Yazılar

“Anlayışın Işığında Tekrar Buluşalım”

Amerikalı efsânevî müslüman boksör Muhammed Ali, 3 Haziran 2016 günü 74 yaşında vefat etti. Muhammed Ali’nin cenaze töreninde Malcolm X’in kızı Ambassodor Shabazz’ın yaptığı konuşmayı rahmet vesilesi olması dergimizde paylaşıyoruz.

Allah’ın selâmı hepimizin üzerine olsun. Bu bir “eve-gidiş” (homegoing) kutlaması olduğu için, kendimi hem bu kutlamanın hem de bir kaybın arasında dengede hissediyorum. Öyle ya da böyle son bir haftadır nefes alma kapasitem zayıfladı. Onun için burada ve uzaklarda toplanmış herkesten bana bir nefes yollamalarını rica ediyorum.

Muhammed Ali’nin anısına hepinize teşekkür ediyorum. Şükran, mersi, grazias, şükriyya… Tüm dünya bumübârek Ramazan ayında toplanmışken, her iki saatlik zaman diliminde herkes Muhammed Ali’yi ve ailesini dualarında ve gönüllerinde anıyorlar. Bunların yanısıra tüm inançlardan gelen dualar, dini benimsememiş olsalar bile vefatından dolayı etkilenen herkes şu an ailesinin, babalarının veya eşlerinine anısına bir şeyler hissediyorlar. Babam Malcolm X Shabazz ve annem Dr. Betty Shabazz’ın mânevî huzurunda ve 5 kızkardeşimin, çocuklarımızın ve torunlarımızın huzurunda öncelikle kendisinin çok sevgili eşi Lonnie Ali’yi anmak istiyorum. İnsan ne kadar etrafına yayabildiği bir kuvvete de sahip olsa, yine de bazen yardıma ihtiyaç duyabiliyor. Ne kadar muhteşem olsanız da! Aslında onu seven ve onun daima yanında olan ailesi işte böyle ayakta kalabiliyorlar. 9 çocuğunun da ismini saymak istiyorum. Maryum, Rasheda, Jamillah, Muhammed Junior, Khaliah, Miya, Hana, Laila ve Asaad ve onlara eşlik eden anneleri ile üçüncü jenerasyon torunları. Ve tek erkek kardeşi Rahman. Ve müstesna dostu Howard ve baldızı Marilyn. Biliyorum ki beni tüketen bu büyük üzüntü ve diğerlerinin onun bu dünyadan göçüşününde duyduğu hisler, sizin hissettiklerinizle kıyaslanamaz.

Bugün ve gelecek tüm günlerde siz onsuz uyanacağınız günleri fotoğraflar, anılar, onu günümüze taşıyan ve onunla ilgili sahip olduğumuz her şeyle tekrardan tanımlandıracaksınız. O size çok farklı bir şekilde dokundu ve bu çok onur verici bir durum, asla unutulmamalı. Bilin ki siz hayatı prensiplerle dolu olan bir insanın soyundan geliyorsunuz. Sizin içinizde o tohum var. Dolayısıyla onu büyütüp beslemekle mükellefsiniz.

Şu an Muhammed Ali’nin seçtiği ve eşi Lonnie’nin onayladığı insanlar arasında olmak ve bu “eve-gidiş” töreninde yer almak benim için çok anlamlı. Onunla benim çok kıymetli bir ilişkimiz vardı. Bu sevginin menşei, onun babama duyduğu sevgidendi. Muhammed Ali, bana babam tarafından direkt olarak miras bırakılan birlik ve kardeşliğin timsali insanların sonuncusuydu. Onlar, ben 18 ile 20 yaşları arasındayken babama verilmiş sözü tutmak için arayıp beni buldular. Hakk’ın rahmetine kavuşana kadar benim hayatımdalardı. İnsanlığın zirvesinde olan bu insanlar arasında Muhammed Ali de vardı. Babam kendinden 16 yaş genç olan Muhammed Ali’yi kendi kardeşi gibi sever ve kendisine emanet edilmiş bir dost olarak görürdü. Beni çocuk olarak gördüğü andan sonra ilk karşılaştığımızda gözlerine inanamadı. Yüzüne baktığımda her zamanki bakışıyla “o sen misin?” diye sordu. İnsanların aramızda uzlaşmazlık olduğunu zannetmelerinin aksine, o andan itibaren sanki hiç aradan zaman geçmemiş gibi birbirimizi buluvermiştik -bazılarının bizleri ayırma çabalarına rağmen ve organize şekilde bizleri uzaklaştırmak istemelerine rağmen.

Karşılıksız kalmış, ama söylenmiş ve uygunluğu kabul görmüş alanları keşfettik ve ortaya çıkardık. Yüksek sesle beraberce haykırdık. Kemerinden bahsettik, babam vefat etmeden önce onunla konuşamamasının üzüntüsünden bahsettik, bir daha tekrar edemeyeceğimiz hikâyeler anlattık çok güldük. Gerçekten çok komikti.

Babam ve Ali için kardeşlik adına önemli olan şey, herhangi bir şeyi, hayatın her yönünü ve bilhassa onlara bahşedilmiş olan böylesine büyük bir sorumluluk sahibi olmanın gerçek mânâsını ve insanların hayatında kayda değer bir fark yaratmanın yollarını açıkça tartışabilir olmalarıydı. Birleştirici nokta imandı, evrensel iman, inanca saygı, bir dine bağlı olsun ya da olmasın her türlü inanç…

Kendi cümleleriyle şöyle yazdı: “Hepimiz Allah’ı zikrederiz, ona farklı şekilde hizmet ederiz. Nehirler, göller, ırmaklar, okyanuslar, hepsinin ismi farklı ama hepsi su ihtiva eder. O zaman dinlerin de farklı isimleri vardır ama onlar da hakikatı ihtiva eder. Öyle bir hakikat ki zaman içinde farklı yollar ve şekillerde ifade edilmiş. Müslüman, Hristiyan veya Yahudi oluşumuz farketmez. Allah’a inanınca, her insanın bir tek aileye ait olduğuna da inanırız. Çünkü Allah’ı seviyorsan, onun sadece bazı çocuklarını seviyor olamazsın. “

Bu iki insanın paylaştıkları ideal için sevgi çok kuvvetli bir şeydi. Kendini adamak çok kuvvetli bir şeydi. Hakikat yağmur gibi her an yağar. Muhammed Ali’nin hayatımda yer alışı babamın nefesini bir müddet daha canlı tutu. 51 yıl daha… Şu ana kadar, yani 51 yıldır yani daha fazla bir süredir bu böyle oldu. Gerçekten çok müteşekkirim ki, bizim bu dünyadaki beraberliğimiz birbirimizi anlamaya ve gizli kalması gerekenleri muhafaza etmeye müsaade etti. Son bir yıldır kendi memleketi Louisville Kentucky’de rahatça yaşayabildiği için de çok müteşekkirim.

Planda bu yoktu. Ve ne mutlu ki onu, eşini ve çocuklarını gittikçe daha artan bir sevgiyle kucaklıyorum, aynen kendi ailem gibi. Lütfen bunu iyi bilin! Kardeşliğin ve beraberliğin sonuncusu olarak cennete ererken kalbim, gayesi, değeri, şahsiyeti, güveni, sorumluluğu, imanı ve hizmet aşkı olan o kabile için iştiyakla atıyor.

Şundan emin olmalıyız ki Muhammed Ali gibi tüm varlığını insanın kendi şan ve şerefini tanımaya adayan prensip sahibi kadın ve erkekler Olimpiyat meşalesi gibi gelecek nesillere aktararak ışık tutmalılar. Babam bir şeyi neticelendirirken ya da birbirimizle vedâ ederken sık sık şöyle derdi: Anlayışın ışığında tekrar buluşalım. Ve size diyorum ki bu pusulanın ışığı her durumda çok mühim ve gerekli.

Ambassodor Shabazz

 

Akış Deneyiminin Aşamaları

Geçen ayki yazıda “akış” deneyiminden en genel hatlarıyla bahsetmeye çalışmış ve insan potansiyelini gerçekleştirme sürecinde ne kadar etkili olduğuna değinmeye gayret etmiştim. En genel ve kısa anlatımıyla hatırlatmak gerekirse, “akış”, insan potansiyelinin, bilincin kontrolü dışında, olağanüstü şekilde ortaya çıktığı deneyim anları olarak tarif edilebilir. Şahsen son derece ilgimi çeken bu konu, yazma aşamasında üzerinde daha derin düşündükçe daha da genişledi zihnimde. Buradan hareketle “akış” deneyiminin üzerine birkaç yazı vesilesiyle biraz daha fazla düşünmek istedim. Bu yazıda ise daha özel olarak “akış”ın aşamaları hakkında öğrenmeye ve öğrendiklerimin bazılarını sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Steven Kotler’in  “Süperman’in Yükselişi” kitabında akış deneyiminin dört aşamasından söz edilmektedir. Bunlar sırasıyla,

  1. Mücadele
  2. Rahatlama
  3. Akış
  4. Bütünleştirme

olarak ifade edilmektedir.

