Hakîkatimizi bizlere bildirmekle vazîfelendirilmiş mübârek sultanlara “Mürşid-i Kâmil” diyoruz.  Halk edildikleri devrin ümmetine, insanına, o devrin ilmine münâsip dilde Allah’ı bildiren sultanlar.

‘Mürşid-i Kâmil’in esas önemi burada gizli. Allah’ın sonsuz tecellîsinin te’vilini, yaşadığı devre göre biz âcizlere göstermeleri. Ken’an Rifâî’de bunu en güzel şekliyle görebiliyoruz. Nasıl görüyoruz? Cemâlnur Hocamız ve ona bu ilmi intikâl ettiren başta Sâmihâ Annemiz olmak üzere sayısız talebesi vâsıtasıyla. Öğrencilerinden Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Nezihe Araz ve Sofi Huri bunun en güzel örneğini “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” eserini ortaya çıkararak vermişler. Hz. Peygamber’in zarâfetini, ilmini, tevhid idrâkini 20. asır gözlüğüyle gösteren o değil mi? Hristiyan rahiplerin kendi dinlerine yaptıkları gibi din-i İslâmı camilere ve tekkelere hapsetmeye çalışanlara en güzel cevabı 24 saatini sünnet-i seniyye üzere yaşayarak vermemiş mi? Bir yandan Mesnevî’nin en mûteber tefsirini yazarken, bir yandan Marcus Aurelius’u tavsiye etmemiş mi öğrencilerine? Güzel dînimizi kalıplardan koruyarak tecelli ettiği her yerde müşâhade etme sanatını bizlere o öğretmiyor mu “Sohbetler”inde?

Belki her devirde olduğu gibi bu devirde de insanlar karanlıktan, cehâletten, dünyanın kötü gidişâtından, ahlâksızlıktan, açlıktan, savaşlardan muzdarip. Herkes bir çıkış yolu arıyor. İnsân-ı kâmili anlamaktan, ona uymaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yok. Bu devri okumanın, bu devre göre yaşayabilmenin tek yolu bu: “Rahmet kapısı insan-ı kâmili” bulmak.

Sempozyumda ilimde ziyadesiyle ilerlemiş nice hocalarımız işte bunun için hizmet ettiler, etmeye devam ediyorlar.

“Kulluğu mü’minlerin bir ulu Sübhân’edir

Hizmeti dervişler er olan İnsân’edir.”
Başka söze gerek var mı?

İzâfiyet

İstanbul’dan Samsun’a gidiyorsun. -Memleketim diye söylemiyorum, güzel şehirdir. Kıyak geçtim, adını andım.- Otobüstesin. Cam kenarına güzel bir koltuk ayırtmışsan bir de, deme keyfine. Etrafı izliyorsun. Oturarak. Kımıldamadan. Fakat ne çabuk geçiyor gördüklerin, film şeridi gibi âdetâ. Bir gördüğüne bir daha bakman mümkün değil. Hızın otobüsle aynı da ondan. Hiçbir emek sarfetmeden, bir koltuk parasıyla ne hızdasın. Halbuki aynı koltuğu alıp vâsıtanın dışına koysak, gene aynı pozisyonda görüş açın ne kadar da değişecek. Bulunduğun yere, bulunduğun açıya göre görüşün, hızın, algılayışın ne kadar da değişiyor. Çok keskin.

Gökyüzüne bak meselâ. “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun?” âyetlerine mazhar olan gökyüzüne.

Binlerce ışık yılı mesâfedeki yıldızları düşün. Bakıyoruz, bakıyoruz da görüyor muyuz gerçekten? O görüntü bize kaç senede ulaşıyor? Fizikçi değilim, hesap işlerine de hiç alışamadım. Bilmiyorum tam kaç sene geçer, değişir… Bildiğim, gördüğüm o yıldız belki şu anda yok. Yok olanı görüyorum belki de. Rabbin âyetlerindeki inceliklere bak. Zıtlarla varsa her oluş, yok olanı görüyorsam, Allah’ın yaratıp koyduğu, insanın “icad ettiği” değil, “keşfettiği” fizik ilmiyle de sâbitse bu, var olarak gördüğüm, neden aslında yok olmasın?

