İbnü’l-Arabî’den İnfak Üzerine…

Allah şöyle buyurur: “Sevdiklerinizden infak edinceye kadar iyi­liğe ulaşamazsınız.”

İnsan için sevimli olan şey, nefsidir. Nefsini Allah yolunda infak ederse, onun karşılığını ve bedelini elde eder, çünkü bir şeyi yok eden kimsenin yok ettiği şeyin değerini ödemesi gerekir. Hak, kulun nefsini yok etmesini istemiştir, çünkü insana sevdiği şeyleri infak etmeyi emretmiştir. O’nun yanında ise nefse bedel olarak cennetten başka bir şey yoktur. Bu nedenle, başka bir şey bulamadığında, Allah’ı bulursun, çünkü Allah, kendilerine boyun eğilen eşya bulunmadığında bulunabilir. İn­sanın nefsi ise, bütün eşyadır ve o yok olmuştur. Öyleyse, nefsin bedeli zikrettiğimiz şeydir (Allah). Sadakanın değerinin ne ka­dar yüksek olduğuna bakınız!

İbnü’l-Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye, çev.Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul: 2006, c. 4, s. 386.

*****

İnfak edeceğin zaman; ihtiyaç sahibini güler yüzle karşıla. Hiçbir sûrette onu boş çevirme! Velev ki ona hiçbir şey veremesen dahi, güzel söz ve güler yüzle muamele et! Zîra sen de Allah’ın huzuruna kıyâmet gününde ihtiyaç sahibi olarak çıkacaksın. O vakit de, ihtiyaç sahibine yaptığın muamelenin misli ile Allah sana muamele eder. İmam Hasan Efendimiz, ihtiyaç sahibi ondan bir şey istedi­ğinde istediği şeyi vermekte acele ederdi ve “Benden önce azı­ğımı âhirete taşıyan, sefâ geldin, hoş geldin!”derdi. O ihtiyaç sa­hibini ondan önce âhirete azık taşıyıcısı olarak görürdü. Niçin böyle görürdü? İnsan, Allah’ın verdiği nîmetlerdenihtiyâcının fazlasını infak etmezse kıyâmet gününde, nîmetler hususunda suâle tâbî tutulur.

İbnü’l-Arabî, Kitab’ul-Vasâyâ, çev.Abdullah TâhâFeraizoğlu, Kitsan, İstanbul: 1999, c. 1, s.101-105.

 

Komşuluk Hakkı

Can komşum,

Sen benim mahalle komşumsun. Evinin kokusunu bildiğim; iyisinde kötüsünde derdimi paylaştığımsın. Sohbetimizi hemen hergün birimizin evinde mayaladığımız yetmezmiş gibi kapı önünde dakikalarca ayakta devam ettiğimsin. Pazar dönüşü elimin yükünü; sohbetinle kalbimin yükünü hafifletensin. Televizyonu birlikte izlediğimde daha bir zevk aldığım; çay ve çekirdekle sohbetini mayaladığımsın. Elim çırptığım kekin içine dalmışken bittiğini farkettiğim bir çay bardağı yağın Hızır’ısın sen. Yaptığım örgünün gönüllü rehberi, hayatımın can yoldaşı, yokluğunu aradığımsın.

Sen bensin ben de senim. Ölümünle azalıp doğumunla çoğalanım. Derdinle dertlenen, neşenle zevklenenim. Kandillerde tereyağında kavrulmuş fıstıklı helvanın mis kokusuyla kokan sensin. Allah kabul etsinlerle duâlarına âmin diyense ben… Pazar tezgâhındaki kazıkçı esnafın kötü malından sakındığım, iyi bir şey bulduğumda sen de faydalan diye hemen muştuladığımsın.

Can komşum. Sen benim çocukluğumun komşu bey amcası, hanım teyzesisin. Sokağın ortasını misket ve seksekle oyun alanına çevirdiğimizde ve annemin ev işi ağır olduğu için gözünün akıyla beni takip edemediğinde doğal bekçiliğime ortak olansın. Evden zar zor aldığımız yer örtüsü ve evcilik takımlarımızla kurduğumuz yalancı piknik sofralarımız boş kalmasın diye bir tencere pilavı sokağa gönderensin.

Meşreben farklı da olsak zaten bir nokta olan bu dünyada noktanın noktasında hayatları kesiştiği için birbirini seveniz biz. Hakiki mümin olmamın anahtarını seninle iyi komşu olmama bağlayan bir Peygamber’in ümmeti olarak seni üzmekten, seni kırmaktan korkar titrerim ben.

Evimi şenlendiren, kapımı nurlandıran komşum. Peki ne değişiyor bu aralar? Neden zayıflıyor aramızdaki bağlar? Bizim buralara birileri geldi; “evinizi yenileyeceğim” der. “Eviniz daha çok para edecek” der. “Depreme daha bir dayanıklı olacak” der. Bu dediklerinde kötü bir yan yok ama bu süreçte birbirimize düşürür bizi. Yıllarca âhenkle pişmiş komşuluk çorbamızı kaşık yerine parayla karıştırmaya kalkar da biz de kanar, birbirimizle tartışırken buluruz kendimizi.

Komşuluğumuzu kentsel dönüşüme kurban mı veriyoruz yoksa? Varlığınla daha bir anlam bulan evim kentsel dönüşümde daha çok para edecek diye birbirimize düşmemize değer mi? Bahçemizdeki elli yıllık ıhlamur ağacını hoyratça kesmeyi planladıkları gibi benim seninle olan bağımı da mı kesecekler? Yok mudur seninle olan dostluğumu ve bahçemdeki mahlûkatı koruyacak bir proje?

Yok komşum yok; adına komşuluk denen ve yüzyıllardır biriktirdiğimiz irfan geleneğimizle şekillenmiş bu müesseseyi müteahhitlerin vahşice köpürttüğü kentsel dönüşüm girdabına kurban etmek istemiyorum ben. Kapılarımızı aynı anda açtığımızda birbirimizi görmemizi kasten engelleyen mimârî planları reddediyorum. Apartman toplantılarında karşı karşıya gelip fikir ayrılığı yüzünden selâmındaki sıcaklığı yitirmek istemiyorum.

Âlem-i cemâle göçerken yanımızda çeyiz olarak ederi daha fazla evlerimizi mi taşıyacağız? Yoksa birbirimize olan hakkımızı mı? Söylesene komşum zembereğinden boşanmışcasına devam eden ve bizleri daha paralı ancak aslında daha fakir yapacak bu akıma neden kurban ediyoruz komşuluğumuzu?