Mücadele aşaması ilk bakışta “akış” deneyiminin tersi gibi görünmektedir çünkü bu aşama çok çalışmayı, binlerce saat süren pratikleri, derinlemesine araştırmaları yani konu üzerinde uzmanlaşmayı gerektiren bir aşamadır. Daha önceki yazıda da söz ettiğim gibi belli bir konuda akış deneyiminin yaşanabilmesi için kişinin o konuyu çok iyi biliyor olması, üzerine yıllarca okumuş, araştırmış ve pratik yapmış olması gerekmektedir. Başka bir deyişle “emeksiz yemek olmaz” sözü bu konuda da geçerliliğini koruyor. Uzmanlaşma olmadan akış deneyimi gerçek anlamda yaşanmadığı gibi uzmanı olmadıkları konuda bunu deneyimlemeye çalışan kişiler de hazin sonuçlarla karşı karşıya kalabiliyorlar.

Kişi mücadele aşamasının hakkını verdikten sonra ikinci olarak “Rahatlama”  aşaması geliyor. Bu aşama kişinin zihnini konudan tamamen çektiği ve bambaşka şeylerle meşgul olduğu sırada başlıyor. Pek çoğumuz çok zor problemlerin çözümlerine nerede ve ne yaparken ulaştığımızı düşünebiliriz. Bazen aylarca çözemediğimiz soruların cevapları bir yürüyüş sırasında, banyoda duş alırken ya da bir arkadaşla kahve içip havadan sudan konuştuğumuz anlarda bir anda dank ediverir kafamıza. Hepimizin deneyimlediği “evreka” (buldum!) anları vardır mutlaka. Beyin görüntüleme teknikleri ile yapılan çalışmalarda tesadüfî olarak fark edilmiş olan bir durumdur bu. Çalışmaya katılan kişilerin beyinleri belli düşünsel aktiviteler sırasında gözlemlenip zihindeki aktivite seviyeleri ölçülürken, bilim insanları hiç beklemedikleri şekilde insan beyninin en yoğun aktivite gösterdiği anı iki egzersizin ortasındaki boş geçen zaman olarak tespit etmişlerdir. Katılımcılardan herhangi bir şey düşünmelerinin istenmediği o aralıkta hepsinin beyninde aktivite düzeyi çok üst seviyelerde gözlenmiştir. Sinirbilimciler buna “Default Mode” adını veriyorlar ve bunu fabrika ayarlarına dönme olarak tarif ediyorlar. Bir başka ifadesi ise “aylaklık”. Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden sahilde güneşlenip gökyüzüne bakıp ânın tadını çıkartırken yani tam anlamıyla “aylaklık” yaparken beyindeki aktivite düzeyi ciddi anlamda yüksek oluyor. Tabii burada söz konusu olan aylaklık kronik bir şekilde var olan tam zamanlı bir aylaklık değil. Uzmanlaşmış, çalışkan ve araştırmacı zihnin aylaklığından söz ediyorum. Her konuda olduğu gibi burada da aslında bir denge söz konusu. Sıkı çalışmak ile aylaklık yapabilmek arasındaki denge insan zihninin çok daha yüksek seviyede performans göstermesini sağlıyor. Bu konuda dengeyi oluşturmanın önemini aslında biz büyüklerimizin hallerinde gördük. Bir kaç yıl önce hep beraber ziyaret ettiğimiz bir mânevî büyüğün bir saat mânevî konularda sohbet ettikten sonra bir saat de tamamen dünyevî konularda fıkralar anlatıp bizleri güldürmesi artık çok daha mantıklı geliyor bana zira öğrenme bu şekilde çok daha üst düzeye çıkıyor.

Rahatlamayı takip eken “Akış” aşamasında ise artık Steven Kotler’in ifadesiyle “süperman” ortaya çıkıyor ve yılların çalışması, emeği, araştırması ve alın teri büyülü bir şekilde zahmetsizce ürün veriyor. Bu aşamada üstün bir performans sanki sizin bile seyircisi olduğunuz bir sahnede kendi kendine dile geliveriyor. Bu hâli deneyimleyenlerin anlattığına göre kişi tam anlamıyla kendisini o performansı sergilerken hayret içinde izliyor ve bunun nasıl olduğuna kendisi dahî bir anlam veremiyor. Bir piyano sanatçısı böyle bir ânı konser sırasında parmaklarına bakıp hayret etmekten başka hiçbir şey yapmadığı şeklinde anlatıyordu. O sırada notaları görmediğini, müziği düşünmediğini ve bilinçli olarak hiçbir şey yapmadığı halde parmaklarının kusursuz bir şekilde bir sonatı baştan sona çalışını nasıl izlediğini anlatıyordu. Kelimenin tam anlamıyla “beden dışı” bir deneyim yaşadığını, sandalyede oturan kendisinin âdeta sahnede piyanoyu çalan kendisini seyrettiğini ifade ediyordu.

Dördüncü aşamada öğrenme ve hâfıza olağanüstü seviyede yükseldiği akış deneyiminin ardından beyin kimyasalları yeniden eski düzeylerine dönmeye başlıyor ve deneyim sonlanıyor. Bu aşama genellikle az önce doğaüstü bir ânı deneyimlemiş olan kişi için biraz kızgınlık ve hayâlkırıklığı getirebiliyor çünkü hâliyle böylesi bir ânın bitmesi ve “süperman”in yeniden normal, sıradan insana dönmesi istenmiyor. İşte tam da bu noktada yaşanılan stresin öğrenmeyi bloke etmemesi gerektiğini söylüyor uzmanlar; aksi takdirde akış deneyiminin kazancı boşa gidebilir. Onun yerine yaşanılan deneyimden dolayı minnet hissedip tekrar birinci aşamaya geri dönerek bir başka akış deneyimine şükran ve heyecan ile yelken açmanın doğru olacağını söylüyorlar. İlk aşamaları atlayıp kısa yoldan bu hâle ulaşmak isteyen kişilerin bazılarında  “adrenalin bağımlılığı” adı verilen bir durum ortaya çıkıyor ki aslında ekstrem sporlarla uğraşan kişilerin bağımlı oldukları şeyin adrenalin değil “akış hâli” olduğunu söylüyor araştırmacılar. Bu nedenle de kendilerini sabote edebilecek oldukça tehlikeli aktivitelere yönelebiliyorlar. Peki bu insanlar akış halini neden biyolojik sınırlarını zorlayabilecek, son derece tehlikeli aktivitelerde arıyorlar? Bu sorunun cevabını akış deneyimini başlatan tetikleyici unsurların arasında, bir sonraki yazıda arıyor olacağım.

 

Küçük Ulaklar

Yaşları iki ilâ on arasında değişen yaklaşık yirmi kadar çocuk pürdikkat Cemâlnur Hocalarının Mîraç Kandili hakkında söylediklerini dinliyordu. Kimi henüz konuşmayı beceremediği için etrafındakilere bakarak dinleyenleri taklit ediyor, kimi heyecan içinde parmak kaldırarak soru sormak istiyor, kimi de Hocamın birazdan dağıtacağı hediyeler içinde peygamberinin kendisi için ne seçtiğini merak ediyordu. Çocukların biraz gerisinde oturan anabalar gülümseyerek çocuklarına bakıyor, arasıra taşkınlık yapan olursa etrafı rahatsız etmesinler diye îkaz ediyorlardı. Hocamın en sevdiğim âdetlerinden biri olan çocuk kandilleşmesindeydik. Amaç yavrularımıza peygamberlerini biraz daha iyi tanıtabilmek, tertemiz kalplerine Allah sevgisini, peygamber sevgisini zamanında yerleştirebilmekti.

Bir ara çocuklara dikkatle baktım. Bu çocukların arasında kimi Server Hilmi Bey, kimi Sâmihâ Ayverdi, kimi Cemâlnur Sargut, kimi de küçükken çok haşarı olduğu söylenen Hz. Ken’an Rifâî idi. Biraz daha dikkatle baktım. Aralarında Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Ali, ve hattâ Hz. Fatma vardı. Dikkatle dinliyorlardı. Hocam çocukların içinde saklanmış zevâtın farkındaydı. Bu sebeple sohbetini büyük bir ihtimamla yapıyordu. Daha düne kadar kendisi de onların arasında değil miydi? Oysa şimdi sohbeti veren o oluvermişti.

Hani Hz. Peygamber “Kim benim yardımcım olmak ister?” diye sorduğunda henüz on yaşında bile olmayan küçük Ali “Ben senin yardımcın olmak isterim Yâ Resûlallah!” demişti. Bunun üzerine orada Hz. Ali’yi ciddiye alan ancak Hz. Peygamber olmuştu ve ona sarılarak “Aranızda benim kardeşim, vasîm ve hâlifem odur. Ona uyun” diye buyurmuşlardı. O zaman söylediklerinin hakîkatini daha sonraları herkes çok iyi anlayacaktı.

Sohbeti dinleyen çocuklara tekrar baktım. Gördüğüm şey, gelecekle olan yegâne irtibatımızdı. Gün gelecek bu mecliste bulunan anababaların ve diğer büyüklerin tamamı “Rahmetli…” diye anılacak ve yerde bağdaş kurmuş çocuklar kandil geleneğini ve öğrendikleri diğer tüm ilimleri şimdi yapıldığı gibi bir sonraki nesle aktaracaklardı. Binlerce yıllık insanlık silsilesi sadece ve sadece bu esas üzerinden çoğalmış ve birikimini bugüne kadar aktarabilmişti. Çocuk kandilleşmesinde cereyân eden hâdise de bundan başka bir şey değildi.

