Öldükçe Dirilen

 

Kalemi, kıpırdamıyor.

Gözleri, görmüyor.

Kalbi, atmıyor.

Günü batmış.

Gafletin gölgesine bürünmüş.

Kendini kendinden kurtaramamış.

Âlem, içine doğmuşken…

 

Gün doğuşuna hasret,

Tekrar kavuşmaya çalışıyor.

Unutuyor ki

Kendi kendine değil,

Kendinden kendine kavuşulur ancak…

Günün en karanlık vaktinde

Az kala ümidini yitirecek.

 

Ümitsizlik olmaz!

Geri tekâmül olsa da duruyor.

Hareketsiz kalıyor.

Rahmet dolu dünyasında

Bir nidâ kulağında;

“Ah, teslimiyet!”

 

Kulağından içeri

Geldi sultanı.

Varı ve yoğu yaktı.

Taşırdı.

Coşturdu.

Kavuşturdu.

Kendine geldiğinde

Sultanı gitmişti.

Geriye kalan, Aşk’a kaldı.

 

Artık Umut ediyor;

Kalemini kendi tutmasın.

Ten gözünden görmesin.

Kalbi, kendisi için atmasın.

Gün, içinden doğsun.

Kendinden kurtulsun.

Gördüğü şu rüyâda,

Bir dem ölüp

Bir dem dirilsin…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan İlişkileri Güçlü Eleman Aranıyor

 

İnsan ilişkilerinin güçlü olması diye bir yetkinlik var. İş dünyasında her çalışandan beklenen, bütün iş ilânlarına bir madde olarak eklenen, iç ve dış müşterileri memnun etmek için olmazsa olmaz koşul olduğu düşünülen, büyülü, süslü bir yetkinlik. Ama on yıllık iş hayatım boyunca, özellikle kurumsal şirketlerde izlediğim kadarıyla bu yetkinlik ne yazık ki insanla ilişki kurmaktan çok, monolog bir anlayışla kendini pazarlayabilme stratejisi olarak algılanıyor. Yani ne kadar iyi rol yapıp mutluluk dağıtabiliyorsanız, insan ilişkilerinizin o kadar güçlü olduğu düşünülüyor.

Aslında çalışanlar bilir; iş hayatındaki “farklı anlayış biçimleri” arasında insan ilişkileri konusu belki de en masum olanıdır; meselâ başkalarına ait ne kadar fazla açık yakalayabilirseniz, ne kadar fazla “biliyorum“ derseniz o kadar dikkatli ve yoğun çalıştığınız anlamına gelebilir. Ya da öyle olduğunuzu zannedersiniz desek daha doğru olur, neyse…

Fakat şunu bilmeli ki çok fazla konuşup etrafınıza çok kişi toplayabiliyorsanız, bu insan ilişkilerinizin güçlü olduğu anlamına gelmez.

Espri yapabilme ve insanları güldürebilme kabiliyetiniz de insan ilişkileri konusunda başarılı olduğunuzun bir göstergesi değildir.

Menfaatleriniz doğrultusunda çok iyi cümleler kurabilme ve ikna edebilme yetkinliği, sizi iyi iş çevirebilen bir insan yapar fakat insan ilişkileriniz iyi denilemez.

Peki insan ilişkilerinin güçlü olması ne demektir?

Zaten gayet iyi bir şekilde anlaşabildiğiniz insanların dışında, sizinle zıt meşreplere sahip tüm insanlarla/iş arkadaşlarınızla kolaylıkla iletişim kurabiliyorsanız, bir insanın sizi zorlayan her türlü davranışına rağmen ona kızmadan, anlamaya çalışabiliyorsanız, birine kızmış olsanız bile kendi penceresinden bakıldığında onun da kendince haklı olduğunu düşünebiliyor ve haklı olduğu hassasiyetlerini dikkate alarak ona yaklaşabiliyorsanız, insan ilişkileriniz son derece iyi ve güçlü demektir. Yani işin özü şudur ki ne kadar sûfî iseniz iletişim becerileriniz de o kadar iyi demektir.

Aksi halde sahip olduğunuz yetkinliğin adı güçlü insan ilişkileri değil, başarılı menfaat oyunculuğu olur.

Kimseye işini öğretecek bir hadde sahip değilim elbette ama şöyle bir fikrim var: Eğitmenlerin, psikologların, sosyologların, malzemesi insan olan her türlü iş ehlinin muhakkak Mevlânâ’yı okuması lâzım. Aksi halde yapılan işler “bence” eksik kalır, kemâlini bulmaz. Keşke bütün şirketlerin bünyesinde tasavvuf konusunda uzman olan bir kişi/grup olsa ve çalışanlara tasavvufî değerler çerçevesinde etkinlikler, eğitimler düzenlense. Tüm çalışanlar bu bakış açısı ile çalışmaya ve birbirleri ile iletişim kurmaya yönlendirilse…

Zira herkesin kendi zihinsel, bedensel ve ruhsal yapısı içinde değerlendirildiğinde son derece haklı olduğunu ve insanın mutlu olmasının bir başkasını mutlu etmeye bağlı olduğunu anlaması, “sürdürülebilir” bir bakış açısı olarak, ancak tasavvufî değerleri benimsemesi ile mümkün olur. Sadece bu iki bakış açısına sahip olmak bile insanın çalışma hayatında birçok şeyi değiştirir. Birlikte çalışma, ekip olabilme, motivasyonu ve verimliliği artırma, işlere yeni bakış açıları kazandırma gibi amaçlar doğrultusunda, şirketlerin özel ve büyük bütçeler ayırarak düzenledikleri ama -şahsî kanaatime göre- pek de faydalı olmayan birçok etkinlik yerine daha kısa yoldan, daha az zamanda, daha az mâliyetle, daha fazla verimliliğin sağlandığı yeni çalışmalar yapılabilir.

Ne diyelim? İnşallah zaman içinde bu şekilde yeni bir organizasyon kültürü doğar…

 

İyimserlik 4,5

 

Yazımın başlığını okuduğunuzda “bu da ne demek şimdi?” dediğinizi duyar gibi oldum. Kişilik envanterleri ile haşır neşir olanlar bilir; envanterlerde insanların iyimserlik seviyesini de ölçen sorular vardır ve bunlara verdikleri cevap doğrultusunda 1 ile 10 arasında bir skalada, hayata karşı ne kadar pozitif baktıkları skorlanır. Son zamanlarda farklı yaş ve meslek gruplarından yaklaşık 200 kişiye uyguladığımız envanterlerin iyimserlik ortalamasına baktığımda gördüğüm ortalama değer ise 4,5 oldu. Bu kişilerin bazıları geleceğe 9 seviyesinde umut dolu bakarken bazıları ise 1 seviyesinde endişe ve belirsizlik dolu bakmaktaydı. Bir de ortalarda, duruma göre kâh umutlanıp kâh “gidişat kötü” diyenler vardı elbette.