Yok komşum yok, ben seni kaybetmeyi hiç istemiyorum… Zira hayatımı seninle paylaşabildikçe çoğalıyor, zenginleşiyorum…

Vermenin Bereketi

İslâm, çeşitli kurallar ile maddî ve mânevî dünyamızda bir denge içinde yaşamamızı sağlar. İslâm’ınşartları, maddî bedenimizi koruyup temizlediği kadarruhumuzuda besler ve güzelliğini ortaya çıkarır. Her bir beş şartın hem zâhirîhemde bâtınîmânâlarıvardır. Her bir şart eşit şekilde önemli ve kıymetlidir, çünkü İslâm bu beş şart üzerine inşâ edilmiştir. Bunlardan biri olan zekât, zahirde malımızın bereketini artırır, bâtında ise nefsimizin kötü huylarını vererek bizi egomuzun köleliğinden kurtarır.

Zâhirde zekât malın 1/40’ını infak etmektir. Böylece bize ait olan malın bir kısmını paylaşarak Allah bizi biriktirme ve cimrilik hastalığından korumak istemiştir. Cimrilik ve mal biriktirme, nefsin en çok sevdiği hallerdendir. Nefis kazandıkça yenilmez ve daha güçlü olduğunu sanır. Eşyasına tuttunup onun kölesi olur. Tabiî ki sadece zenginler bu hastalığa tutulmaz. Farz-ı misal çöp biriktirenleri düşünelim, ufacık işe yaramaz çöpleri biriktirip toplarlar ve evlerini dev bir çöp kutusuna çeviririler. Bu tabiî ki bir uç noktadır. Dolayısıyla ne zaman birşeyimizi vermeye gönlümüz razı olmazsa belkide sadece nefsimizi adam etmek için vermeyi denemeliyiz. Eğer zekât verebilecek bir malımız yoksa biz de elimizdekini paylaşmalıyız; örneğin otobüste bir yaşlıya yer verme, yolda düşen birini kaldırma, hattâbazen  sadece bir gülümseme o günün zekâtını vermemizi sağlayabilir.

Zekâtın bir de bâtınî boyutu vardır, yani iç mânâsı vardır. Kötü huylarımızı  bırakmak çoğu zaman malını vermekten daha zordur. Kötü huylarımız egomuzun bir parçasıdır. Cimrilik, ihtiraslarımız, kin ve nefretlerimiz bizim kötü huylarımızdır. Bunlar egomuzu oluşturan büyük çöp evin birer parçasıdır. Eğer çevremiz gibi içimizide temizlemek istiyorsak, yüzümüzü Allah’a çevirip onun yolundan giderek bu kötü huylarımızı tek tek vermeliyiz. Bu yol kolay bir yol değildir, fakat gözümüzü Allah’a dikince her yol kolaylaşır. Her öfkelendiğimizde “Allah gayzını yeneni sever” âyetinihatırlayıp boynumuzu bükmeliyiz. Yapamıyorsak bile  Allah’aduâedip yardım dilemeliyiz. Allah O’na sığınanları geri çevirmez.

 

Hizmet

Cemâlnur Sargut Öğretmenimin bütün güzel öğretilerinin yanında, biz öğrencilerine sık sık hatırlattığı bir öğretisi vardır ki ne zaman duysam, baştan aşağıya yeniden ümit dolarım. İslâm’ın bir denge ve ılımlılık dini olmasına karşın, şöyle der öğretmenimiz: “İslâm’da iki şeye sınırsız izin verilmiştir: 1. Allah’a karşı duyulan sevgi, 2. Verici olmak.”

Bu ayki konumuzun ‘infak’ olmasından dolayı, ben sizinle geçen ay iş seyahatim esnâsında yaşadıklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak isterim.

Şubat ayı ortasında, danışmanlık servisi verdiğimiz bir müşterimizin yüksek yönetim kurulunun yıllık planlama toplantısına katılmak üzere Honduras’a gitme imkânı buldum.

Müşterimiz, Güney Amerika ve Karayipler’de devletin güvence altına almayı reddettiği ve/veya anne babası tarafından bakımı reddedilmiş çocuklara bakım ve eğitim imkânı sunan bir vakıftı. Operasyonları 9 ülke ve 12 bölgede yer alan bu vakıf, yaklaşık 4000 çocuktan sorumluydu. Honduras, Haiti ve El Salvador’dan sonra en fakir üçüncü ülke olması sebebiyle en çok yatırım yapılan ülkelerden biriydi.

Biz danışmanlık şirketi olarak vakıfa daha fazla masraf çıkarmamak adına vakfın sahip olduğu yetimhanelerde kalıp 10 gün boyunca çocuk yemekhanelerinde yemeyi tercih ettik. İyi ki etmişiz. On gün içerisinde gördüklerimden, hissettiklerimden o kadar memnun ayrıldım ki, dilerim Allah herkese böyle bir ziyaret nasip etsin.

Honduras, tahmin edebileceğiniz üzere oldukça yoksul. Biz başkenti Tegucigalpa’da olmamıza rağmen, insanların şehir içinde gecekondularda yaşadıklarına şâhit olduk. Neredeyse hiç apartman veya yeni inşâ edilmiş bina yok. İnsanlar kendi emekleriyle yaptıkları tek katlı barakalarda, çatıları teneke evlerde oturuyorlar. Yollar tamamıyla toprak, çukur, ve çakıl taşı. Yol kenarlarında insanların kendi evlerinin bahçelerinde yetiştirdikleri meyveleri satmaya çalıştıklarına şâhit oluyorsunuz ve çoğunun ayağında ayakkabı bile olmadığına… Devlet, maalesef hiçbir sosyal destek sağlamıyor ve daha önemlisi sosyal güvenlik de sağlamıyor. Bu şu demek oluyor: Devlete bağlı hastane yok, eczane yok, okul yok. Birçok mahalleye, uyuşturucu satıcıları yüzünden yerliler bile giremiyor. Özel arabaların hepsi zırhlı. İnsanlar her an bir saldırıya uğrama korkusu içinde hayatlarına devam ediyorlar. Aynı zamanda devlet öksüz ve yetim kalmış, fakat sorunlu bir geçmişe sahip olan ve/veya hasta çocuklara bakmayı reddediyor. Bu yüzden sokaklarda yatan, üstü başı kir pas içinde, aç ve hasta bir sürü genç insan görüyorsunuz. Genel durum, benim gibi varlıklı olmayan bir aileden gelen biri için bile gerçekten çok kötü.