Geleceğe böylesine ince bir pamuk ipliği ile bağlı olmak beni bir an endişelendirdi. Sonra aklıma Hz. İbrahim geldi. Aldığı emir üzerine çölün orta yerinde Kâbe’yi inşa etmişti. Allah’ın evini daha merkezî, daha ulaşılabilir, daha uygun bir yere yapmak daha iyi olmaz mı diye düşünmedi bile. Dâvetin Allah’a ait olduğunu çok iyi biliyordu. O, sâdece aldığı emri yerine getirmeye gayret etti ve Kâbe-i Muazzama ortaya çıktı. İnsanları oraya toplamayı Allah’a bıraktı.

Cemâlnur Hocam da tıpkı Hz. İbrahim gibi gayretini ortaya koyuyor. Karşısında oturan küçücük çocuklar, peygamber sevgisini yüzlerce yıl ötelere taşıyacak koca küçük ulaklar. Rabbim yollarını açık etsin!

“En İyi ‘Frontal Korteks’ Eğitimi, Bilinçli ve Hakkıyla Tutulan Oruçtur”

Yazarımız Müge Doğan’ın Milliyet gazetesi için nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan ile yaptığı röportajın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.

 

Tüm dinlerde var olan orucun, eğer doğru şekilde tutulursa vücuttaki sindirim ve dolaşım sistemleri üzerindeki olumlu etkileri artık bilinmekte. Bütün bu olumlu etkilerin beyinle olan ilişkisi nedir? Orucun beyindeki etkileri nelerdir? John Hopkins Üniversitesi’nden Nörobilim Profosörü Mark Mattson, beynin uzun süreli açlık sonucunda kıtlık alarmı verdiği için yemek bulmak amaçlı daha aktif olduğunu söyleyerek bu durumu evrimsel sürece bağlıyor. Siz ne düşünüyorsunuz? 

 

Sinan Canan: Bedenimiz, milyonlarca yıllık bir canlılık tarihi boyunca çok ince ayarlanmış sayısız fizyolojik mekanizmaya dayanır. Bu sebeple, günümüzde herhangi bir durumun fizyolojik etkilerini incelerken evrimsel biyolojiden gelen bilgileri göz önüne almak çok önemlidir. Bedenimiz, bundan 50 bin yahut 100 bin yıl önce yaşayan atalarımızın bedenleriyle aynı özelliklere sâhiptir. Dolayısıyla o dönemdeki diyet ve hareket alışkanlıkları için ince ayarlanmış bir bedenin özellikleri bugün için de aynen geçerli. 

O dönemlerde sanayileşmiş gıda üretimi, hatta tarım dahi söz konusu olmadığından, insanlar gün içinde bulabildikleri besinlerle besleniyor, sonrasında ise bazen uzun dönemler muhtemelen açlık çekmek durumunda kalıyorlardı. Bedenin uyum mekanizmaları bu açlık dönemleriyle başa çıkabilecek şekilde ayarlanmış olmalı, çünkü bugün fasılalı oruç gibi kesintili beslenme rejimlerinde gördüğümüz birçok faydalı etki bize bunu düşündürüyor. Ayrıca deney hayvanlarında yapılan birçok çalışma, onların bedenlerinde de benzer etkilerin görüldüğünü bize gösteriyor. Açlık, bedende iltihaplanmayı engelleyerek tıp dilindeki deyişiyle “antienflamatuvar” etki gösterirken bağışıklık sisteminin daha kuvvetli çalışmasını sağlıyor, hücresel hasarların onarımını kolaylaştırıyor. Bunları uzun zamandır biliyoruz. Beyinde ise mesele bambaşka bir boyutta karşımıza çıkıyor.

Beynimizin “meydan okumalarla” gelişim gösterdiğini artık biliyoruz. Meselâ yeni bir lisan öğrenmek, yeni el becerileri kazanmaya yahut yeni bir müzik enstrümanı çalmayı öğrenmeye çalışmak gibi girişimler, beynimiz için birer meydan okumadır ve buna cevap olarak beynimiz yeni hücreler üreterek kapasitesini ve işlevsel bağlantılarını artırır. Açlık da böyle bir meydan okumadır. Antik zamanlarda açlık durumunda kafası daha iyi çalışan ve bu deneyimi zihinsel donanımını daha iyi kullanarak avantaja çevirip yiyecek bulmak için yeni yöntem ve yollar keşfedebilen atalarımız şüphesiz daha uzun süre hayatta kaldılar ve daha fazla üreme şansına sâhip oldular. Böylece bizler, işte bu tip ataların torunlarıyız ve onların bu özelliklerini de miras almış durumdayız.

 

Yapılan bilimsel araştırmalar, çeşitli sürelerle oruç tutmanın beyinde “sinir gelişim faktörü” ve “beyin kaynaklı sinir büyütme faktörü” olarak bilinen haberci moleküllerin salgılanmasını artırdığını gösteriyor. Bu maddeler, beynimizi hem yeni sinir hücreleri üretmeye zorluyor hem de beynimizin enerji kullanımını çok daha etkin bir seviyeye çıkarıyor. Böylece, sürekli tok gezen insanlara göre, arada bir açlık deneyimleyen yahut iyice acıkmadan yemek yememe alışkanlığı olanlar, sinir-yıkıcı hastalıklara yakalanma açısından çok daha dirençli oluyorlar.

Açlık deneyimi, birkaç gün içinde vücudumuzdaki yağ depolarının kullanılmaya başlamasını sağlar ve yağ yıkımı sonucunda da “keton cisimcikleri” denen bileşiklerin miktarı kanda yükselmeye başlar. Keton cisimcikleri beyne ulaştığında ise beyin hücreleri için alternatif ve verimli bir enerji kaynağı olarak kullanılır ve böylece beynin enerji ihtiyacı şeker eksikliğinde bile etkin olarak karşılanabilir. Sürekli yemek yemek ve yüksek kalorili bir diyetle beslenmek ise hem bedendeki yağ depolarının yıkılmasını engelleyerek bedende yağ birikimine yol açar hem de keton cisimciklerinin üretimini engelleyerek beyni bu alternatif enerji desteğinden mahrum bırakır. Zaten keton cisimciklerini artırmaya yönelik ketojenik (keton üretici) diyetler, yüzlerce yıldır epilepsi gibi rahatsızlıkların tedavisinde destekleyici olarak bu nedenle kullanılmaktadır. 

 

Oruçta açlığın faydası çokça kabul gördüğü halde susuzluk konusunda çoğu insanda soru işareti var. Dr. Haluk Nurbaki “Oruçlu iken hücreler arası su asgariye iner ve hücre fonksiyonlarında ciddi rahatlama olur.” derken epitel hücrelerini de örnek olarak veriyor. Uzun süreli susuzluğun beyin hücrelerindeki etkisi hakkında neler söylersiniz?

 

Sinan Canan: Bu tarz sorulara bakarken öncelikle oruç denen uygulamanın bir ibâdet olarak yerine getirilmesi durumunda, bedene olan etkilerinin ikincil olarak değerlendirilmesi gerektiğini tekrar hatırlamak lazım. Eğer bir aylık Ramazan orucundan bahsediyorsak bu öncelikle Kur’an’da belirtildiği şekliyle, sağlığı yerinde tüm Müslümanlara emredilmiş bir ibâdettir. Yani dinî bir emir olarak önemi, bedene yaptığı etkinin önündedir. Hatta bazen ibâdetlerin esasında da biraz meşakkat ve zorluk vardır. Bu zorluklar ise inanan insanların kendi kendisine imanını test edebilmesi için önemli fırsatlardır aslında.

 

Özellikle haziran ayı gibi uzun günlerde tutulan oruçlarda açlıktan çok susuzluk önemli ve dikkat edilmesi gereken bir unsurdur. Zira bedenimizin büyük bir çoğunluğu sudan oluşur ve bu su dengesinin bozulması bedeni ciddi olarak sıkıntıya sokabilir. Uzun ve sıcak günlerde aşırı su kaybını engelleyecek, meselâ daha az hareket, sıcak saatlerde güneşten kaçınma, fiziksel eforu azaltma, iftar ve sahur arasında bolca ve düzenli olarak su içme gibi asgari tedbirler alındığında oruç ibâdeti gayet rahat yürütülebilir. Yoksa aşırı miktarda su kaybı beden için -özellikle de böbrek rahatsızlığı olanlar açısından- önemli bir sorun olabilir. İbâdeti yerine getirmek kadar, sağlığımızı korumaktan da sorumlu olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.