Geçenlerde Dr. Marilyn Atkinson’ın henüz Türkiye’de yayınlanmamış olan bir kitabına erişebildim. Oradaki bir hikâye oldukça dikkatimi çekti ve bu yazıyı yazmama neden oldu. Hikâye şöyleydi:

Bilim dergilerinden birinde çalışan bir araştırmacı, dergisinin özel bir çalışması için devrin önemli bilim insanları ile görüşerek onlardan önemli bilim insanları tarafından sorulabilecek en önemli soruları toplamaktadır. Bu amaçla Einstein’a gelir ve büyük bir bilim insanı tarafından sorulabilecek en önemli sorunun ne olabileceğini sorar. Bir 10 dakika kadar düşünen Einstein, “bence herkes tarafından sorulması gereken en önemli soru şudur” der. “Acaba evren dost mu yoksa düşmanca bir yer mi?”  Bu soru karşısında şaşıran araştırmacı, “nasıl olur da sorulacak en önemli soru bu olur?” cevabını verir. Bunun üzerine ünlü âlim devam eder: “Eğer evren dostumuzsa zamanımızın geri kalanını köprüler inşa etmekle geçiririz. Yok eğer düşmanca bir yerse bu defa da ömrümüzün geri kalanını duvarlar örmekle geçireceğiz demektir. Bir karar vermek zorundayız!”

Okuduğum andan itibaren zihnimden bir türlü çıkartamadığım bu anekdot beni de bir seçim yapmaya zorluyordu içten içe. Zor günler geçiriyoruz, şüphesiz! Güvenlik kaygısı bir taraftan, bildiğimiz konfor alanlarımızın bir bir sarsıldığını görmek bir taraftan, dünyanın dönüşüm hızı bir taraftan, belirsizlik diğer taraftan. İyi de hâl böyleyken biz ne yapacağız? Hangi yöne gideceğiz, nelere değer atfedip nelerden ferâgat edeceğiz? Dönüşeceğiz kaçınılmaz şekilde ama neye dönüşeceğiz?

Hepimiz ülkemizde ve dünyamızda olup bitenleri yakından izlemeye, hissettiğimiz belirsizlik duygusunu bir nebze daha belirginleştirebilmek adına olabildiğince çok bilgi toplamaya çalışıyoruz. Bir yerine 7 gazete, 14 haber kanalı, sosyal medya, açık oturumlar, komplo teorileri, gizli bin yıllık örgütler derken akla ziyan bir noktaya doğru adım adım ilerliyor gibiyiz.

Peki ya belirsizlik ve bilinmezlik perdesi aralanıyor mu? Pek öyle de görünmüyor. O perde aralanmadığı gibi bir de kafa karışıklığı, daha fazla şüphe, daha fazla kaygı ve bir kat daha örtüye bürünmüş yeni bir belirsizlik resmi çıkıyor karşımıza. Bizler ise biraz daha yorgun, biraz daha bıkkın, biraz daha yılgın… Tüm bu kocaman kocaman sorular karşısında “ben ne yapabilirim?” in cevabını aramayı unutan, “dönüşüm benden başlar” demeyi bir kenara bırakan bizler “ahh o güzel eski günler” diye içimizi çeke çeke otururuz. Oysa Einstein’ın da dediği gibi hepimizin ve her birimizin karar vermesi gereken çok önemli bir nokta var.  Ya inanmanın gücüyle iyimserliğimizi koruyup ve hatta güçlendirip köprüler inşa ederek birleştirenlerden olacağız ya da karamsarlığa ve kaygıya bürünüp duvarlar örerek ayrıştıranlardan… Birleştirmek ve ayrıştırmaktan kastım ise tamamen bireysel algı ve davranış seviyesinde ortaya çıkan hoşgörülülük, açık fikirlilik, sevgi ve özüne güvenli olma halinden başka bir şey değildir.

Bundan 6 yıl önce Cemâlnur Hoca’ya bazı öğrencilerinin 2012 yılında başlayacağı söylenen foton çağı hakkında sorular sorduklarına tanıklık etmiştim.  Hatta o zamanlar çok popüler olan bir Marduk senaryosu bile vardı. Zeminini Maya takviminin 5000 yıllık ömrüne dayandıran bu hikâyeye göre 2012 yılında dünya Marduk ile çarpışacak ve bir nevi kıyamet olacaktı. İşte tam da bu konuyla ilgili soruların da sorulduğu bir ortam oluşmuştu. Cemâlnur Hoca’nın verdiği cevabı hâfızama kazımışım âdeta… Kendisi, o çarpışmanın ve kıyametin sembolik bir anlamının olduğunu, yeni bir devrin bu yıllarda başlamakta olduğunu ve dünyada bilginin âşikâr olacağını, hakikatin hızla su yüzüne çıkacağını, bütün birliklerin parçalarına ayrılıp yeni birliklerin oluşacağını ve değişimin inanılmaz bir hıza erişeceğini anlatarak bu kuvvetli dönüşüme ise ancak güçlü bir inanca sahip olanların uyum sağlayabileceğini belirtmişti. Bu anlamda baktığım zaman iyimserliğin ve pozitif olana odaklanmanın da önemli bir inanç işi olduğunu hissetmekteyim. Çünkü iyimser olma hâli, doğası gereği geleceğe yani henüz elle tutulup gözle görülemeyene yönelik bir ruh halidir. Bu nedenle de bilmek değil inanmakla daha yakından ilgilidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz anda deneyimliyor gibi olsak da geleceğe yönelik bir tercih etme hâlidir. Verilmesi gereken bir karardır bir anlamda.

Yazımın başındaki “4,5”a dönecek olursak. Ortalamaya çok yakın görünüyor ve hattâ biraz da kanaat notu eklersek geçer not diyebiliriz. Yani bu 200 kişi üzerinden naif bir genelleme yaparsam bizim de toplum olarak durumumuz ümitvâr görünüyor. Ne deyim, iyimserim yani!