Haliyle bu koşullar altında vakıfların yapmaya çalıştıkları aktiviteler çok değer kazanıyor. Bu ülkelere direktörlük yapan arkadaşlarla uzun sohbetler yaptık. Öğrendik ki birçoğu dünyanın sayılı üniversitelerinden mezun, meslek sahibi ve gelişmiş ülkelerde yetişmiş kimseler. Aynı zamanda vakıflarda altı ay ile iki sene süresince gönüllü çalışan arkadaşların çoğu da üniversite mezunu. Birçoğu ufuklarını genişletmek ve/veya halka hizmet amacı ile ziyaretçi olmuş kimseler. Bu denetim ve yönetim kadrolarının kendilerinden ne kadar vazgeçerek nasıl hayatları geride bıraktıklarını ve sonrasında ne şartlarda yaşamayı kabul ettiklerini görmek, beni gerçekten hayattaki önceliklerimi düşünmeye ve hizmet anlayışımı gözden geçirmeye itti.

Bunun yanı sıra, beni asıl derinden etkilen bambaşka bir grup oldu. Şöyle ki, bu tarz vakıfların eğitim köylerinde sadece yetimhane ve yemekhaneler bulunmamakta. Vakıflar aynı zamanda, ilk, orta ve lise dereceli okullara, meslek kürsülerine, tarım alanlarına ve kliniklere de sahipler. Hattâ Honduras gibi gerçekten çok fakir olan ülkelerde hem iç hem dış klinik bulunmakta. Yani hem bakımını üstlendikleri çocuklara bakacak bir klinikleri bulunmakta, hem de vakfın dışındaki mahallelerde yaşayan halka bakacak klinikler bulunmakta.

Bizim Honduras’a vardığımız günün akşamı bir otobüs dolusu insan geldi. Ertesi gün öğrendik ki ABD’nin farklı eyâletlerinden on iki cerrah, 10’u aileleri ve çocukları ile birlikte tatillerini geçirmek üzere gelmişlerdi. Sonraki günlerde öğrenmeye devam ettik ki, bu cerrahlar, zaman zaman hiç para talep etmeden iki hafta boyunca aileleri ile bu ülkelere gelip kalmakta ve orada bulundukları süre içinde kliniklerde gönüllü olarak hizmet vermekteler. Bizim Honduras’ta kaldığımız 10 gün boyunca, bu grup, toplam 74 ameliyat yapmış, 250’ye yakın hasta görmüş. Cerrahların eşleri, vakfın mutfağında, tarlalarında, bahçelerinde, küçük el işleri veya çocuk bakımı ile uğraşmış, çocukları ise yetimhanelerdeki arkadaşlarına günlük işlerinde yardım etmişlerdi.

Arkadaşlar, sizi bilmiyorum ama ben mesleğinde uzmanlığa erişmiş, belirli bir gelir düzeyinin üstünde gönüllü çalışan bir sürü arkadaşa sahip olmama rağmen, kendinden bu kadar vazgeçebilen, bu kadar kalabalık bir grup ile hiçbir arada olmamıştım. Oradaki ‘hizmet’ enerjisini, o kardeşlik duygusunu size ifade etmem mümkün değil. Şimdi sorabilirsiniz ki bu insanlar hangi dine sahipler? Açıkçası, sormadım, bilmiyorum. Fakat benim için bu kimseler Hakikat-i Muhammediye’yi okumadan yaşamlarına geçirebilmiş, şeklen olmasa da mânen müslüman kimselerdir.

Geri dönüşümde kendi ailem ve bütün yaratılmış için aynı duâyı ettim: Dilerim her birimiz, hayatımızın er veya geç bir noktasında kendimizden bu kadar vazgeçebilecek seviyeye ulaşabilir ve inşallah kendi çocuklarımıza yaşam şeklimiz ve davranışlarımız ile örnek olabiliriz.

Allah hepimize nasip etsin inşaallah.

Adını “Sen” Koy

Öyle bir sırattayım ki bugün,

Solum uçurum, sağım uçurum…

Ne yolun sonu belli, ne de uçurumun dibi…

Ben ise kıldan ince, kılıçtan keskin bir ipte cambazlık yapıyorum.

Aşağıya baksam ayaklarım titriyor.

Karşımda duran yüzüne baksam güzelliğinden başım dönüyor.

Hele ki senin güzelliğin haddi hesabı yok ey güzel sevgili!

 

Sevgili,

Sorma bugün bana hatırımı!

Sen gel, sen gör, sen bak n’olur?

Kızma bana bu sefer!

Ben ağlamaktan sesi kısılmış bir bebekten ibâretim.

İsteme benden bir şey!

Elini açmış bir dilenciden ibâretim.

Hatâlarımı söyleme yüzüme!

Doğrularını unutmuş insandan ibâretim.

 

Bilmiyorum sevgili bilmiyorum…

Adını sen koy bu şiirin,

Adını sen koy bu hâlime.

Bir kelâm söyle benim için.

Senle başlasın, senle bitsin.

Bir resim çiz benim için.

Gökyüzü topraktan, yeryüzü havadan olsun.

Bir ağaç kondur ortasına.

Kökü havada, dalı toprakta olsun.

Bir öpüver yüzümü.

Kokusu gül olsun.

Bir selâm ver evvelin.

Sesi kadife olsun.

 

-bir 12 nisan akşamı.

.2015.
Ceyhun Özdemir

İstanbul Günleri-5: Aksaray’ı Dinliyorum

Bu ay Aksaray’dayız.Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabı bizi sanki bir diyardan başka bir diyara götürüyor; karşımıza öyle renkler, sesler ve kokular çıkarıyor ki fark etmeden geçemiyoruz.

O’nun fikir kuşu bize yol göstersin;olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

İstanbul’da kışın bahara bir türlü teslim olamadığı, soğuk-sıcak gelgitler yaşadığımız bu dönemininoldukça ılık ve güneşli bir gününe rastladı gezimiz. Sâmiha Anne de kitabında benzer mevsimde başlamış Aksaray’ıanlatmaya. Eski zamanlarda, havaların ısınmasıyla mahalle kahveleri sandalyelerini dışarı çıkarıp bahar hazırlıklarına başlarmış. Refah dönemleri olan 16. ve 17.yüzyılda Aksaray’daki mahalle kahvehaneleri estetik inceliklerle dolu, usta kalemdarların, oymacıların elinden çıkmış yaldızlı, nakışlı, havuzlu, her zümrenin toplantı yerleriymiş. Buralarda çubuk içilir, en parlak şiir, edebiyat ve mûsıkîmeclislerinin sahnesi olurmuş.