 

Oruç sırasındaki susuzluk, bütün ölçülü ve stres kaynakları gibi bedenimiz ve beynimiz için uyarıcı bir meydan okuma anlamına da gelir. Bu nedenle kontrollü ve zararlı olmayan makul ölçüler içindeki bir susuzluk deneyimi, bedende aynen açlığın yaptığı gibi onarıcı ve önlem alıcı mekanizmaları tetikler. Böylece, bedeni sadece “doldur-boşalt sisteminden oluşan bir makina” olarak düşünmenin ne kadar hatalı olduğu, bu tip deneyimler sonucunda daha iyi anlaşılabilir. Neticede kontrollü yoksunluk, bedendeki birçok yenileyici ve onarıcı sistemi de faaliyete sokar.

 

Oruçta niyet etmenin öneminden sıkça bahsedilir. Niyet etmenin beyindeki etkisi nedir? Normal zamanda açlığa dayanamayan bazı insanların Ramazanda çok rahat oruç tutabilmesini bu “niyet etme” durumuyla ilişkilendirebilir miyiz?

 

Sinan Canan: Psikolojik faktörler insan için biyolojik itkilerinden bazen çok daha önemlidir. Çünkü insan, biyolojik olduğu kadar bilişsel özellikleri de baskın ve belirleyici olan bir varlıktır. Meselâ hiçbir hayvana oruç gibi bir ibâdeti istemli olarak yaptıramazsınız. Çünkü insanlardan sonra en gelişkin bilişsel düzeye sâhip şempanzelerde bile, beynin irâde ve hazır zevki sonrası için erteleme devreleri etkin değildir. Dolayısıyla bir ibâdet olarak oruç; zihin ile bedenin birlikte çalışmasını gerektiren, zihinsel niyetlerin biyolojik donanımı kontrol etmesini amaçlayan ve bu kontrol potansiyelini arttırmayı hedefleyen bir deneyimdir.

 

Oruç tutarken bir ay boyunca davranışlarımıza da dikkat etmemiz gerekiyor. Eğer yalan söyler, kalp kırarsak ya da dedikodu yaparsak tuttuğumuz oruç da makbul olmuyor. Açlığın, hastalıkların tedavisini hızlandırıcı etkisi bilindiğine göre davranış terbiyesinde açlığın etkisini bir sinir bilimci olarak yorumlayabilir misiniz?

 

Sinan Canan: Bana soracak olursanız oruç ibâdetini diğer sağlık amaçlı oruçlardan ayıran ve aslında en önemli kısmı olan özelliği, bu davranış terbiyesi meselesidir. Bu karmaşık meseleyi şöyle özetlemeye çalışayım: Normalde diğer insanlara iyi davranmamızı, sosyal toplum ve ahlâk kurallarını takip edip onlara uymamızı sağlayan devreler, beynimizin ön kısmında yer alır. Bu ön kısım ise çok yüksek bir metabolizma hızına sâhiptir ve çok hızlı besin tükettiği için gün boyu yeterli düzeyde kan şekerine yahut keton cisimciklerine ihtiyaç duyar. Çevresel stresler yahut iş yoğunluğu nedeniyle çok fazla karar alması gereken ön beynimiz, tabiri caizse en çabuk yorulan ve enerjisi tükenen beyin alanlarını içerir. Bu nedenle yorgun, uykusuz yahut aç olduğumuzda duygusal tepkilerimizi ön beynimiz üzerinden kontrol etme yeteneğimiz de belli düzeylerde azalır. Bu durum, beyni olan tüm canlılar için geçerlidir; aç hayvanların sinirli ve saldırgan olması da aynı nedene dayanır. Fakat insanda diğer canlılardan farklı olarak bir iradi ve bilişsel kontrol de söz konusudur.

Oruç sırasındaki açlık durumunda normalde kan şekerimiz düşer ve özellikle de günün ilerleyen saatlerinde duygusal itkilerimizi bastırma, öfkemizi kontrol etme konusunda sorunlar yaşayabiliriz. Örneğin; iftara kısa bir süre kala trafikte sıkışırsak öfkelenme ihtimalimiz normal zamana göre daha yüksektir. Bu aslında gayet normal ve biyolojik bir tepkidir. Fakat bu biyolojik özelliğin üzerine, bir “ibâdet” bilinciyle sürdürülen oruca ve orucun diğer davranışsal gereksinimlerine dair bilgiler eklendiğinde, normalden daha büyük bir efor sergileyerek ön beynimizin bu kısıtlı durumlarda bile öfkemizi ve dürtülerimizi kontrol etmesini sağlamaya gayret ederiz. Bu bir antrenman gibi düşünülebilir. Her zaman muvaffak olamayabiliriz fakat çalıştıkça ve buna yoğunlaştıkça, bu yoksunluk durumlarında bile itkilerini kontrol etmeyi başarabilen insan, ön beyin devrelerini “normal” zamanlarda da daha etkin bir davranış ve dürtü kontrolü için eğitmiş olacaktır. 30 gün süren böyle bir pratiğin, hele zorlu biyolojik ve çevresel koşullarda deneyimlenmesi durumunda, beynimizin kontrol ve irâde devrelerinde kalıcı ve olumlu değişimler yaratmak için aslında bulunmaz bir fırsatımız olur. Fakat tüm bunların olabilmesi için, orucu “oruç” gibi tutabilecek zihinsel hazırlığın ve olgunluğun bulunması gerektiği gerçeği de unutulmamalı. Bu da sadece Ramazan ayında değil, yılın her günü aynı bilinçle yaşamak durumunda mümkün olabilecek bir haldir.

 

Kısacası, Ramazan orucu sırasında deneyimlediğimiz ruh hâli, aslında normal hayatımızı nasıl yaşadığımıza dair de bir gösterge olarak değerlendirilip bir “öz sınama” aracı olarak da kullanılabilir. Oruçluyken sinirlendiğimizde nasıl tepki verdiğimiz, oruç tutmayan insanlara karşı ne kadar saygılı olabildiğimiz, etrafımızda olanlara ne kadar anlayışla yaklaşabildiğimiz, kendimizi ve çevremizi ne kadar dikkatle izleyebildiğimiz gibi parametreler, insanın kendini tanıması adına bence çok önemlidir.

 

Özetle, benim bildiğim en iyi “frontal korteks” eğitimi, bilinçli ve hakkıyla tutulan oruçtur.

 

Ramazan ayı aynı zamanda sosyalleşmenin de çok yoğun olduğu ve gündelik rutinimizin değiştiği bir ay. Bu yönüyle beynimizdeki etkileri nelerdir?

 

Sinan Canan: Ramazan ve oruç, inanan insanlar için her yönüyle çok önemli bir gelişim ve dönüşüm fırsatıdır. Her türlü yapay etiket, moda ve toplumsal ön kabulden bağımsız olarak Allah’ın emri olduğu için rahatlarını bozmayı tercih etmiş insanların giriştiği bir ibâdet olan oruç, 30 gün boyunca aynı telaş ve dertle aynı amaca yönelmiş gönülleri de elbette birleştirir. İftarlar, sahurlar, ibâdetler ve okumalar, insanların dikkatini senenin geri kalanından çok daha fazla “gerçekten önemli” konulara yöneltmeye teşvik eder. İleri düzeyde sosyal varlıklar olarak insanlar, birlikte hareket etmeye zaten programlıdırlar ve bu program gereği, özellikle de bu tip mânevî motivasyonlarla bir araya gelerek, bireysel olarak kendilerini aşan birçok gelişmeye birlikte imza atıp tanıklık edebilirler. İslâm dininin sürekli barış, tanışma, kaynaşma ve topluluk olma yönündeki tavsiyeleri de insanın bu sosyal yönünün önemine vurgu yapan ebedî gerçekleri hatırlatma amacı güder. Ramazan ayı işte bu temel gereksinimizin en güzel karşılanabildiği zaman dilimlerinden birisidir. Allah rızâsı için girilmiş gönüllü bir yoksunlukla birleşen duygular, normal zamanlardakinden çok daha verimli ve kalıcı paylaşımlara imkân verir.

 

Orucun “fakirin ve açın hâlinden anlamak” için tutulması gerektiğini de söyleyenler oluyor fakat bu bana çok makul gelmiyor. Zira akşam, mükellef bir iftar sofrasında canının istediğini yiyebileceğini bilen bir insanın gün içindeki açlıkla, “mutlak açlık ve yokluk” durumunu deneyimlemesi zordur. Bence oruçtaki açlığın, susuzluğun ve yoksunluğun insana sağlayacağı en önemli dünyevî fayda; biyolojik bir organizma olarak ne kadar fazla şeye bağımlı olduğunu, ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu, elinin altında bulunan ama daha önce pek çoğunun farkına bile varmadığı nimetlerin aslında ne kadar benzersiz ve büyük hediyeler olduğunu fark etmesidir. Çocuklarıma, ilk oruç tuttukları günün iftarında suyun tadına dikkat etmelerini söylemeyi çok severim. Zira su, normal hayatta tadını bile çoğu zaman fark etmediğimiz, en temel gıdamızdır. Fakat ağzımızda tatlı, tuzlu, acı ve ekşi tatları alan alıcıların yanında “su tadını” alan alıcılar da mevcuttur ve onların sinyallerini normal zamanda hemen hemen hiç fark etmeyiz. Halbuki sıcak bir yaz günü gün boyunca tutulan oruçtan sonra içilen bir yudum su, dünyanın en lezzetli içeceğine dönüşüverir.