Bir Fil Hikâyesi

 

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlatılan fil hikâyesi beni her okuduğumda şaşırtır, etkiler. Karanlık bir ortamda bir fili nasıl tanımlarsınız? “Fili târif et!” dendiğinde, herkes bu devâsâ hayvanın bir uzvunu geçirecektir eline. Birisi kulağını, diğeri hortumunu, bir başkası ayağını yakalar ve bir şeye benzetir fili. Oysa fil bunların hiçbiri değildir; hepsidir belki ama tek başına hiçbir parçası fili bütünüyle temsil etmez.

 

Neden etkiliyor bu hikâye beni? Belki de her şeyi eksik, kusurlu gördüğümüze ilişkin iyi bir mesel olması, dünya hakkında açıklamalara muhtaç varlıklar olmamızı hatırlatması… Evet, belki de bu hikâyeyi seviyor olmamın sebebi bunlardır.

 

Mesnevî’yi açıp okur ve kaybolursunuz içinde…

 

Söyleneni anlarsınız belki ama tam olarak anlamının derinliğine varamazsınız…

 

Evet, iman ediyordum: Mesnevî’de anlatılanlar beni cezbediyordu; ama böylesine kapsamlı bir eser karşısında hep satıhta kalıyordum. Daha ilk on sekiz beyitte sarsılıp kendime geldiğimi; bu eseri ancak bir mürşid aracılığıyla kavrayabileceğimi hissetmiştim. Tam da bu endişeli ruh hâli içindeyken başımız sıkıştığında hep Hızır misali yetişen Kenan Rifâî Hazretleri’nin Mesnevî şerhi ilişti gözüme. Besmeleyle kitabı açtım ve daha ilk cümlede “Dinle!” diye başlayan metni duymaya, bu sözlerdeki derin mânâyı idrak etmeye başladığımı hissettim. Şerhin koyu renkle yazılıp vurgulanan kısmına geldiğimde yine bir eksiklik duygusuyla şaşırıyordum ama şerh bölümü bendeki şüpheyi alıp götürüyordu. Hepimiz kabımız ölçüsünce anlarız ama Kenan Rifâî Hazretleri bizi o dar kaptan kurtarır, bizi geniş bir perspektife yerleştirir. Böylelikle beyitte söyleneni, tıpkı fil hikâyesinde olduğu gibi, parçalı bir şekilde, yani kısmen anladığımızı ama mürşidimizin bizi bu noksan bakış açısından kurtardığını anlıyordum. Şerhle birlikte gelen coşku, parçadan bütüne sıçramanın verdiği neşeydi aslında. Efendim’le birlikte duymak, onunla anlamak beyitleri… Tasavvufî neşe bu olsa gerekti!

 

Hz. Mevlânâ’nın biz anlayalım diye kullandığı teşbihlerin, hikâyelerin hepsini Efendim’in gözlüğünden okumak, Mevlânâ’yı derinlemesine kavramak demekti benim için. Çünkü filin ne olduğunu anlamak, aslında hakikatin ne olduğunu idrak etmek anlamına geliyordu.

 

Eğer hakikate nüfuz etmek istiyorsak kendi noksan, parçalı görüşümüzü bir kenara bırakmalı, geniş bir perspektife, yani Efendimize doğru yelken açmalıyız. Belki O’nun sayesinde kabımız genişler de biz de bir gün kendi başımıza bir fili bütünüyle algılayabilir hâle geliriz.

İstanbul Günleri-8: Çırpıcı ile Zorluk ve Kolaylık

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek çıktığımız gezilerimize bir süre ara vermiştik, kusura bakmayın. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İstanbul semtlerini geziyor,  Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anıyor, bize aktardığı fikirleri de idrak etmeye çalışıyoruz. Dileriz ki O’nun fikir kuşu bize yol göstermeye devam etsin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

1950’lerin başında yazılmış ve o tarihten 40 yıl öncesinin aktarıldığı “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan ünlü mesire yerlerinden biri olan Çırpıcı’dayız bu ay. “Tarihin doğru konuşan dudağı şâhit ki, eskiden eğlenmek isteyen İstanbullunun emrinde hesapsız bağlar bahçeler ve mesireler vardı” diye anlatıyor Sâmiha Anne. Ayaspaşa, Tophane, Beşiktaş ve Fındıklı sırtları ve sahilleri, Çırağan Kasrı, Sâdâbad Kasrı, Küçüksular, Göksular, Kalender, Sarıyer gibi liste uzayıp gidiyor. Sadece “İstanbul Geceleri“ kitabında değil “Boğaziçinde Tarih“ ile de bu yerler hakkında bilgileniyoruz; İbrahim Efendi Konağı sâkinleriyle bu mesirelere gidiyoruz. Sâmiha Anne’nin kendi çocukluk anılarını serpiştirdiği eserlerinde de eğlencelerden nasibimizi alıyoruz.

Sâmiha Anne’nin anlatımıyla eğlenceye türlü vesileler bulan İstanbullu bir bayram, bir tatil, bir ramazan, bir yıldönümü vesilesiyle çoluğu çocuğuyla ile kendinden geçer gibi eğlenirdi… Sadece gülüp söylemek değil, ağlamakta da bir çeşit zevk bulmuştu zamanın İstanbullusu. Dertlenir durur, düşünücü olur ardından tekrar neşelenirdi.

İstanbul halkının eğlencelerini anlatan “İstanbul Geceleri” kitabının bu bölümünü okurken hayatın zorluklarının iyice hissedildiği, Osmanlının bu sıkıntılı döneminde, halkın ruh hâlini düşünmeden edemiyoruz. Acaba kitapta anlatıldığı gibi o dönem halkının her fırsatta eğlenceye akması mâzinin son âdetlerini hâlâ yaşıyor olması mı, yoksa dertlerini bir süre için de olsa unutma arzusu, yaşanan bu zor dönemi kolaylama yöntemi miydi? Gelin, eski zamanın rağbet gören mesiresi Çırpıcı’yı gezelim, gezerken de “zorluk ve kolaylık” üzerine düşünelim.

Zeytinburnu semtinin Çırpıcı mahallesine metro ile ulaşıyoruz. Veliefendi mahallesi ve Bakırköy ilçesine komşu olan Çırpıcı’ya giderken yolda Merkezefendi’ye de uğradık, Sâmiha Ayverdi’yi andık. Çırpıcı ile ilgili yaptığımız araştırmaya göre ortasından dere geçen, Çırpıcı çayırı adıyla ünlenmiş bu yer zamanında “Ayazma“ olarak da bilinmekteymiş. Bazı eski kaynaklar ise Çırpıcı’yı fetih sonrası Anadolu’dan gelip yerleşen boyacı ailelerinin ipleri, yünleri keçe ile halı türünden kumaş ve dokumalarını derenin suyunda yıkayıp parlattıkları yer olarak dile getirmekte. Kimbilir “Çırpıcı” adı da oradan gelmekte. I. Dünya Savaşı sırasında artezyen kuyularının açılması, 1945 sonrası çevresinde kurulan sanayi tesisleriyle mevkinin endüstriyeI niteliğini arttırmış ve 1950’lerde artık mesire özelliğini kaybetmiş.