O zamanki kahvehane tiplerinden biri de semâîkahvesi denilen bir çeşit çalgılı kahvehane imiş, Sâmiha Ayverdi’nin anlattığına göre bunları diğerlerinden ayıranbaşkalık, çeşitli semâîkahvehanelerinin takımları ile karşılaşmalar yapılıp semâî, koşma, mâni, muammâ(bilmece) yarışına çıkılması, böylece de halk espri edebiyatına bir hayırlı hizmet edebilmesi imiş.

Kahvehanelersadece Aksaray’da değil, tüm İstanbul’da artıkyok olmuş olsa da bu gezi için yıllar sonra buluştuğum üçüncü kuşak Fatih/Aksaraylı eski bir arkadaşımla kahve içecek güzel bir mekânı zar zorda olsa bulabildik. Umuyorum ki eski arkadaş Aksaray’da bugün gözümüzün görebileceğinden, kulağımızın duyabileceğinden fazlasını bize aktarsın. Zira şimdiki Aksaray semti,içinden koca bulvar geçen, trafik uğultulu, orta ayar dizi dizi otelleri, Rusya ile ticaret yapan dükkânları, çeşitli hastaneleri ile anlatması çok ilginç ve özgün bir yer gibi görünmüyor.

Belki de PertevniyelVâlideSultan Camii ve Ragıp Paşa Medresesi, üzerineiki söz edilebilecek eserler. PertevniyelVâlideSultan Camii 1871’de açılmış, Osmanlı’nın yaptığı en son camilerdenmiş. Tabii girişinde yazılan Eski Türkçeyi okuyup hangi VâlideSultan olduğunu anlayamıyoruz ama Google ile II. Mahmut’un eşi, Abdülaziz’inannesiVâlideSultanolduğunuöğreniyoruz.Cami yapımında Gotik, Hint ve Türk mimârîtarzı bir arada kullanılmış, İtalyan bir mimara yaptırılmış. Şimdi yollar ve alt geçitin girişine gizlenmiş, gelip geçerken fark bile etmediğimiz ön kapısındaki taş işçiliği en iyi örneklerdenmiş.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Anadolu’nun değişik yerkerindenhalkı İstanbul semtlerine yerleştirmiş. Sadrazam İshak Pasa’nın Karaman seferi ardından da İç Anadolu’nun Aksaraylısından İstanbul’a yerleşenlerle bu semt Aksarayolmuş. 19.yy’a gelinceAksaray, Şehzadebaşı ve Çarşamba gibi zamanın kalburüstü semtlerine komşu olması ile değerliymiş. 1950’lerdeki imar hareketi, açılan yollar ile o kalburüstü semtlerin insanları Aksaray civarında yeni yapılara geçmiş. 1980’lerde İstanbul’un dışardan çok göç alması, semti değiştirip bazılarına göre kalitesini bozmuş. Artık eski nesillerden gelen doğma büyüme Aksaraylı, ben Aksaraylıyım diyemez olmuş, çoğu başka semtlere taşınmış.

Sâmiha Ayverdi, Aksaraylıyı şöyle anlatmış:“Aksaray’ın, kuvvetini aile bağlarından alan ve cemiyet ölçülerini mukaddes bir hudut belle­yip ileri geri çalkalanmayan sınıfı içinde hayat çok temiz ve sâde geçerdi. Zâten cemiyeti de ayakta tutan, şehrin her tarafında aynı ölçülere sadâkat ve bağlılığı sabit, bu aile çevreleri değil miydi?”Sâmiha Anne “Bir Dünyadan Bir Dünyaya“ kitabında da Türk ailesine değinir ve şöyle der: “Haram ile helali,doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini, mektep sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil ne kadar bahtiyardır.İşte kütlelerin mukaddes bir zincir halinde birbirine emânetettiği bu terbiyeyi devam ettirmek, Türk ailesinde bir iman borcu idi. Onun için de aile Türk fikriyat ve ahlâkının bir mecellesi (içinde hikmet bulunan sayfası) olmuştu.”

Acaba Türk ailesibu iman borcunuhangi nesilllere kadar taşıdı? O günden bu güne ne kaldı?

Sâmiha Ayverdi kelimeler, satırlar, sayfalar, kitaplar dolusu yazmış, bize eskiyi nasıl toptan çürüğe çıkarıp küçümsediğimizi, eskiden ruh hijyenine tahsis ettiğimiz enerjimizi şimdi toptan başka işlere harcadığımızı… Eskilerden değerlerimizi bize örneklerle anlatmamış mı; katlanmak, sabretmek, ferâgat, toksözlülük, başkalarını düşünme/dîger-binlik, gayret ve çalışkanlık… Ardından da sormuş:“Acaba iman deyince neden fikir ve duygu tarihimizin hârikulademotiflerini düşünmüyor da, şarkın taassup çizgilerini, bir medrese dogmatizminin basiretsiz inadını hatıra getiriyoruz? İnsana insanlığını göstermeyen ve onu beşeriyete bir dert kılan başıboş bırakılmış heves ve meyillerimizi sınırlamak, hiç değilse uyarmak için huyları teftiş edici, bencillikle çarpışıcı bir iç terbiyesi, iç kontrolü, söyleyin niçin tekmelenir, niçin küçümsenir?“

Dinde taassubusıkça eliştirenSâmiha Anne, medrese mantığının insanın doğasında olan şüphe ve arayıcılığa hürmet etmediğini söylemiş ve eklemiş: “Böylece de bir yanda felsefe ve ilim dünyası, bir tarafta madde ve keşifler dünyası alabildiğine koşup dururken, taassup ve inadı, iki kıyâmet şâhidi zanneden şekilci din adamı ilim ve fen davâsıgüdeni taşlamasını unutmadı. Amma ne yazık ki bu arada din, kabahatin kendinde olmayıp, din adamı geçinende olduğunu söyleyenden mahrum,…bir dinsizler zümresinin çomağına çelik olup kaldı.”

Aksaraylı arkadaşımla kahvelerimizi muhteşem bir Haliç manzarası karşısında içerken Türk ailesinde her neslin iman anlayışı nasıl değişti sorusu hâlâ aklımda. Ailesinin hikâyesinden öğreniyorum ki, babaanne orucunda namazında, ama bunu daha çok bir gelenek, bir kültür olarak yaparmış, mutaasıp değilmiş. Annesininnesline iman mirasından oruç intikal etmiş, arkadaşınnasibine de yaratıcıya,Allah’a inanmak yâdigârkalmış. Gelecek nesilleri konuşurken de çocuğunun kendi inanç anlayışını özgürce arayıp bulmasını ve dogmalara pabuç bırakmamasını dilediğini öğreniyorum.