 

Özetle; oruç insana başkasının hâlini değil, aslında kendi durumunu anlatır. Zaten mütekâmil bir oruçta, insan orucu değil, oruç insanı tutmalıdır. Sağlığımız, mal varlığımız, şan ve şöhretimiz ne kadar büyük olursa olsun, oruç hâlinde hissedebileceğimiz o kırılganlık ve zayıflık hissi, bizi tekrar diğer insanlarla birleştirecek ve onları daha iyi anlamamızı sağlayabilecek düşüncelere sürüklemeye gebedir. Eğer biz buna hakkıyla zaman ve izin verebilirsek…

 

Kısacası Ramazan, inanan insanlar için çok önemli bir fırsattır. Hatta bir dinî inancı olmasa bile, insanların bu önemli deneyimi hayatlarında birkaç kez tatması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biyolojik sınırlarımızı “daha fazla insan olmak yolunda” zorlamak, bize biyolojimizden değil, insanlığımızdan dolayı gelen bir bilgidir ve bunu kullanmak ancak insana özgüdür. İnancı ve dünya görüşü ne olursa olsun, bir insanın bu şansı kullanmadan bu dünyayı terk etmesinin pek iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim.

Kaynak:

http://ramazan.milliyet.com.tr/orucun-beynimizde-yarattiklari-/dinibilgiler/detay/2262318/default.htm

 

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – III

Bu sayımızda Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış özetinin üçüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz.

***

Eskiden beri Ermeni katliâmı mevzubahis oldukça dâima Türklerin barbarlığını, Ermenilerin de Türklere karşı Hıristiyanlıktan başka kabahati olmayan mağdur bir millet bulunduğunu ileri sürmek âdet olmuştu. Acaba Türk patronajı altında olan milletlerin serbestliği ile, Rus, İngiliz, Fransız idarelerini kıyas etmek kâbil olabilir miydi?
Hindistan ve Afrika yerlilerine karşı girişilen fecî vakalar, Rusların ise Yahudiler, Türkler ve Ermeniler üzerinde tatbik ve icrâ ettikleri katliamlar düşünülürse küçük milletlerin hâmisi sıfatını takınan ve Ermeniler için gözyaşı döken İngilizlerle Garplı devletler, acaba neden Ermenilerle kabil-i kıyas olmayacak bir mevkide bulunan Boerleri, aileleri ile beraber mahvederken, İrlandalıları ise topa tutarken bir zerre teessür ve merhamet duymadılar?
Noel Bohstun, Londra’da “Lyoeum Club”un coğrafya şubesinde 5 Teşrinisânî 1916 tarihinde verdiği nutukta aynen şöyle demiştir:

“Ermeniler bizim küçük müttefikimizdir. Sırbistan’ın, Belçika’nın itilâf hükümetlerine karşı yaptıkları hizmetlerden ekseriya bahsediyoruz ve bunlara âid birçok şeyler istiyoruz. Fakat Ermeniler, kendilerine ait bir hükümetleri olmadığı halde, büyük bir istekle bize hizmet ettiler. Binlercesi Rus ordularına girerek bilfiil bu fedâkârlıklarını ispat ettiler. Grand Duc Nikolas’ın Anadolu’ya saldıran ordusunu yalnız Ruslar teşkil etmiyor, bilâkis bunların büyük bir kısmı Türkiyeli ve Kafkasyalı gönüllü Ermenilerden teşekkül etmiş bulunuyordu. Bugün de muntazam Ermeni taburları gönderiyorlar. İtilâfçıların davâsı uğrunda Ermenilerin gösterdiği fedakârlığı şimdiye kadar hiçbir müttefikimiz göstermemiştir.”

Van, Kars, Sarıkamış, Erzurum’u işgal eden Ruslar, o zamana kadar Ermenilere müsâit davrandıklarını, onların hâmisi rolünü takındıklarını hatırlamak istemediler. İşgal ettikleri bu toprakları Ermenilere terk edeceklerini vaat etmişlerse de, sözlerini çoktan unutmuş bulunuyorlardı. Zaten öteden beri Rus siyâseti bu değil miydi? Türkiye’nin şark vilâyetlerini işgal ederek Akdeniz’e inmek. Oyunun senaryosunu hazırlayan Ruslar, oynayanlar Ermeni idi. Hepsi bu kadar!

H. Koçaznuni:
“…böyle bir şey olamazdı. Biz Rus emellerine körü körüne hizmet ettik, sürüklendik, hakikatte ise sadece onların maksatlarına çalışmış olduk. Bir taraftan Taşnaksutyun Ruslar tarafından aldatılırken, diğer taraftan da Bogos Nubar Paşa, Fransız Hükümeti tarafından iğfal olunuyordu. 1916 sonlarında Fransa Hariciye Nâzırı, Sûriyeli ve Ermenilerden teşkil edilecek Şark Lejyonu için gönüllü istiyor ve mukabilinde de harpten sonra Fransa’nın hissesine düşecek olan Kilikya’nın Ermenilere terkedileceğini vaat ediyordu.”
1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Ruslar, işgal ettikleri Osmanlı topraklarından çekilirken, Ermeniler de beraber kaçmak mecburiyetinde kalmışlardır. Zira yaptıkları bunca katliamdan sonra, aynı topraklar üstünde kalamayacaklarını anlamışlardı.

Osmanlı İmparatorluğu bütün başarılı mücadelesine rağmen, müttefiklerinin teslim olmasıyla mağlup kabul edilmişti. Memleket coğrafyası virânelik, insanlar perişan bir halde idi. Mehmetçik cepheden yorgun, ümitsiz ve bîtap halde döndüğünde kasabasını, köyünü, evini Ermeni vahşetiyle harâbe; çoluğunu-çocuğunu, anasını-babasını Ermeni zulmünden kalıntı hâlinde tek tük bulabildi.

General Veysel Ünüvar:
“1918 Mütârekesinden sonra Ermeniler, İngilizlerin yardımına güvenerek Doğu Anadolu ile beraber Nahcivan bölgesini yeniden zabt ve istilâ etmek hevesine düştüler. 10 Aralık 1918’de ansızın Aras vadisinden Türk Hükümeti’ne taarruza geçtiler.”

Ermenilerin yalnız başlarına Nahcivan bölgesini işgal edemeyeceğine kanaat getiren İngilizler, 1919 senesi Aralık ayında Ermeni askerlerini Hintli askerlerin muhâfazası altında Nahcivan bölgesine getirip garnizonlara yerleştiriyorlardı.

Cihan Harbi’nin sonunda, Avrupa efkâr-ı umumiyyesini hayâlî Ermeni katliamıyla dolduran Ermenilerin ve İtilâf Devletlerinin bu yaygarasını tahkik için, 1919’da Amerika askerî bir komisyon göndermişti. Eylül-Ekim ayları arasında Doğu Karadeniz’i ve şark vilâyetlerini dolaşan komisyon, söylenenlerin asla hakikate uygun olmadığını “Türkiye hududunu, Karadeniz’den İran’a kadar geldik, bu raporların doğru olduğunu ispat edecek hiçbir iz dahî görmedik” cümlesi ile tespit etmiştir.

Yüzyıllardır Türkiye Ermenileri, Garplı devletler ve bilhassa İngiltere, Rusya ve nihayet Amerika tarafından kendi siyâsî çıkarları adına tahrik edilirken, istiklâl fikrini kuvvetlendirmek yolunda Türklerle Ermeniler arasındaki etnik ve dinî farklar bir yem olarak kullanılmıştır. Memleket nüfusu içinde ancak bir avuç yeri olan Ermeni cemaatinin kulağına, dış çevrelerce bir istiklâl vaadi fısıldanarak, aslında ise kendi siyâsî gaye ve menfaatlerinin tahakkuku yolunda bu zavallı insanlar bir değersiz malzeme olarak kullanılmış olduklarının ne yazık ki hâlâ farkında değillerdir.
Halbuki bütün diğer azınlıklar gibi, Türk patronajı altında yaşayan Ermeni vatandaşlar da yeryüzünün en mesut, en saygı gören cemaati idi. Hatta isyanlar bastırılıp, elebaşılar tasfiye olduktan sonra da, gene, kin bilmez ve hoşgörür Türk milleti, bu kanlı saldırıların hesâbını aynı vilâyette, aynı semtte, aynı mahallede bulunan komşusu Ermeni’den sormaz, çıban başını koparanların birkaç hain olduğunu söyleyerek, dükkâna tezgâhına dönen Ermeni hemşerisi ile dostluğuna gölge düşürmeyecek münasebetini devam ettirirdi. Maalesef şimdi de öyledir!