Doğrusunu isterseniz bu gezimizde endüstrileşme ve yanlış şehirleşme ile gelen betonlaşma nedeniyle zamanın meşhur mesiresi Çırpıcı çayırını bulmayı ummuyorduk ama yerinde Çırpıcı Parkı’nı bulduk ve mutlu bir şaşkınlık yaşadık. Zamanın yeşilliğinin belki de örneklemesi olsa da, blok blok yapılar çevresinde baskıcı bir çember oluştursa da işte çayırımız. Bu son derece organize parka çayır demek komik, biliyorum. Yeşil alanları, futbol, basketbol sahaları, tenis kortları, kaykay alanı, hatta BMX parkı, yürüme ve bisiklet parkurları, çocuk parkları ve kafe ile Çırpıcı Parkı, ailece gelinip iyi vakit geçirilecek bir yer gibi görünüyor. Eğer bu kadar spor ve hava alma bize çok diyenler olursa hemen yanında kocaman bir de AVM var, isteyenler buyursun.

Çırpıcı’yı “İstanbul Geceleri” kitabında daha çok bir esnaf ve hovarda mesiresi olarak anlatmış Sâmiha Anne. O zamanın İstanbul halkının her kesiminin kendilerine ait eğlenme âdetleri varmış. Örneğin varlıklı evlerde hizmet veren zenci halayıkların baharı karşılamak için yaptıkları ot toplama merâsimleri sırasında Çırpıcı en kalabalık zamanını yaşarmış. Bunun yanısıra Çırpıcı, kabına sığmayan İstanbul delikanlısına zurna, darbuka, semâî, koşma, mâni ikram eden toplu esnaf eğlencelerine sahne olurmuş.

Şimdinin kabına sığmayan İstanbul delikanlısını Çırpıcı Parkı’nda düşünüyorum… Futbolunu oynayan, koşan, kafede nefeslenen, AVM’ye gezmeye, belki de sinemaya giden… Sanırım Çırpıcı, mekân olarak zamanın erozyonuna rağmen eğlendirme veya rekreasyon işlevini hâlâ sürdürmekte.

Bu arada eğlence anlayışımızın zamanla nasıl değiştiğini gözlemliyoruz sanki. Sâmiha Anne’nin anlattığına göre “Mahallî hayat, mahallî zevk, mahallî ruh terkiplerinin yoğurup şekillendirdiği İstanbullu, hangi sınıfa mensup olursa olsun, iç ve dış varlığında bu hususi atmosferin çesnisini, tatlı ve tabii istihâlelerle (değişim) asırlar boyunca yaşayıp nesilden nesile emânet ederken, mutlaka dedesinden getirdiği bir hava ve mutlaka torununa bırakacağı bir emâneti vardı” diyor.  Şimdi eğlencede mahallî farklar daha az gibi, nesillerin de birbirine aktardığı âdetler sınırlı.

Değişmeyen, insanın eğlenme ihtiyacı sanki. “İstanbul Geceleri” kitabının anlattığı Osmanlı’nın son dönemini düşünürsek, kötüye giden ekonomi, bulanık-perişan iç ve dış politika, kaybedilen topraklar halk üzerinde kimbilir nasıl olumsuz bir etki yapmaktaydı… Ama geçmişten getirdikleri eğlence âdetleriyle hem hüzünlenmişler hem de gülüp eğlenmişler, sanki içinde bulundukları zorlukları bu şekilde kolaylamışlar.

Şimdi de durum buna benzer değil mi? Çok şükür, hayatlarımız büyük dedelerimizinkinden çok daha ferah ama biz de kendimize göre zorluklarla mücâdelede değil miyiz? Bu dünyanın sınavları biter mi? O zaman bunları nasıl aşacağız, nasıl kolaylayacağız? Sâmiha Anne “Mektuplardan Gelen Ses” kitabında demiş ki: “Zorluk ve kolaylık ayrı ayrı birer kimyevî madde olsa, bunları birbirine karıştırdığımız zaman, o iki zıddan huzur hâsıl olur. Yeter ki, solüsyonları birbiri içinde eritmesini bilelim.“

Hayatı tadlandırmak, biraz da onu yaşayış tarzımıza bağlı olduğuna göre, hadi korukları pişirip bal gibi üzüm eyleyelim.

Editörden (Kasım 2015)

Merhaba Dostlar,

Bu ayki konumuz “Rabbiyet”. Yüce rabbimizin en müstesnâ isimlerinden biri… Bu konuya ilişkin aklımıza ilk gelen mânâlar, yüce Allah’ın öğretmenliği, öğreticiliği, yol göstericiliği oldu. Öğretmenler gününü de kutladığımız bu ay için doğrusu oldukça da yerli yerinde bir konu oldu. Velhâsıl yine çok özel ve çok güzel bir konumuz var.

Elbette konu bu kadar kıymetli olunca, yazarlar da biz eksik beşerler olunca, yazmak da, konunun hakkını yerli yerine koymak da müşkül oldu.

Biz hasbelkader derginin hizmetlileri olarak bu konuyu anlamaya ve anlatmaya çalışırken, yüce yaratanımızın her an yeni bir şe’nle nasıl dirildiğini bir nefes olsun hissettik diye düşünüyorum. Konuya baktığımızda herbirimizin gönlüne konunun farklı vechesi düştü. Kimimiz hayatını etkileyen okul öğretmenlerinden, kimimiz hâdiseler ile konuşan muhteşem yaratanın, hayatla, çevremizdeki insanlar ve vesilelerle, tabiatta yaşayan diğer canlılar yardımıyla öğrendiklerimizi, onların bize öğrettiklerini hatırladı ve kaleme aldı. Dolayısıyla kendi hallerimize göre, kendi kabımızca, herbirimizi ifade eden ve ne yazık ki  bu engin ummanı temsil etmede yetersiz denemelerimizde hepsinden biraz bahsettik.