Neden mi bahsediyorum? Senden meselâ. Sen var mısın gerçekten? Sen neyin yansımasısın bana? Bana sen ne gösteriyorsun? Destûr! Sen değil, sendeki sen bana ne gösteriyor? Sendeki senden ya bende de varsa? Destûr! Bendeki sen, sendeki sen, bendeki ben, sendeki ben…Hepsi aynı ise, biz ne görüyoruz? Biz kimiz? Var mıyız? Büyükler, ölüm için “bir odadan başka bir odaya geçmektir” demişler. Otobüs mevzûmuzla bir âlâkası var mıdır bilemem lâkin soru sorabilirim. “Durduğu yerle bir irtibat neden olmasın?” derim. Odaya transfer olan, ya bizi görüyorsa? Ya odada kendi “yansımasını” hoş bir sadâ olarak seyrediyorsa? Yâ Rab, ne dehşet! Ne kadar büyük bir sır! Gözlerim doldu desem, inanır mısın demem. İnan!

***

Mayıs’ın son haftasonu bir rüyâ gibiydi. Rüyâ gibiydi diyorum, kurtuluş gibi mi demeliydim bilmiyorum, insanın kapitalist düzenin kendine dayattığı her oluştan kaçıp kendine dönüşü bir kurtuluş çünkü. Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun düzenlendiği Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nu dolduran nice yürekler aynı şeyi hissetmiştir; buna inanıyorum. Hz. Ken’an’a (k.s.) adanmış üç gün ne kadar da çabuk geçiverdi. Dünyanın dört bir yanından gelen dâvetlilerin tebliğleriyle muhabbet bulan salonda, her meşrepten muhabbet gönüllülerinin olması da Kendilerinin birleştiriciliğinin tecellisi olsa gerek. Bu büyük hazreti anlatmak bana düşmez, nasipliler nasipleri kadar aldılar vesselâm.

Her sır bir gün ifşâ olur. Perdeler bir gün iner, herkes bilmeye yüz tutar. Bugün böyle diye, öteki gün aynı olmakla mükellef değildir. Her ayrı gün, ayrı saat, ayrı saniye ayrı bir şanla dirilir, varolur. Dergâh-ı Şerîf’in de maketinin sırrı bir gün âşikâr olur.

Otobüs koltuğunu hatırlatsam anlar mısın? Koltuk aynı koltuktu da muhabbet otobüsten daha hızlıydı sanki. Bu fasıl bu kadar.

***

İnsan birini görmeden sevebilir mi? Görmek bu fânî gözlerle mi oluyor? Yoksa batı medeniyetinde karşılığı olmayan gönülün semâhanesinden mi görüyoruz? Peki gönülde raks eden kim? Biz neye şehâdet ediyoruz? “Şâhitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şâhitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O’nun elçisidir” nasıl diyebiliyoruz? Hz. Peygamber’i görmeden nasıl peygamberliğine şâhitlik ediyoruz? Şâhitliği burada yapmamız, zaten daha önceden verilmiş bir ahdin taksidi mi yoksa? Nasibi olanlar verdikleri sözü hatırlayıp mı şâhitlik ediyor yoksa? Nâçizâne sadece soru sorabiliyorum. Cevapları bende değil, sende de değil. Sana sordurtan, elbet bir gün cevabını da âşikâr eder.

Allah bizi şâhit olanlardan, şâhit olduktan sonra da şehit olanlardan eylesin.

***

Şimdi senin görevin bu fasıllarla alâkayı kurmak. Otobüsü düşün.

Var ile yok arasında ince bir çizgi falan yok.

Her şey durduğun yerle alâkalı.

 

Baktığın ve gördüğün bir değil.

Zaten bakmakla görmek bir değil.

Sen, ben, o, O’nsuz var değil.

O varsa, ki var.

Sen var değil.
Selâm ve muhabbet ile…