Türkün bir medenî husûsiyeti de, yüzyıllardır başına dert üstüne ders açan azınlıkların iman bakımından kendi safına kazanmayı düşünmemesiydi. Çünkü Müslümanların kitabı olan Kur’an-ı Kerim, çok açık olarak “Senin dinin sana, benim dinim bana” diyerek farklı inanış taşıyan cemaatleri kendi imânını kabûle zorlamayı yasaklamıştı. Tâ Bizans ve Selçuklular devirlerinden süregelen Ermeni isyanlarıyla tedirgin olan Yavuz Sultan Selim, devletinin huzur ve asâyişi adına Şeyhülislâm Molla Ali Cemâli’den bu kavme hudud dışı edilecekleri tehdidini ileri sürerek Müslümanlığı kabul etmelerinde ısrar edilmesi için fetvâ istemiştir. Fakat bu büyük din ulusu “Hayır olamaz, dinde zorlama yoktur” diyerek padişahın istediği fetvâyı vermemiş, hükümdar da İslâmiyetin emrine uymakta tereddüt etmemiştir. Eğer öyle olmamış olsaydı, Türklerin üç kıta üstünde bayraklarını dalgalandırdıkları devirlerde, Osmanlı hudutları içindeki çeşitli din mensupları olarak, hiçbir azınlık kalmaz, bir vakitler Bizans’ın yapmış olduğu gibi, çatısı altında bulunan bütün toplulukları kolonize ederek kendi hamuru içinde eritirdi.

Halbuki misyonerliği bile imanlar üstünde bir tazyik, bir hile ve bir nevi kandırma kabul eden İslâmiyet, vicdanları zorlamamak için böyle bir teşkilât dahi kurmamış ve ayrı inanışlara sahip kitleleri kendi imanları çerçevesi içinde hür ve rahat bırakmıştır. Bu yüzden de, Müslüman Türklerin iman ve ibâdet mahalli olan câmiler, asla cephanelik olmamış ve din adamları da halkı, azınlıklar aleyhine kışkırtmak gibi Allah’a inanmış kimselere yakışmayacak fiillerde asla bulunmamışlardır.

Ancak, hâdiseler dünya umûmî efkârına aksettirilirken, daima tablo tersine çizilerek, Türk zâlim, Ermeni mazlum olarak gösterilmiştir.

Her Şehirde Bir Evim Var

Genel Merkezi Ankara’da bulunan Türk Kadınları Kültür Derneği’nin farklı şehirlerde birçok şubesi var. Her şubenin farklı zamanlarda gerçekleştirdiği etkinlikleri oluyor. Bu etkinliklerde bulunabilmek için genellikle sosyal medya veya internet üzerinden duyuruları takip etmem yetiyor. Henüz işe başlamamış olduğum dönemimde, takvimi belli olan programlar için babamın, annemin iznini alarak otobüs/tren bileti almaya koşmak en büyük heyecanımdı. Hiçbir yerde kalmama izin vermeyen babam, -Allah’ın hikmetinden olduğu muhakkak ki- benim bu yolculuklarıma gönül rızâsıyla izin veriyor, beni güzelce gönderiyordu.

TÜRKKAD programları vesilesiyle hiç gitmediğim, oradan kimseyi tanımadığım şehirlere yolculuk etmeye başladım. Mesela Gaziantep’e giderken, Adana’ya giderken oradaki dernek üyeleriyle henüz tanışmamıştım. Bu şehirlerle ilgili olarak da hiçbir şey bilmez durumdaydım. Önce yine biraz sosyal medyanın yardımıyla gideceğim şehirdeki dernek üyelerine mesajlar yazarak programların gerçekleşeceği mekânların konumlarına, buralara nasıl ulaşabileceğime, en yakın olarak nerede konaklamamın daha uygun olacağına dâir sorular soruyordum. Bu şekilde öncelikle telefonda tanışmış oluyorduk. Sonra gidince bir bakarım ki gelip beni otogarda karşılamışlar, evlerinde yemekler hazırlamışlar ve beni götürüp sofralarına oturtmuşlar bile…

Bir tek beni mi? Hayır, tüm misafirleri… Şehir dışından gelen misafirleri birer ikişer paylaşarak evlerinde ağırlayan, onlara “kendi evinde” olduğunu hissettiren öyle güzel insanlarla birlikte oldum ki… Programlar için şehir dışından gelenleri, bazen -benim gibi- hayatlarında ilk kez görecekleri ve yeni tanışacakları bu misafirlerini Allah’ın emâneti bilerek, en güzel şekilde ağırlamak için can atan insanlarla birlikte olmanın mutluluğunu yaşadım.

Bu güzel ahlâkın kaynağı, Sâmiha Ayverdi’nin TÜRKKAD’ı bugün 50. yılını kutluyor. Bugün hep birlikte koca bir âile olma şuuruna ve hissiyatına sâhipsek buna TÜRKKAD’ın kuruluşundaki o ulvî mayanın bizi de mayalamasıyla sahip olabiliyoruz. Tekkeler, dergâhlar sırlandığı zaman onların ahlâkını devam ettiren vakıf ve dernekler ile bugün değerlerimizi, âile olma, millet olma idrâkini, birlik olma, bir olma hissini yaşayabiliyor ve yaşatabiliyoruz. İyi ki varlar! Onlarla birlikte güven var, sevgi var, hürmet var, edep var. Onlar bence sadece dernek üyesi değil, benim dergâh kardeşlerim. Ne zaman bu yolda yeni biriyle tanışsam hiç yabancılık çekmemişimdir. Sanki birbirimizi kırk yıldır tanıyormuş gibi oluruz, huzurlu oluruz, huzurda oluruz. İşte böylece benim kocaman bir âilem ve her şehirde bir evim var…

Editörden (Nisan 2016)

Merhabalar efendim,

Her Nefes’in târihî bir sayısına daha hoşgeldiniz. “Târihî” diyorum, bunu çok iddialı bulan dostlara da Nisan 2106 konumuzun “Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin Açılışı” olduğunu söylemek istiyorum. Gerçekten bu, târihî bir sayı…

Her Nefes ekibinden bu açılışa katılmak için Japonya’ya gidenlerimize ve cismen olmasa da mânen bu açılışı canlı olarak izleyen dostlarımıza hissettiklerini ve düşüncelerini sorduk. İstedik ki, hep beraber bu zamanı, bu açılışı, bu târihî oluşumu ve yaşadıklarımızı paylaşalım. Çok güzel ve çok etkileyici bir sayı oldu. Konu bu kadar özel ve önemli olunca yazılar da, hisler de, düşünceler de bir o kadar etkileyici ve çarpıcı oldu.

Bizler bu lûtfa nâil olmanın şükrünü bilmeye çalışırken, siz dostlarımızı da buna ekleyelim, dahil edelim, hemhâl olalım istedik. İnşaallah eksik ve kusurlu anlatımımıza rağmen, bu târihî anları siz dostlarımızla hakkıyla paylaşabiliriz. Sözü kısa keseyim ve sizi Japonların bahar bayramı olarak kabul ettiği, doğanın uyanmasını simgeleyen “Sakura” adını verdikleri kiraz çiçeklerinin açılma zamanına denk gelen, gönül çiçeklerinin açıldığı, dostlukların perçinlendiği, tarihin yazıldığı ve inşaallah İslâm tasavvufunun dünyanın dört bir köşesine yayıldığı, ruhumuzun bahar bayramına dâvet edelim. Nisan 2016 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Nisan 2016)

Bir mes’ele hakkında iyi ve fena diye mukayese yapılması üzerine:

– “Fena yoktur. Fenalık denen şey, iyiliğin bir derecesidir. Fena da iyidir. Niçin iyidir? İyiliğin kıymeti onunla meydana çıktığı için.

    Dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Bir kimse için fena olan, diğer biri için iyidir.

Dünyâdaki bütün sedalar, Türk, Arap, Acem, Kürt, İtalyan, İngiliz, Çin, Japon, eşek, köpek, arslan, kurt, ağustos böceği, yılan seslerinin hepsi do’dan si’ye kadar olan yedi notanın içindedir.  (…) bütün sesler de bu yedi notanın muhtelif tarzda sıralanmasından ibarettir.

Böyle olmakla beraber, sizin pek hoşlandığınız alaturka bir parçadan bir Avrupalı hazzetmeyebilir. Onun da hoşlandığından siz zevk almayabilirsiniz. Ama hoşlandığınız da hoşlanmadığınız da hep aynı notaların evrilip çevrilmesinden ibaret. O halde bunları nasıl beğenmez de fenadır, dersiniz? Binâenaleyh hiçbirini ayırt edip hor görmemeli. Hepsini hürmetle dinlemeli ye seyreylemelisiniz. Hiç değilse zevk alanların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk almak mes’elesi başka!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 353)

*****

Sokrat der ki: İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. Meselâ hesapta bir veya iki meçhullü bir mes’eleyi halletmek için mutlak evvelce bâzı bilinen şeyler konmuş olmak lâzımdır. Cebirde de meçhullü muadele halletmek için evvelâ bâzı malûm şeyler konmalıdır. Onun için ilmin başlangıcı cehil olamaz, demiş. Fakat bu beyânını şerhetmemiştir. Eflâtun da der ki: “Bilmek demek, evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir.” O halde insanın dünyâya geldiği vakitte aradığı nedir? İlimdir. O ilmi bilecek, ondan sonra hayıra kavuşacak ve hayıra kavuştuğu vakitte de onu icra edecektir. İşte o vakit ilim, ameli meydana getirmiş olur.

Bunun için lâzım olan, evvelâ diyalektik mertebeleri geçmektir. Birinci mertebede ruhu ayıplardan, fenalıklardan temizlemek lâzım gelir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilemedikçe hayıra kavuşulamaz.