Biz yazarken öğrendiklerimizi ve öğrenecek şeylerin ne kadar çok olduğunu az da olsa tefekkür etmeye çalıştık. İnşaallah siz gönül dostlarımızı da bir nefes dahî olsa, tefekküre sevkeder ve ne kadar Âlim, ne kadar kapsayıcı bir Allah’ımız olduğunu hissetmenizi sağlayabiliriz. Hâdiseler vasıtasıyla, bıkmadan usanmadan, bir anne, bir öğretmen şefkati ve hassasiyeti ile bizleri eğitmeye devam eden ve bundan hiç vazgeçmeyen yüce Allahımıza lâyık kullar, iyi evlâtlar ve öğrenciler olabiliriz. Kusuru bizlere, güzelliği öğreticiliği sınırsız yüce rabbimize ait olmak üzere dergimize hoş geldiniz, gönül hoşluğu verdiniz. Allah razı olsun efendim.

Sohbetler (Kasım 2015)

Bütün varlık âlemi, Hakk’ın küllî veyâhut cüz’î isimlerinden bir veya birkaçına mâliktir. Meselâ mü’min kimse, Hâdî yâni hidâyet edici ismine mazhardır. Melekler, Hakk’ı tesbih edici isimlere mazhardır. Şeytan ise, kibredici, dalâlet verici isimlere mazhardır. Kâmil insan ise cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin o âyân-ı sâbitede olan ismi ona rabdır, yâni terbiyecidir. O kimse de bu ismin terbiyesi ve hükmü altındadır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 275)

***

Adâlet, Hakk’ın rızâsını elde etmeğe çalışmaktır. İşte böyle hareket edip Allah Rabbimdir diye istikāmet edenler için havf u hüzün yâni korku ve endîşe yoktur. O vakit bunlara kalb-i  selîm pasaportunu verirler. Fakat sen bu pasaportu kendi gücünle almak istersen işte o çok zor, belki de imkânsızdır. Resûlullah Efendimiz bile ‘Mürebbî olmasaydı Rabbimi bilmezdim’ buyuruyor. İmâm-ı Âzam da Hazret-i Ali Efendimiz’in evlâtlarından İmam Câfer’e mürit olduktan sonra ‘(Son) iki sene olmasaydı Nûman helâk olurdu’ demek sûretiyle o sultana mülâkî oluşuna şükreder.

Onun için mürşidin rızâsını kazanmak sûretiyle bu kalb-i selim pasaportunu elde etmeye çalışmalı. Mürşidin rızâsı da onun boyasına boyanmak, yoluna gitmek, görmek ve bilmekle elde edilir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 215)

***

Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir

Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmaktır

Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak

Evliyâya gönül vermek rengine boyanmaktır.

Buldum, gördüm, bildim! demek maksûda ermek için kâfî değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmaktır. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâletine, irfânına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 152)

***

Yûsuf Ziyâ Bey:

– Rubûbiyet ile ulûhiyet arasındaki fark nedir?

– İkisi arasında ince bir fark vardır. Mâlum-ı âlîniz, rubûbiyet, rab, terbiye edici demektir. O cihetle dahi, yâ  Rabbî! denildiği vakitte, bu duânın en kabûle yakın bir duâ olduğu söylenir. Allah, yerin göğün ve bütün kâinâtın yaratıcısı, mevcûdâtın hâlıkı demektir. Rab ise terbiye edici mânâsına gelir. ‘Yâ Rabbî’ demek, benim Rabbim demektir. Benim Allah’ım demek değildir. ‘Allah’ denince kevn ve mekânın ve mevcûdâtın hâlıkı olduğu anlaşılır.

Cenâb-ı Hak, yâ Rabbî, hitâbını sever ve o hitâba cevâben kuluna ‘Lebbeyk!’ der. Bir insan hakîkaten Cenâb-ı Mevlâ’ya teveccüh edip, dağınık olan düşünce ve hislerini toplayarak ‘yâ Rabbî!’ dedi mi, kalbinde bir ferahlık, bir inşirah hâsıl olur. İşte o ferahlık, Cenâb-ı Hakk’ın o kuluna ‘Lebbeyk!’ demesidir. Eğer bu kul, hâlis, saf ve pâk bir gönülle, hiç olmazsa o anda tam bir teveccüh ile ‘yâ Rabbî!’ dese, bu inşirâhı bu ferahlığı hissetmemesi kābil değildir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 562)

 

“İnsân-ı Kâmil, hâliyle öğreticidir”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

Müge Doğan: Hocam, Ken’ân Rifâî Hazretleri “Herkesin sahip olduğu isim onun mürebbîsidir, âmiridir” diyor. Buna göre Rab ismini açar mısınız bize?

Cemâlnur Sargut: Herkes ancak kendindeki Allah’ın ismi sayesinde Allah’ı idrak edebilir ve herkesin varacağı nokta kendindeki isimdir. Ama herkes, Allah’ın kendindeki ismini tecellî ettirip ortaya çıkarınca, ölü olan kısmı, yani vücut ve vücudun arzu ve istekleri kendiliğinden önemini kaybeder. Vücut ezelî ve ebedî diriliğe kavuşur. Ondan sonra ölüm o insanlar için asla olmaz. Ölmeden önce ölme seviyesine ulaşmak bu demektir. Bu seviyeye ulaşan kimse, herkesteki Allah’ın adını idrak etmeye başlar. Bu şekilde Allah’ın bütün isimlerini tanır ve öğrenir. Onlara hürmet etme seviyesine ulaşır. Bu da “Her nereye baksan Allah’ın vechi oradadır” âyetinin açıklamasıdır. Böylece ölmeden önce ölme derecesine varan kişi hürriyete kavuştuğu gibi, Allah’la irtibatı artmış ve devamlı Allah’la beraber olan kişidir. Bu bakımdan kişinin ismini ortaya çıkarması onu hürriyete kavuşturup gerçek anlamda önce kendine, sonra herkese de öğretmenlik etmesini sağlamıştır.

Müge Doğan: Herkes kendi rabbine kulluk ediyorsa, mümin ile münâfık arasındaki fark nedir?

Cemâlnur Sargut: Mümin de kendindeki isme kulluk eder, münâfık da kendindeki isme kulluk eder; bu şekilde mümin de münâfık da Allah’a kulluk eder. Yalnız münâfıktaki isim, münâfığın ismi celâlî isimdir; müminin ismi cemâlî isimdir. Münâfık, Allah’a kendi ismiyle ulaşır… Mümin ise son noktada Allah’ın bütün isimlerini idrak eder. O yüzden de idrâki kuvvetlidir. Münâfığın ise idrâki en az, en âciz seviyededir. Halka başka Hakk’a başka gözükür.

Müge Doğan: Yani ismini açığa çıkaramama gibi bir durum olabiliyor mu?