Oradan buradan konuşuyoruz arkadaşımla. Haliç’te eskiden tersane varmış; Orhan Veli “İstanbul’u Dinliyorum“ şiirinde “Çekiç sesleri geliyor doklardan“ derken buradan söz ediyormuş. Gerçekten de Lodos rüzgarıyla o “tok tok“çekiç sesleri Aksaray’dan duyulurmuş. Artık tersane kaldırılmış ve o sesler yok. Ama şimdi ben karşımda bir hâlis kalbin tok seslerini açıklıkla duyuyorum. Arkadaşın misâfirperverliği, iyiniyeti, samimiyeti, anlatamadığım derdimi anlaması, benim için dertlenmesi, istemeden vermesi, karşılık beklemeden vermek istemesive tüm bunları benim gibi yıllardır görmediği yabancıya yani herhangi birine doğallıkla yapması…Uzun yıllar yurtdışında kendisini ve kendi dünyasını merkez alanların arasında yaşadığım için bu durumun bana ne kadar değişik geldiğini anlatamam.Sanki SâmihaAnneye müjdeyi vermek ister gibi hemen aklıma notumu alıyorum:

“İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylı, artık Aksaray’da oturmasa da, Aksaraylıyım diyemese de, imanı taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktarmayı başarmış.

Editörden (Mart 2015)

Merhaba dostlar,

 

Yeni bir yılda üçüncü sayımıza ulaştık. Zaman çok çabuk geçiyor. Zamanın kıymetini bilmek gerek der büyüklerimiz. Birde bazı büyüklerimiz vardır ki, hem onlar zamanın değerini bilir, hem de zaman onların kıymetini bilir. Onlar zamanın ötesinde zamana hâkim, kâmil insanlardır. İşte Mart 2015 sayısında konumuz böyle bir sultan olan “Sâmiha Ayverdi”. Sâmiha Annemizi anlatmak kolay değil, mükemmel bir öğrenci, anne, yazar, vatansever. Her hâliyle ve her sözüyle devamlı öğreten kıymetlibir öğretmen…

 

Hangi hâlini, meziyetini anlatmak mümkün olur bilemiyorum. Hani denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, ne biz onu hakkıyla anlatabiliriz, ne de anlatabildiklerimiz O’nu tanımlamaya yeterli olur. Velhâsıl, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı bir güzel sultan hakkında yine dergimiz.

 

Bizlerin onu anlatmaya yine gücü ve mecâli yetişemese de, bir grup öğrenmeye çalışan olarak, tüm eksikliklerimiz için hoşgörünüze sığınıyoruz. Bu noktada en çok dakıymetli Sâmiha Annemizin hoşgörüsüne sığınıyoruz. Çünkü bizler ne onun gibi güzel Türkçemizin kelimelerini yerli yerinde ve hakkını vererek kullanabiliriz; ne de onun gibi muhteşem bir bilgiye, zekâya ve hâfızaya sahibiz. Çok şükür ki bizler ancak onun eşsiz hatıraları, kültürü, bilgisi ile yoğrulmuş sayısız eserleri yardımıyla dinimizi, çok sevdiği peygamberimizi, hocasını, vatanımızı, İstanbul’u, onu ve kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Bize bir nimet olan en büyük eseri öğrencileri hâlâ onun engin ırmağını güldür güldür gönlümüze ve dimağımıza akıtıyorlar, çok şükür.

 

Allah bizlere o kıymetli sultanları anlamayı,onların yollarında dâim olmayı ve onların hallerini, edeplerini giyinmeyi nasip etsin inşaallah. Mart 2015 sayımıza hoşgeldiniz,safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Mart 2015)

Sâmiha Hanım:

 

–   Bir şeyi, meselâ lâ fâile illallah düstûrunu yalnız bir misâle bağlı olarak öğrenmek kifâyet etmiyor. Bir şeyi öğrenmek için onu hâl etmek icap ediyor.

 

–  “Elbette bu tâlim ettiğim, bir misalden ibârettir. Şimdi sana bir riyâziye (matematik) meselesi versem,‘Dört okka kömür beş kuruştan ne eder?’ desem, hesap eder bulursun. Fakat aynı meseleyi bir başka misâl ile söylesem, ‘Sâmiha ve Semîha çarşıya gittiler, yüz kuruştan on sekiz arşın kumaş aldılar, bunu hesap et!’ desem,‘A, ben kömürü hesap etmeyi öğrenmiştim, bunu bilmem’ diyebilir misin? Eğer kaideyi öğrenmişsen, onu bütün meselelere tatbik etmekte güçlük çekmezsin.
Bir mânâda, evliyânın kerâmetleri de böyledir. Velî bir kerâmet izhar ediyor. Sen ona saplanıp kalmamalısın. Çünkü bu Hak sevgilisi­nin kendisi baştan ayağa kerâmettir. Onun kerâmeti ile meşgul olup kalacağına, kendisini temâşâya çalış!”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 60)

Sâmiha Hanım:
–  Mesnevî-i Şerif de şöyle bir beyit okudum: Beytullah, Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı. Benim gönlüm hanesinde ise Hay’dan gayrı bir şey yoktur.
–   “Evet, Kabe bünyâd-ı Halîl-i Azerest/ Dil be-bünyâd-ı Celîl-i ekberest. Kâbe, Âzer’in oğlu Halil’in binâsıdır. Gönül ise Allah’ın halvet-hânesidir. Zâten maddiyatta olan her şeyin mâneviyatta da aynı var­dır. Her maddî varlık, mâneviyâtı işaret için vücut bulmuştur. Ve son­ra mevcûdatta her ne varsa, hepsi insanda mevcuttur. Meselâ, Mûsâ ile Firavun vak’ası nedir? Ruh ile nefis mücâdelesi değil mi? Sonra Mûsâ ile Firavun bugün de mücâdelede değil midirler? Evet mücâdele­dedirler ve bu mücâdele kıyamete kadar da devam edecektir.Âfaktaki âyetler ve eserler, insanın içinde olanları bilmek ve gös­termek içindir. Âlemde Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar tecellî etmiş âyet veeseri varsa bunların cümlesi insanın nefsinde toplanmıştır. Ve fî enfu-siküm efelâ tübsirûn: Her şey nefsinizdedir, kendinizdedir. (Bunları) hiç de görmüyor musunuz?