Yine der ki: Kâinatı ibda eden mîmar, bu tabiatı kendine benzetmiş ve öyle tasvir ve tanzim eylemiştir. Binâenaleyh tabiat, yaratılmış değildir. O, evvelce de mevcut idi. Hazret-i Muhiddîn’in buyurduğu gibi bu imkân âlemi içinde bundan daha güzeli yoktur.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 364)

*****

Fener Rum Lisesi Müdürü’nün bir müddetten beri hasta olduğu söyleniyordu. Nihayet Balıklı Rum Hastahânesi’ne yattığını duymuştuk:

– “Bu gün müdürü ziyarete gittim. Beni görünce hem hayret hem de memnuniyet içinde: Ah efendim, buraya kadar niçin geldiniz, sizi bu ziyarete sevkeden sebep nedir? diye hem sevindi hem de hastahâneye kadar gelmiş olmama taaccüp etti.

Esasen evde de hastayı yoklamaya gideceğimi söylediğim zaman itiraz edenler olmuş: Mübarek kandil günü bu ziyarete ne lüzum var? demişlerdi.

Hastaya cevaben: Beni buraya sevkeden insaniyet duygusudur, dedim. Öyle ya… Bir kalbi memnun etmek gibi güzel şey var mıdır? Nasıl ki kalp kırmak kadar da fena şey yoktur. Hıristiyan olsun, müslüman olsun, her insanın bir kalbi vardır ve kalpten de Allah’a giden bir yol vardır. Şu halde ben o vazifeyi Hakk’a karşı yaptım; oraya gitmekle Hakk’ı tazim etmiş oldum.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 369)

 

“Tek Dileğim, Dinin Hakikatini Hep Birlikte Dünyaya Yaymamız…”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

Kyoto Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin yapıldığı gün, törenin hemen ardından Cemâlnur Sargut Hocamızla bir röportaj yaptık ve kendisinin açılış gününe dair intibâlarını alırken geleceğe dönük planlarını ve düşüncelerini de sorduk.

 

Kıymetli hocam, bugünü nasıl anlatmak istersiniz?

Yani anlatılır gibi bir gün değil… Gerçekten hep Hazret-i Hatîce’yi düşündüm bugün. Önceden yollanmış, “erken gelen” adını vermiş Allah’ım ona. Peygamber’e hazırlamış onu. Allah nasıl bir hazırlık yapıyorsa Kyoto Üniversitesi’ni Ken’ân Rifâî Kürsüsü için hazırlamış. Türkçe bilen hocalar, Müslümanlar, tasavvuf ehli ve geleceğin lisanının Türkçe olacağını burada bir kere daha anlamış bulunuyoruz. Tasavvuf lisanı Türkçe olacak buna inanıyoruz ve iman ediyoruz. Çok güzel hocalarla çalışma fırsatını bulduk. Bu mucizeye tanık olmanın zevkini yaşıyoruz. İnşaallah bir dahaki adım Kore’de olur ve ben misyonumu tamamlarım. Allah’ın lûtfudur bana İslâm’a hizmet etme fırsatını vermesi. Japonya çok doğru bir yer. Çok güzel inanç, çok güzel bir iman, gerçek Müslümanlığı yaşıyor gibiler ya sadece adlarının Müslüman olduğunun farkında değiller. Maddede Allah’ı görme zevkini yaşıyorlar. Allah gerçek İslâm’ı önce bizim ülkelerimize sonra buraya nasip etsin. Çin’i, Amerika’yı ve burayı Ken’ân Rifâî’nin mübârek mânâsında Müslüman görmeyi Allah bizlere nasip etsin inşaallah.

 

Hocam gerçekten buradaki ekibi daha önceki çalışmalarımıza çok yakın, daha önceki çalışmalarımızla işbirliği yapmaya çok istekli gördük. Hem enstitü hem Amerika hem de Çin konusunda.

Evet.

 

Burada ilk adım sizce ne olabilir, neler olabilir?

Bugün açılış sırasınca ben de bunları düşündüm ve bir kere mutlaka çok sık bir şekilde birlikte çalışmalar ve organizasyonlar yapmalıyız. Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin “Dinle” başlığıyla İngilizceye tercüme edilen Mesnevî şerhinin acil şekilde Japoncaya tercümesini sağlamak zorundayız. Aynı zamanda “Sohbetler” kitabının Japoncaya tercümesini sağlamak zorundayız. Bu şekilde İslâm’ın hakikî mutasavvıflar tarafından nasıl yaşanıldığını ve öğretildiğini burada yaymalıyız. Çünkü buranın inancıyla hocamın anlattığı İslâm anlayışı gerçekten çok uyuyor -ki bu Peygamber’in anlattığı İslâm’dır, hiç fark yok. Ahlâk-ı Muhammedîyi onların dilinden anlatmalıyız insanlara. Bunun çok önemli olduğuna ben inanıyorum. Aynı zamanda önümüzdeki sene yapılacak olan ve bütün Türkî cumhuriyetlerini de kaplayan ve Kuzey Afrika’yı kaplayan -çok büyük bir tevâfuk, buradaki çalışmaların da Kuzey Afrika üzerine olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz- bu İslâm anlayışının sempozyumunun da birlikte yapılmasını ve buranın da oraya katkıda bulunmasını sağlamak lâzım. Böylece birlikte çalışmanın zevkini yaşamak lâzım. Bir an önce Üsküdar Üniversitesi ile öğrenci mübâdelesine geçmek lâzım. Böylece daha çok Türkçe bilen, daha çok tasavvufu anlayan, yaşayan öğrenci adedini arttırmak lâzım. Buraya, Japonya’ya biz öğrenci yollayabiliriz. Japonca öğrenmelerini sağlayıp burada İslâm’ı anlatmalarını, yaşayan Müslümanların, mutasavvıfların İslâm’ı anlatmalarını sağlayabiliriz. Yani ben her seferinde “Ben misyonumu tamamladım.” derken bakıyorum ki yapacak çok iş var onları görüyorum.

 

Önümüzdeki dönem galiba “Osmanlı’da Tasavvuf” diye çok spesifik bir ders açılacakmış meselâ burada.

Evet bu çok önemli bir şey yani çok önemli bir şey. Onun için bir an önce Japonca bilen hocalarımız olmalı ve Türkçeyi burada çok daha geliştirmeliyiz. Sadece İbn-i Arabî Hazretleri’ni değil, ki o çok büyük bir sultan ve çok önemli İslâm açısından ama Mevlânâ’nın doktrinleri, fikirleri, anlayışının da, Mesnevî’nin burada yaygınlaşmasını sağlamak lâzım. Böylece o hoşgörü sistemini tam oturtmak lâzım. İslâm’ın hoşgörü anlayışını Mevlânâ’nın dilinden buraya oturtmak lâzım. Bunun için de Mevlânâ âilesiyle görüşüp daha sıkı çalışmalara girmeyi düşünüyorum Allah nasip ederse çok iş var…

 

Yani öyle anlaşılıyor ki sözlerinizden, Japonya çok birleştirici ve çok kavrayıcı bir tohum gibi olacak galiba. Şimdiye kadar olan çalışmaların etkilerini de biraraya mı getirecek?

 

Evet çünkü meselâ Çin’de Çinlileri daha Müslümanlıkla hiç tanışmamış görmüştük. Lisan bilmiyorlardı, Arapça bilmiyorlardı, Kur’an bilmiyorlardı, zorla anlamaya çalışıyorlardı. Onlara bir ufuk açıldı orada ve Müslümanlıkla tanışmaya başladılar. Ve dört sene sonra yaptığımız sempozyumda o aşkı gördük onlarda. Fakat orada çok daha, daha baştan başlamıştık. Burada hazır bir topluluk var. Bir kere Çin’e nazaran daha yumuşak, daha aşk dolu, -tabiî idâresinin de verdiği rahatlıkla- daha tasavvufa yatkın bir topluluk gördük. Bu yüzden burası daha müsait gibi geliyor. En azından daha üst bir seviyeden başlama imkânı bulabileceğiz. Türkçe bilmeleri de çok önemli tabiî. Bu bakımdan çalışmalarımızın daha kuvvetli olacağına iman ediyorum ben.

 

Hocam sizin en önemli amaçlarınızdan birisi, gerçekten bütün dünya bir şekilde Arapça biliyor, bir şekilde Farsça biliyor ama Türkçenin bilinmesi bizim açımızdan çok önemli çünkü Türkçe kaynakların çalışılmasını çok istiyoruz.

Evet.

 

Türkiye’de bu kısmen yapılıyor, mutlaka yapılıyor ama bunların İngilizce makaleler hâline getirilmesi kısmı oldukça yavaş. Hâlbuki burada hazır Türkçe bilen bir ekip var ve bunlar çalıştıkları makaleleri önce İngilizceye çevirecekler. Yani bu sürecin birleşmesi ve hızlanması açısından Japonya’nın nasıl bir rolü olacak?