Cemâlnur Sargut: Tabii ki olabiliyor bu âlemde. İllâ ki çıkacak diye bir şey yok. Bazısı bu âlemde âşikâr eder, bazısı öbür âlemde âşikâr eder, bazısı tâ kıyamet gününde her şeyi anlar.

Müge Doğan: Ama eninde sonunda âşikâr oluyor.

Cemâlnur Sargut: Kıyamet gününde her şey açığa çıkacaktır, evet.

Müge Doğan: Herkes kendi ismi yolunda gidiyorsa ve eninde sonunda aşikar olacaksa bu isim  mürşide neden ihtiyaç var?

Cemâlnur Sargut: Çünkü insan yalnız başına ancak kendi ismini, onu da ezelî nasibi varsa, bu âlemde idrak edebilir. Tekâmülde ise ‘nefs-i emmâre’den bile yukarı çıkması çok zordur insanın eğer önünde bir öğretmen yoksa… Ben cüce olan yeğenimle birlikte Louvre Müzesi’ni dolaşırken hiçbir şey görmeden bakıyordum resimlere… Kendisi ressamdı ve David’in resmi önünde durdu ve “David burada ağlayanı ne güzel resmetmiş” dedi. İlk defa resme baktım ve hakikaten inanılmaz bir gözyaşı çizimi gördüm orada… Belki de benim de bütün hislerimi âşikâr ediyordu ama beni ilgilendiren oradaki adamın ağlayışı değildi. Ressamın onu nasıl yaptığıydı çünkü yanımda resmi bilen yeğenim bana o ressamın o resmi niçin yaptığını ve nasıl yaptığını anlatmıştı. İşte dünyada da çeşitli resimler vardır fakat bize illâ ki resim eğitimi görmüş ya da baştan aşağı o resmin mânâsı kesilmiş bir öğretmen gelmeli ki o resmin hakikatini ve ressama geçişin önemini göstersin… Mürşid-i kâmiller de böyledir. Hiç farketmeden gezdiğimiz bu âlemde her görünen hâdisenin arkasındaki gerçek mânâyı göstererek kendi hiçliğimizi, aczimizi, karşımızdaki mânânın önemini ve Allah’ın her yerde tecellî ettiğini bize öğretirler. Çünkü onların kendi varlıkları yoktur, çünkü onlar baştan aşağı Allah’ın onlardan konuştuğu ney gibi olmuşlardır. Bu yüzden de “atan el benim elimdir” âyeti zuhur eder yani Allah onlardan tecellî eder, onlardan konuşur, onlardan bize hitap eder.

Mürşid bizim kimyada öğrendiğimiz katalizör gibidir. Kendisinde bir reaksiyona girme ihtiyacı olmadığı halde reaksiyonu hızlandırır yani bizim Allah’a kavuşmamızı hızlandırır. Sorunlarımızın arkasında yatan gerçekleri ve bizim âdil olarak görmediğimiz hâdiselerdeki adâleti gösterir. Onun için kişisel irşad yapar, herkesi kendi ismine göre Allah’a eriştirir. Negatif isimli olanları da yani celâlî isme sahip olanları da kendisinden uzaklaştırarak ya da nefret ettirerek ya da kendisiyle bozdurarak Allah’a ulaştırır. Yani mürşit aynı zamanda ayna gibidir; pozitifin pozitifliği, negatifin negatifliği onunla ortaya çıkar. O bir mihenk taşı gibidir yani ölçüdür.

Müge Doğan: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbı var. Neden “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” değil de, “Rabbiniz değil miyim?”

Cemâlnur Sargut: Çünkü Allah bize zâtıyla tecellî etmedi, isimleriyle tecellî etti ve o isimleriyle bizi eğitiyor. Dolayısıyla ezel âleminde, “Her yerde seni kendi ismine doğru çekeceğim. Mecbursun buna, bu senin ezelî nasibin” der Allah. “Kabul ediyor musun?” der. Ama bana nefsim hâkim olursa, yani ölü kısmım hâkim olursa, ismimi idrakten âciz olduğum için o çekilişi hissetmem. O zaman da verdiğim sözde durmamış olurum ve aradaki kişileri, ölüleri gerçek varlık olarak görür, sebep addederim. İşte bu bakımdan Allah bana tekrar tekrar, “Hayır, sebep yok, her yerde sana öğreten benim Rab ismimdir. Başka isim yok” der.

Müge Doğan: Cîlî Hazretleri diyor ki: “Rab cemâl ismidir ama rubûbiyet ve kudret itibariyle de celâl ismidir. Bir yüzü cemâle, bir yüzü de celâle bakar. Yani kemâlî isimlerdendir.” Ankaravî Hazretleri de diyor ki: “Kâmil insan âleme nispetle rabtir” Bu anlamda Rabbiyetin insân-ı kâmildeki tecellîsini anlatabilir misiniz hocam?

Cemâlnur Sargut: Kâmil insanda iki yüz vardır. Bir, terbiye edicilik; bir de Allah’a doğru Rahman sıfatıyla affedicilik ve çekilicilik … Yani bu sanki Peygamber’in dışı ve içi gibidir. Çünkü kâmil insan berzahtır. Dışıyla terbiye eder, içiyle de kendi varlığında o kişiyi Allah’a doğru götürür. Dolayısıyla kâmil insanda terbiye edicilik şöyle tecelli eder: Sen kendindeki ismi kâmil insanda temâşâ edersin. Yani kendi eksikliğini ve aczini hissedersin. Dolayısıyla bu acz ve eksiklik seni tekâmüle götürür. İşte kâmil insanın terbiye ediciliği budur. Yoksa o azarlayarak, kırarak değil; bazen gerekirse hatırlatarak, fakat çoğunlukla kendini örnek kılarak terbiye eder. Onun bu hâline yani hareket hâline, devamlı terbiye ediciliğine ve devamlı senin kendini onda seyredişine celâl denir. Çünkü devamlı hareket vardır. Ama sonra kâmil insanın kendini temâşâ etmeye başlarsın. Artık kendini kâmilde değil de, kâmili görmeye başlarsın ve kendini görmemeye başlarsın. O zaman onun ezelî ve ebedî güzelliğini ve cemâlini idrak edersin. O da onun içidir. O zaman sen de kendi içindeki hakikî güzelliğin aslını orada görürsün. Yani önce dışını celâlle, sonra içini cemâlle terbiye eder.

Müge Doğan: İbn-i Arabî diyor ki: “Bir vakit olur ki, kul rab olur, başka bir vakit de kulluk derecesine iner. Kul, kulluk derecesine inerken Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.” Buradaki kul kimdir?