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 82)

 

Sâmiha Hanım:
–   Bir Mesnevî beytinin mânâsında, bu cihânın vuslatı, devlet ve izzetinin muhabbeti, öteki âlemin firâkı olur, deniyor.
–   “Ya bundan geç, ya ondan! demek.
Bir gün Harun Reşit, sarayının penceresinde oturmuş düşünüyor; bu dünyânın pâdişâhı oldum, acaba âhiret pâdişâhı da olabilir miyim, diyormuş. Bu sırada, kardeşi Behlül Dânâ da yerde yatan kalın bir di­reğin ucundan tutup kaldırıyor, sonra öbür tarafına geçip öteki ucun­dan da kaldırıyor, fakat tam ortasından tutup kaldırmak isteyince, bu­na gücü yetmiyormuş. Sarayın penceresinden manzarayı seyretmekte olan Harun Reşit, “Behlül, orada ne yapıyorsun?” diye sormuş. Hikmetli söylemeye alışmış olan Behlül de ‘Ne olacak, dünyâyı istedim oldu, âhireti istedim, o da oldu. İkisini birden yapayım, dedim, o olmuyor işte!’ diye cevap vermiş.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 104)

“Sâmiha Ayverdi, reaksiyon insanı değil, aksiyon insanıydı.”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

 

Kendisini tanımlamak üzere “mutasavvıf”, “edebiyatçı” ve “mütefekkir” gibi sıfatları kullandığımız ve ardından kullandığımız her bir sıfatı, kuru ve yetersiz bulduğumuz Sâmiha Ayverdi, Mart ayı içerisinde vefâtının 22. yıldönümünü idrak edecek olmamız dolayısıyla çok şükür bir kere daha dergimizi şereflendiriyor. Kendisinin talebesi olarak hocasının ilmini bugüne aksettiren bir öğretmenle, CemâlnurSargut’la, bu sayımız için hazırladığımız söyleşi vesilesiyle Sâmiha Ayverdi hakkında sohbet etmenin zevkini bir kere daha yaşadık.

 

Müge Doğan: Hocam, bundan yaklaşık yüz yıl önce doğmuş olan Sâmiha Ayverdi mutasavvıf kimliğiyle olduğu kadar târih, fikir, edebiyat alanında da iz bırakmış. Bu iz bugün daha da belirginleşmekte. Sâmiha Ayverdi bu çağın insanına bir mutasavvıf, bir edebiyatçı ve bir fikir insanı olarak neler söylemektedir?

 

CemâlnurSargut:İnsân-ı kâmillerin çok mühim bir özelliği var: Onların devirleri olmaz. Onlar devirleri oluştururlar. Yani zamanı onlar oluştururlar. Onun için zaman, kâmil insanın ilminden başka bir şey değildir. Bizler SâmihaAnne’denKen’ân er-Rifâî Hazretleri’nin ilmini öğrenen kişileriz. Böyle kâmil insanlarda kendilerine âit bir varlık olmadığı için onlar mürşitlerinin ilmini, bilgisini, hakîkatini bize çeşitli farklı yönleriyle aktarırlar ve devrin ihtiyaçlarına göre aktarırlar.

 

SâmihaAnne’nin yaşadığı devirde en büyük ihtiyaç, siyâsî görüşlerde ortada olabilmek, dini ve imânı insana anlatabilmek, haram ve helâlden insanı koruyabilmek ve o dingin devir içerisindeki savaşları önleyebilmekti. Sâmiha Anne bu yüzden edebiyatla, ilimle, tasavvufla, romanla, her şeyle kendi inançlarını ve bilgilerini aktardı. Çünkü o devir, tekkelerin kapanması dolayısıyla, direkt olarak tarîkat ve tasavvufun anlatılamadığı bir devirdi. Dolayısıyla Sâmiha Anne çok büyük bir devrim yapmış ve romanın içinde tasavvufu vermiştir. Romanla tasavvuf anlatan ilk kişidir bence. Herkeste bu bir öge olabilir; tasavvuftan ögeler olur, her cümlede tasavvuftan bir öge olur ama onun direkttasavvufu bütünüyle verdiği kitapları bizi çok etkiler. Yani insan bir “Batmayan Gün”ü okuduğu zaman, okuyup bitirdiği zaman, Mesnevî okumuş kadar bilgi edinir.

Müge Doğan:Peki o devirde daha mı çok kitap okunuyordu?

 

CemâlnurSargut:O devirde çok kitap okunuyordu çünkü o devirdetelevizyon yoktu, radyo vardı ve kitaplar okuduğumuz bir devirdi. Münâzaraların ve fikir teâtîlerinin çok olduğu bir devirdi. Tefekkürün bu devre göre çok daha fazla olduğu bir devirdi. Bu bakış açısından baktığımız zaman SâmihaAnne’nin bunu çok iyi kullandığını görüyoruz. Fakat ben O’nun “bunu çok iyi kullandığı” lâfını da çok sevmiyorum çünkü bilinçli yaptığı bir şey değildi bu SâmihaAnne’nin. Hattâ bir keresinde, bir kitabında “Keşke kalemime hükmüm geçseydi” diyor. O kendini Allah’a tamâmen teslim ettiği için, Allah’tan geleni olduğu gibi aksettiren bir sultandı. Bunun içine yalnız tabiî ki O’na verilen fıtratî güzellikleri ve ögeleri de yerleştirdiği için Allah’ın sanatını SâmihaAnne’de seyretmek farklı bir yönden çok güzel oldu. Meselâ târih sevene târihle, siyâset sevene siyâsetle, ilim sevene ilimle, edebiyat sevene hârika Türkçesiyle tesir etti. Tasavvuf sevene, her kitabının etkilemesini sağladı. Bu şekilde devri içinde ahlâk, edep ve ahlâk-ı Muhammedîyi yerleştirmeye çalıştı.

 

Şimdi bu devre bunu getirdiğimiz zaman, bu devir tasavvufun âşikâr olduğu, insanların bunu okumaya yönlendiği, meylettiği devir. Bu devrin en büyük dezavantajı, evet herkes tasavvufu seviyor fakat kimse tasavvufu bilmiyor. Bu devir içerisinde çok hızlı bir gelişim var, 2000’den beri hızın çok arttığı bir devir yaşıyoruz. Bu hız içerisinde belki Sâmiha Anne senaryolarla, filmlerle, filmlerin içindeki küçük ögelerle ahlâk anlayışını yayacaktı ve dünyaya yayacaktı. Ben SâmihaAnne’nin isteğinin, islamofobianın olduğu bir dünyada hakîki İslâm’ın tasavvuf anlayışınındünyaya yayılması için mücâdele vereceğini düşünerek kürsüleri kurma gayreti içine girdim, -“girdik” daha doğrusu. Bu bakış açısıyla bakarsak yani bugün yaşasaydı Sâmiha Anne, bence bunu yapardı. Hattâ Hz. Fatma bugün yaşasaydı Sâmiha Anne gibi giyinir, Sâmiha Anne gibi oturur, Sâmiha Anne gibi kalkar ve SâmihaAnne’nin yapmak istediklerini yapardı diye düşünüyorum.