Çok büyük bir rolü olacağına ben iman ediyorum. Biz mesela Çin’de ve Amerika’da Türkçeyi şartlarımız arasına koymuştuk, öğretilmesini, böyle bir eğitim yapılmasını en azından projelendirmiş ve bir vizyon hâline getirmiştik. Fakat burada ciddi olarak bu çalışmayı görüyoruz ve Japonya’nın çalışmaları Batıya da farklı bir bakış getirecektir İslâm çalışması Japonya’nın ve Türkçe İslâm çalışması. Türkçe’ye bakış da değişecektir, İslâm’a bakış da farklı bir mânâ taşıyacaktır. Bu yüzden çok önemli diye düşünüyorum.

(…)

Eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam?

Tabiî ki bir de Kore’de istiyorum inşallah. Allah bana nasip ederse… Hiçbiri benim özel çalışmam değil. Hepsi Allah’ın bana lûtfu, tenezzülü diye düşünüyorum. Kore’yi de lûtfederse çok büyük bir lûtuf olacak gene de bana. Bu bakış açısından Hocamın mübârek isminin, o akıl almaz vizyonunun her yere yayılmasını diliyorum. Ve onun ismi altındaki gerçek İslâm’ın insanlar arasındaki birliği, beraberliği, ülkeler arasındaki diyaloğu, sevgi bağını arttırmasını diliyorum. Ve inşaallah bir gün -ben bilmiyorum görebilir miyim- ama siz Avrupa’daki üniversitelerde de bu zevki yaşarsınız diye düşünüyorum.

 

Hocam, buraya bu çalışma için gelen herkes mutlaka ne olacağını biliyordu ama gerçek anlamda da ne olacağını bilmiyordu. Tören esnasında herkesin intibâını, tepkilerini izlemeye çalıştık ve şaşkınlık ve hayranlık içerisinde gördük. Siz nasıl değerlendirdiniz?
En çok beni ilgilendiren tabiî tasavvuf profesörü arkadaşlarım oldu. Onların mutluluğunu gördüm. Hakikaten onların da şaşırdığını gördüm. Yani ne kadar bekleseler, Çin çok büyük bir ön örnek olmuştu onlara, ne kadar akademik bir çalışma olduğunu görmeleri açısından. Fakat burası gerçekten vurucu oldu. Dilerim ki Kore de öyle olur ve bu grup bana destek olur. Her zamanki gibi ve birlikte yapılır. Çünkü birlikte olan şeyler güzel yürüyor. Ben sizin şahsınızda çok sevgili iki dostuma, William Chittick’e ve Sachiko Murata’ya özel teşekkür etmek istiyorum bana açtıkları muazzam yol için, her zaman arkamda oldukları için. Mahmut Erol Bey’e teşekkür ediyorum büyük destekleri için ve yanımda olduğu için. Osman Nuri Hocama, Ahmet Hocama teşekkürler ediyorum. Ve diliyorum ki bütün ilâhiyat câmiâsı bir araya geliriz, önyargılarımızı bir tarafa bırakırız ve dinin hakîkatini dünyaya yayarız. Tek dileğim bu. Tek bilmeleri gereken şey; ben bir lider değilim, ben bu işin hizmetçisiyim.

Japonya’da Bir Selâmet Kapısı

Dünyanın öbür ucuna, Japonya’ya doğru uçuyoruz.

Uçakta yanımda oturan genç adamın Suriyeli olduğunu öğreniyorum. Yarım yamalak anlaşıyoruz. Birkaç arkadaşıyla birlikte Osaka’ya, kendi memleketlerinden bir arkadaşlarının yanına gitmekte olduklarını söylüyor. Hepsi de otomobil tamircisiymiş. Japonya’da çalışma imkânı bulabileceklerini düşünüyor.

Halep’ten ve Şam’dan bahsediyoruz. Neredeyse tamamen yıkılan şehirler… İslâm coğrafyasının bu en kadim bölgesi, birkaç senedir inim inim inliyor. Üstelik kendisini İslâm kelimesi ile tavsif eden kişilerin, grupların ve yönetimin zulmü altında… “İslâm” -kelime anlamı selâmet ve barış demek olduğu hâlde- bugün tüm dünyada maalesef terör, şiddet ve savaşlar ile birlikte anılıyor. Tarihin böyle bir döneminde, Japonya’ya doğru yoldayız.

İslâm’ın hakikatini tanımak için tasavvufu bilmek ve yaşamak elzem… Terör ve savaşlarla mücâdelede tasavvufun ve muhakkak ki İslâm’ın merkezini oluşturan tevhid fikri en etkili araç olsa gerek. Bu maksatla kurulmuş olan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış törenine gidiyoruz.

***

Japonya’da, bizi isimlerinin anlamının selâmet ve barış olduğunu öğrendiğimiz “Yasushi”ler bekliyor: Yasushi Kosugi, Kyoto Üniversitesi’nin Asya ve Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi’nin, yani ASAFAS’ın dekanı. Yasushi Tonaga, ASAFAS çatısı altında kurulan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin müdürü. Yasushi İmamatsu da yine ASAFAS’ta görevli bir öğretim üyesi. Hepsi de İslâm’ın bir barış dini olduğunu anlatmak üzere çalışmalar yapıyor; bu konuda önemli bir misyon yüklenmişler. Genç bir ekipleri var: Bu gençler Türkçe biliyorlar, Türkiye’de bulunmuşlar ve Türk-Osmanlı tasavvufuna dair çalışmalar yapmak için programlarını şimdiden oluşturmuşlar.

Dünyanın öbür ucunda olduğumuza inanmak zor!

***

Açılış töreni için bulunduğumuz Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, aslında 2015 senesinin Kasım ayında çalışmaya başlamış. Biz ise bugün bu açılışın tebriki için buradayız.

Biz kim miyiz?

Yeni açılan bu merkezin fikrî ve mânevî annesi, merkezin kurulması için kurumsal girişimi başlatan Kerim Vakfı’nın kurucu üyesi, yine bu inisiyatifte rol alan Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi’nin başkanı, hocası Kenan Rifâî’nin vizyonunu hayata geçirmek için bütün ruhunu ve cismini hizmete koşmuş bulunan Cemâlnur Sargut… TÜRKKAD Genel Başkanı Emine Bağlı… Türkiye’deki çeşitli üniversitelerde tasavvuf disiplininin öğretimini yapan gönül dostları hocalarımız Mahmut Erol Kılıç, Osman Nuri Küçük ve Ahmet Murat Özel… Bu önemli olayı haberleştirerek kamuoyunu aydınlatmak için gruba dahil olan gazeteciler Balçiçek İlter, Sonat Bahar ve Ayşe Olgun… ABD‘deki North Carolina Üniversitesi ile Çin’deki Pekin Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsülerinin açılışının ardından bu sefer de Japonya’da yapılacak bir açılışa, bir fethe şâhitlik etmek üzere orada bulunan biz tâlipler…

Şunu belirtmek gerekiyor ki, Ken’an Rifâî ismi ile şereflenen bu üç üniversite de dünyanın en iyi üniversiteleri konumunda. Ekonomik ve kültürel olarak dünya devleri arasında sayılan üç ülkenin üç seçkin üniversitesine yabancı bir ülkeden gelen ve kürsü ya da merkez kurulmasıyla sonuçlanması hedeflenen akademik tekliflerin birçok bürokratik zorluğa mârûz kalacağını ve bu işin tamamlanmasının en azından zamana mâl olacağını öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. Bizler altı sene içinde bu türlü üç akademik girişimin başarıyla sonuçlandığına şâhit olmuş şanslılarız. Tabii bir de Üsküdar Üniversitesi bünyesinden kurulmuş olan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü var ki, ülkemizde tasavvuf eğitimi adına çok ama çok önemli bir girişim…

***

6 Mart 2016… Kyoto Üniversitesi’nde açılış töreninin yapıldığı salondaki konuşmalar, üniversitenin farklı birimlerinin bu merkezi ne derecede sahiplendiğini de gösteriyor bize. Bütün bir üniversite, merkezi âdeta kucaklıyor! Türkiye’nin Tokyo büyükelçisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen törende…

Tam olarak hakikatiyle anlatması zor bir hâdise… Allah’tan teknolojinin bize birçok imkân sunduğu bir devir yaşıyoruz. Bu vesileyle belirtelim ki Kyoto’ya gelememiş olan dostlardan açılış törenindeki atmosferi görmek isteyenler, Kerim Vakfı’nın internet sayfasına müracaat edebilirler. Açılış töreninin ve yetkili isimlerle yapılan röportajların videoları bu sayfada bulunuyor. Ayrıca imzalanan protokol ile basında çıkan haberlere ulaşmak da mümkün…

***

Tarihin kaydettiği bu açılıştan şahsımıza düşen hisse nedir dersek, insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş bu birimlerin zeminini oluşturan ahlâkî dönüşüm ve insâniyet eğitimi nüvelerini bir an evvel kendi nefsimize ekmek ve değişimi kendimizden başlatmak için harekete geçmektir. Kendi gönüllerimizi üst düzeyde bir eğitimi almaya hazır hâle getirecek bir enginliğe kavuşturmaktır. Hz. Ken’an Rifâî’nin “Tasavvuf bir gün akademilerde öğretilecektir.” düsturunun ferdî planda bize vaadettiği açılım bu olsa gerek vesselâm…