Cemâlnur Sargut: Burada şunu demek istiyor, kuldan bahsediyor. Kul, insân-ı kâmil demektir. Kul, yani kendini temizlemiş, nefsânî sıfatlarından arınmış, insanlık makamına yükselmiştir. O hâliyle öğreticidir. Çünkü öğrettiğinin farkında bile olmaz ama hâli öğreticidir. İşte o zaman o hâlin mes’ûliyetini taşır. O zaman canının istediğini yapmak hakkını kaybeder. Çünkü örnek olmak zorundadır.

Müge Doğan: Yaşayışı daralır derken bunu mu kastediyor hocam?

Cemâlnur Sargut: Evet. Dâimâ örnek olmak zorundadır. İşte bu örneklik, Peygamber Efendimiz’e,  ayak ayak üstüne attığında “kul gibi otur” emrinin gelişi, hayatta bir kere yüzük taktığında, “ben seni oyun oynamak için mi yolladım bu âleme” deyişi yâhut bir kere ayağını hızlıca yere bastığında, “kibirli basma” deyişi gibi Allah’ın onu dâima etrafa örnek hâlde olması için uyararak kendindeki bütün hakları yok etmesidir. Bu yüzden kulun yaşayışı daralır. Sonra kul, dünyaya inip de kulluğuna dönüp de Rabliği kalkınca o zaman mes’ûliyeti kalkar yani öğretme mes’ûliyeti kalkar ve o zaman da genişler. Onda varlık kalmadığı için sırf Allah’la bir ve beraber olur. Yaptığı her şey Allah’tandır.

Müge Doğan: “Hz. Muhammed’i kabul etmeden önce Medine’nin ismi Yesrib’ti. Rab ismini kabul edince medeniyet anlamına gelen Medine ismini aldı” diyor Mısrî Niyâzî Hazretleri.

Cemâlnur Sargut: İşte Deizm’in ne kadar yanlış olduğu burada anlatılıyor. Yani Allah’ı tanımak için onun sevdiğini tanımak lâzım. Çünkü Allah’ın vahdâniyeti onun sevdiğinde tecellî eder. Ben Allah’ı bilemem, zât-ı ilâhîsini kimse bilemez. Ama isim ve sıfatlarını idrak için, o isim ve sıfat birliğini taşıyan bir kâmil insana mutlaka ihtiyaç duyarım. Onun varlığında kendi eksikliğimi, hiçliğimi, sadece bir veya birkaç isme sahip oluşumu, onları da yanlış uyguladığımı anlarım.

Medeniyetin mânâsı cehilden, cehâletten kurtulmak demektir. Cehâlet devrin sahibini tanımamak, kâmil insanı tanımamaktır. Aslında kâmil insanı tanımamak diye bir şey söz konusu olamaz ancak nefsin onun kâmil olduğunu reddeder. Nefsinin kâmil olduğunu reddetmeye onu tanımamak diyoruz, yoksa onu tanıyor.

Müge Doğan: Onu tanımak demek ilmi üzerine yaşamak mıdır?

Cemâlnur Sargut: Evet… Onun ilmi üzerine yaşamak tanımak demek. Nefsin onu reddederse, onun ilmini ve onu âciz ve eksik görmeye meyledip kendini üstün görmeye çalışırsa o zaman insan, vücudu içinde medeniyetten uzaklaşır çünkü câhildir. Câhil olduğu için medeniyeti kabul etmez.

Müge Doğan: O halde Peygamber Efendimiz’i tanımak, onu ve onun tebliğ buyurduğu dini kabul etmek demek her devirde onun tecellisini taşıyan ve onun ilmini bize aktaran insân-ı kâmili de tanımak ve kabul etmek demek midir?

Cemâlnur Sargut: Evet..

Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim..

 

Yâ Rabbim

Dünya üzerinde ne kadar roman, ne kadar ansiklopedi, ne kadar biyografi var?

Kaç yaprak eder okuyabileceğim kitaplar?

Bir insan, hayatı boyunca başını hiç kaldırmadan okusa, dünyadaki kitapların ne kadarını okuyabilir? İzlemeye, dinlemeye, öğrenmeye çalışsa tüm hayatı boyunca, var olan bilginin ne kadarını edinebilir?

Elde kalan acz ve hayret.

Bu muazzam genişlikteki bilgi kaynağı karşısında bizim çok sınırlı bir kapasitemiz var. Bu kaynağın derinlerine doğru yol almaya hadi gücümüz yetse desek, bu sefer kısacık ömrümüz, zamanımız buna yetmez. Hem belli frekanstan ötesini duyamayan, belli uzaklıktan veya yakınlıktan ötesini göremeyen yani algılama imkânı sınırlara bağlı olarak değişen beş duyumuzla edindiğimiz bilgilere de güvenemiyoruz ki. Meselâ benim gördüğüm mavinin, başkasının kırmızısı olup olmadığından nasıl emin olabilirim? Zaten var olan bilginin çok çok az bir kısmını edinebiliyorken, bir de şu beş duyumun aklıma yönlendirdiği kısıtlı bilginin elinde mahkûm olduğum gerçeği önümde duruyor. Ne duyularıma güvenebiliyorum, ne aklıma. Bir de bunun akılla kalp arasındaki bağlantıyı kurma tarafı var ki, işte orası benim için tamamen muhâl…

Ben hep “anlayamadığımdan” dolayı sıkıntı çektiğimi düşünürüm. Hatâlarımı da anlamam. Anlamayınca onları düzeltmek için elimde bir veri yok diye üzülürüm. Sanırım en çok buna üzülürüm. Ortaokul yıllarımdan beri Necip Fâzıl’ın şu dizeleri aklıma gelir durur:

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Sohbetler’i açıyorum… Efendim diyor ki: “Nasıl ki Hazret-i Mûsâ ulülazim bir peygamber olduğu hâlde, Allah’ın emriyle, ledün yani esrâr-ı ilâhî ilmini elde etmek için Hızır’a mülâkî oldu. Hızır Hazretleri, kendisiyle arkadaşlık edebilmek için hiçbir şeye îtiraz etmemesini şart koştu. Fakat mâlûm olduğu üzere Mûsâ üç defa Hızır’a îtiraz etti. Böylece de Hızır, aralarında firak gerektiğini Mûsâ’ya bildirdi.”