 

Müge Doğan:Sâmiha Ayverdi 22 Mart’ta vefât etmişler. Mart ayı kadınlar günü ile anılıyor daha çok. Sâmiha Ayverdi dünyadaki kadınlar için neyi ifâde edebilir? Dünyada tartışılan kadın meselesine nasıl bir açılım getirebilir?

 

SâmihaAnne’nin vefat günü iki yönden çok önemli. Bir tanesi hakikaten kadın ayında vefat etmesi; yani burada bize gerçek kadın olmanın değerini bir kere daha hatırlatıyor. Sâmiha Anne hep çok edepliydi, çok şıktı, çok güzeldi fakat kimse O’na kadın da diyemezdi; yani dişi diyemezdi, hakîkî bir kadındı. Misâfirperverliğiyle, ev sâhipliğiyle, insan sevgisiyle, hoşgörüsüyle, kimse aleyhinde konuşmamasıyla, tevâzuuyla, tevâzuunun içindeki vakarıyla çok güzel bir kadındı. Fakat O’nun söylediği bir söz de kendini anlatıyor zaten. Diyor ki “bugünün çarşafı kadının şahsiyetidir, bugünün peçesi de kadının vakarıdır.” Buradaki “vakar”, biliyorsun, izzet-i nefs değil, izzet-i ruhtur. Vakar, izzet-i nefs değil; yani nefsi için insan mücâdele etmez, ruhu için yani Allah için mücâdele eder. Kadının mücâdele şeklini bize öğretiyor. Aynı zamanda âile ile ilgili yaptığı çalışmalarla ve bir âilede kadının nasıl olması gerektiğini anlatarak, annenin özellikle, çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini anlatarak bugünün kadınlarına, bugünün annelerine de çok büyük öğütler veriyor Sâmiha Anne.

 

Dolayısıyla ben yani biraz kadınsam,SâmihaAnne’nin cinsiyetinden olmaktan dolayı kadınlığıma hürmet ediyorum ve O’na benzemeye çalışıyorum. O’nun gibi olmaya, O’nun gibi giyinmeye, O’nun gibi edebimi takınmaya çalışıyorum.Yani burada kadın olma hâlini kaybetmeden, cinsiyetini kaybetmeden, dişi olmaktan kurtulmak anlatılıyor ki bu çok önemlidir. Yoksa “erkek gibi olalım” düşüncesinden, erkekleşen kadınlardan bahsedilmiyor.
Müge Doğan:Feminizm değil yani…

 

Feminizm yok, feminizme karşıydı. O her türlü “-izm”e karşıydı. Erkekleşmiş kadın değil fakat dişilikten kurtulup gerçek kadınlığını bulmuş kadından bahsediyor.

 

İkinci bir şey var, çok önemli.SâmihaAnne’nin vefat günü o sene Dünya Su Günü olarak ilân edildi. Su biliyorsun diriliş demektir. Yani onun toprağa girişinin, dirilişi arttırdığı muhakkak dünya yüzünde. Yani onun ilminden faydalandığımız zaman dirileceğimizi bize öğretiyor Allah. Bu bakımdan da bu gün çok önemli bir gün diye düşünüyorum.

 

Müge Doğan:Çağımız hız çağı. İlim kemâl seviyesinde anlaşılmaya başladı. Ancak madde hâlâ hayat için önemli bir kriter olarak görülüyor. Bugünün gençleri zâhiren geçen yüzyılın bir simâsı olarak yaşamış olan Sâmiha Ayverdi’den ne öğrenebilir ve öğrendiklerini yaşayışlarına nasıl uygulayabilirler? 

 

CemâlnurSargut:Sâmiha Anne devrinde madde ile mânâ bu kadar birbirinden ayrılmamıştı. Fakat günümüzde madde ve mânâ iki ayrı grup oluşturdu. Mânâ çok yükseldikçe madde de çok yükseldi. O yüzden şu anda tam bir çatışma var. Yani materyalist dünyayla mânevî dünya arasında muazzam bir çatışma var. Buna mânevîdünyayı yanlış yaşayan kişiler, materyalist dünyada da ateizmi seçen kişiler sebep oluyor. O zaman gruplaşma ve bölünme oluyor. Hâlbuki insan madde hayâtının şartlarını bir tarafa atmadan, bunların içinde mânevî yaşantısını devam ettirebilirse orta noktayı buluyor ki sırât-ı müstakim bu demektir. SâmihaAnne’nin bize örnek olduğu önemli noktalardan bir tanesi budur. O çok iyi bir ev hanımıydı, çok iyi bir anneydi, çok iyi bir ev sâhibiydi, çok iyi bir yazardı ama hiçbirini de ihmâl etmeden, bütünü içerisinde hayatını yaşadı. Biri diğerinin önüne geçmedi. Aynı zamanda çok iyi bir dosttu. Çok iyi bir ahbaptı. İnsanları çok koruyan, her an fakiri kollayan bir insandı. Peygamber ahlâkını O’nda seyretmek mümkündü.Çünkü bir kişinin canı yansa, hiç tanımadığı bir kişi bile olsa onun için kalbi ağlardı ve nasıl yardım edileceğini düşünürdü.

 

O, reaksiyon insanı değil, aksiyon insanıydı. Hayatının her zerresinde insanlığa nasıl faydalı olacağını düşündü. Bu yüzden de ömrünü çok yorgun geçirdi. Yorgun bir sultandı O… Fakat O’nu ben Peygamber’in söylediği bir hadisi yaşarken asıl gördüm:Bir yorgunluğumu başka bir yorgunlukla dinlendiririm…

 

Müge Doğan:Bugün okullarda ve başka eğitim ortamlarında değerler eğitimi başlığı altında bazı çalışmalar yapılıyor. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinden ve görüşlerinden öğretmenler bu doğrultuda nasıl faydalanabilirler?