O koskoca Hazret-i Mûsâ iken bunları yaşadıysa, ya biz ne yapalım? Bu kadar karışık ve zor olabilir mi bu anlama/idrak etme/öğrenme işi? Hayır, olmamalı… Peki benim anlamadığım nedir?  Neyi kaçırıyorum, neyi? Yine her an unutmak üzere, cevabını biliyorum.

“Bir ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri” demişti Yazar Ali Ayçil… Bunu ne için söylediğini hatırlamıyorum. Bir edebiyat sohbetiydi, not almışım… Notlarımın arasında bu ifâdeyi okuyunca “dünya tam da bu işte” dedim. Dünya işte bu… Bir ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri… Ve çoğalan o her farklı görüntüde tek bir soru yükseliyor arkadan: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”

Hocam anlatırken der ya, ezel âleminde bize soruldu, her an tekrar tekrar soruluyor. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitâbı hepimize her an geliyor, diye… Bir ânın (o ânın), sayısız kez çoğaltılmasının, farklı görüntülerini yaşıyoruz. Ben sizin rabbiniz değil miyim sorusunun, bütün insanlar için her an yeniden gelişi ve o tek bir ânın hepimizde farklı farklı görülmesi değil mi şu dünya dediğimiz?

Tek soruya tek cevap: Belî, evet dedik. Rabbimizsin, bizi terbiye eden, bize öğreten sensin. Herkesten, her şeyden yalnız sen öğretirsin. Beş duyumun sınırlı algıları, beynimin dalgaları, aklımın bağlantıları gönlüme hangi bilgileri taşırsa taşısın, bilginin hangi düzeyine varırsam varayım, ne kadar çok şeyi anlarsam anlayayım, ne fark eder?.. Bana öğretenin sen olduğunu anlayamadıkça, rabbim sensin diyerek her şeyde seni fark edemedikçe, ânın içinde sana şâhit olmakla mutluluğa varamadıkça, anladıklarımın, öğrendiklerimin ne anlamı kalır? Kalmıyor işte. Her şeyde seni görmek, seni tanımak, tanıdıkça daha çok sevmek ve her an bu idrakle mutlu olabilmek için varız. İşte bunu bilmek gibisi yok…

“Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem;
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?”

Unutsam da, farkına varamasam da, takılıp düşsem de her an, yâ rabbim, Rabbim sensin. Sen her an yeni bir şen’de tenezzül edensin.

 

Hatırlamak

Kumsalda oturmuş denize bakıyorum. Serin rüzgâr yüzüme vuruyor. Ayaklarımın altında beyaza çalan incecik kumlar. Deniz masmavi ve ben ona bakmaya doyamıyorum. Oysa beş dakika kadar önce buraya geldiğimde böyle düşünmüyordum: Ekim’in ortasında denize girilir mi? Deniz acaba hâlâ sıcak mıdır? Sıcak olsa bile bu rüzgârda sudan çıkınca insan kimbilir ne kadar üşür? Şu incecik kum taneleri de ayakkabıma girdi girecek, biraz daha yavaş yürüsem mi? Çantamı oraya koymayayım, altına kumlar yapışacak, vs.

Bir konferans için Çeşme’deydim. Haftasonuna denk geldiği için ailemi de getirmiştim beraberimde. Cuma sabahı konferansın ilk bölümünden sonra bir ara verildi. Bu sırada ailemi otelin hemen önündeki kumsala kadar bırakıp orada onlarla bir yarım saat kadar geçirebileceğimi düşündüm. İşte kumsala geldiğimde yukarıda bahsettiğim, arkası kesilmeyen menfî düşünceler tüm aklımı sardı.

Ben bunları düşünürken şortunu ne zaman çıkardığını bile anlamadığım beş yaşındaki oğlum denize girivermiş, benim “şimdi buz gibidir” dediğim sulara kendini hafifçe bırakmış, kafası dışarıda yüzmeye başlamıştı. Öyle mutluydu ki! Oysa yanında ne bir arkadaşı, ne de bir başkası vardı. Kıkır kıkır gülüyor, zevkten kendinden geçiyordu. Onu görünce ben de çok  mutlu oldum, hatta neredeyse onun gibi kıkırdayacaktım. Bu beş yaşındaki bızdık bir anda her şeyin ne kadar da güzel olduğunu hatırlatıvermişti bana.

Öyle ya, o yaşlarda ben de kafama takmazdım ıslanmayı, üşümeyi, kumlanmayı, terlemeyi. Sanki ne bir an sonrası, ne de bir an öncesi yokmuşçasına eğlenmeye verirdim kendini. Çocuktum!

Biraz daha geriye gidersek, yani ruhlar aleminde, elest bezmine, orada da durum farklı değildi: “Evet!” demiştik tüm benliğimizle, “Sen bizim Rabb’imizsin!”. “Bizlere ne verirsen razı olacağız. Çünkü bizler ancak sana kulluk edeceğiz.”

Aradan biraz vakit geçti ve bizler bırakın elest bezmini, çocukluğumuzu dahî unutuverdik. Hayatı karmaşıklaştırıp mutsuz olmanın yollarını aradık âdetâ. Cennetten bir köşeye benzeyen bir kumsalda bile, ayağımıza giren kumlardan, tenimizde kuruyan tuzdan hayıflandık. Nefes alıp verebilmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkına varmak yerine, havanın soğukluğundan, elbisemizin ıslaklığından şikâyet ettik. Elimize geçtikçe bizi mutsuz eden metânın her geçen gün daha da mübtelâsı olduk. Daha da gülüncü, elimizden çıkanlar için üzüldük, sanki bize ait olan herhangi bir şey varmışçasına…

Çocuklar sayesinde bazen çocukluğumu hatırlıyorum. Hiçbir sebebi yokken gülümsemeye, soğuk da olsa denize girmeye, üstümü kirletse de çamurlara, kumlara bulanmayı dert etmemeye gayret ediyorum. Bunları yapmayı öğrenmekten ziyade hatırlıyorum. “Evet!” diyorum. “Dün gibi aklımda: Ben de yere düşünce dizlerim kanardı, pantalonum yırtılırdı. Düşündüğüm tek şey annem eve çağırmadan topa bir kez olsun daha vurmaktı.” Hatırladıkça tıpkı o elest bezminde söylediğimize benzer şekilde yine “Evet!” diyorum. “Evet! Mükemmelsin! Kusursuzsun! Çok şükür seni hissediyorum! Bu âna şâhit olma lûtfuna erdim! Yaşattığın her şey ne kadar güzel!”

Var olan ne varsa her şeyin öğretmeni de hatırlatmak için tekrar tekrar soruyor:

“Ben senin Rabb’in değil miyim?”