 

CemâlnurSargut:Aslında bence faydalanıyorlar çünkü meselâ benim gibi birini bile âile için konuşmalara yolluyorlar, ben de SâmihaAnne’nin bize öğrettiği âile kavramını anlatıyorum. Dolayısıyla birçok kitabın içine de SâmihaAnne’nin fikirleri girmeye başladı. Yani bugünkü idâreler de artık Sâmiha Anne’nin önemini anlamış durumdalar. Ama tabiî daha çok yetersiz. Bence değerler kavramını SâmihaAnne’nin dediği gibi önce daha doğduğu andan îtibâren,hattâ anne karnından îtibâren çocuklara vermek lâzım. Bunun için değerleri anne ve babalar yaşamalı ki çocuklara örnek olarak iletebilelim. SâmihaAnne bize bunu öğretti. Ayrıca insan olma sanatı çok zor bir iş değildir, basitin içindedir. Bilgi sâhibi olmak değil, bilge olmaktır önemli olan. Yani çok şey bilmek değil, ama iki şey bilsen onu yaşamak bize yetiyor ve bizi ahlâk-ı Muhammedî içinde sâbit tutabiliyor. İşte bu bakış açısından Sâmiha Anne çok büyük bir örnekti ve her zaman örnek olacak. Yani dünün SâmihaAnne’si değildi O, hepimizin SâmihaAnne’siydi.

 

“Kendi içinizde olan asıl benliğinizle temasa geçin, ki ben sizinle bu cevherden konuşurum. Siz beni kendiniz, kendinizi de ben bilmedikçe buluşamayız, anlaşamayız.Ben gönlünüze tohum olarak kendimi ektim fakat siz bana bakmadınız. Onun için tarlanız bomboş, bakımsız ve çorak. Bu tarlayı kibriniz, hodbinliğiniz, gururunuz, ukalâlığınız ve azametiniz rüzgârı ile sararttınız ve kuruttunuz. Hasad zamanı mahsûlsüz kalınca ağlayıp bağırmayın. Bana göre hava hoş…Heryer benim mezram, her nefesim bin tohum… Benim dilim ve sözüm tektir, hep aynı şeyi tekrar eder dururum… Benden başka herşey hayal; sizinle kalacak tek dost yalnız benim!”buyuruyor. Böylece de mürşitlik kavramının vücut içinde tecellî etmediğini, ancak o mürşitliği biz hâl alır ve kendi içimizde yaşatırsak ve O’nun istediği gibi yaşarsak O’na benzeyebileceğimizi bize öğretiyor. Bu bakış açısından, ben O’nun evlâdı olmanın keyfini yaşıyorum bu âlemde. Ve O’nun da hocasına dediği gibi şu âlemde zerrece îtibârım varsa O’ndandır.

Kevser’in Annesi

Sâmiha Anne’yi hiç görmedim. Birkaç yıl önceye kadar O’na dâir hiçbir bilgim de yoktu. Hocam “Sâmiha Anne” dedikçe, ben de belki neden dediğimin bile farkında olmadığım bir yakınlıkla O’nu “Sâmiha Anne” diye andım hep. Bir sohbette kaydedilmiş sesini ilk kez dinlediğimde sanki o gün oradaymışım, oracıkta yerde oturmuş da O’nu dinlemişim gibi bir yakınlık ve tanıdıklık hissiydi yaşadığım. Ancak bu kadar tanıdık olunabilirdi… Bütün yıllar, yollar, mesâfeler sanki hayâlden bir tül gibi çekilir ya aradan, hepsi silinmiş gitmişti. Tebessümle karışık bir buruk hasret kaldı içimde. Ama O’nun yaşadığı hasretin yanında, hangi hasretten bahsedilebilir ki?

 

Sâmiha Anne denince hasretin kokusunu alır gibi oluyor insan. O sanki hasret kesilmiş, hasretin ne demek olduğunu O bilir. Sâmiha Anne’nin yaşadığı hasret, hiçbir şekilde târife sığmaz, anlaşılamaz ve anlatılamaz bir hasret. Çünkü insân-ı kâmillerde yakınlık arttıkça, hasretin şiddeti de artarmış. Bu yüzden Sâmiha Anne’nin hasretinin târifi yok.

 

Elimde Sâmiha Anne’nin Yusufcuk kitabı, Cemâlnur Hocam’ın bir konferansını dinlemeye Ankara’ya gidiyordum. Yolculuk boyunca bir okudum, bir sarsılıp durdum… Hissedebildiğim kadarıyla Sâmiha Anne’nin hasretini anlamaya çalışıyordum, sonra şu soru uyandı içimde. Onlar terki terk ederek, artık terk edecekleri hiçbir varlıkları kalmamış sultanlar. Ama neden hasret var, neden hasret de bir yerde terk edilmiyor? Cemâlnur Hocam’a böylece sorduğumda, “Çünkü hasret terk edilmesi gereken bir şey değil.” dediler. Sonra yavaş yavaş anlamaya çalıştım. Sonsuza doyulur mu? Sonsuzun içinde, onunla sonsuz olunsa bile, ancak yine sonsuz hasret duyulur. Çünkü O’nu kuşatıp, kapsamak hiçbir zaman mümkün olmayacak, aşkın ve hasretin şiddeti de O’ndaki seyir ölçüsünce daha çok artacaktır.

 

Sâmiha Anne hakkında bir şey söylemek zâten bana hiç düşmez, hem ben onun yokluğundan başka bir şey de bilmiyorum. O efendisinde yok olmuş, Hz. Peygamber’in mânâsına bürünmüş, aşk balının denizinde her hareketi baldan olan bir sultan. O en yakın, O hiç. O hakîkat-i muhammedî’yle bir olarak gören, O görünse de görülmeyen. İnsân-ı kâmilleri belki eserlerinden tanırız ama kendilerini ne kadar görsek de asla göremeyiz. Mâbette Bir Gece’de anlattığı gibi “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlıktır. İşte asıl vücûdu olan bunlardır.”
Sâmiha Anne, Efendisinde yok olarak ebedî var olan bir şehittir, O’nunla rızıklanır. Aldığını da dâima dağıtır, dağıtır, dağıtır… Kevser’in kaynadığı yer gibidir, Kevser şarabı gibi olan Cemâlnur Hocamız’a mânâ anneliği yapan da O’dur. Efendisinin “Ken’ân’ın emeklerinin mahsûlü Sâmiha Can!” dediği de O’dur. Âlem halkına, yavuza, yahşiye sevgisini bitmez bir borç gibi akıtır, akıtır. Tenezzülü hiç eksik olmaz ama izini yar da bulamaz, ağyar da. Belki de O sâdece yakınlığın hasretine battıkça batmış bir mürittir.