İzâfiyet
İstanbul’dan Samsun’a gidiyorsun. -Memleketim diye söylemiyorum, güzel şehirdir. Kıyak geçtim, adını andım.- Otobüstesin. Cam kenarına güzel bir koltuk ayırtmışsan bir de, deme keyfine. Etrafı izliyorsun. Oturarak. Kımıldamadan. Fakat ne çabuk geçiyor gördüklerin, film şeridi gibi âdetâ. Bir gördüğüne bir daha bakman mümkün değil. Hızın otobüsle aynı da ondan. Hiçbir emek sarfetmeden, bir koltuk parasıyla ne hızdasın. Halbuki aynı koltuğu alıp vâsıtanın dışına koysak, gene aynı pozisyonda görüş açın ne kadar da değişecek. Bulunduğun yere, bulunduğun açıya göre görüşün, hızın, algılayışın ne kadar da değişiyor. Çok keskin.
Gökyüzüne bak meselâ. “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun?” âyetlerine mazhar olan gökyüzüne.
Binlerce ışık yılı mesâfedeki yıldızları düşün. Bakıyoruz, bakıyoruz da görüyor muyuz gerçekten? O görüntü bize kaç senede ulaşıyor? Fizikçi değilim, hesap işlerine de hiç alışamadım. Bilmiyorum tam kaç sene geçer, değişir… Bildiğim, gördüğüm o yıldız belki şu anda yok. Yok olanı görüyorum belki de. Rabbin âyetlerindeki inceliklere bak. Zıtlarla varsa her oluş, yok olanı görüyorsam, Allah’ın yaratıp koyduğu, insanın “icad ettiği” değil, “keşfettiği” fizik ilmiyle de sâbitse bu, var olarak gördüğüm, neden aslında yok olmasın?
Neden mi bahsediyorum? Senden meselâ. Sen var mısın gerçekten? Sen neyin yansımasısın bana? Bana sen ne gösteriyorsun? Destûr! Sen değil, sendeki sen bana ne gösteriyor? Sendeki senden ya bende de varsa? Destûr! Bendeki sen, sendeki sen, bendeki ben, sendeki ben…Hepsi aynı ise, biz ne görüyoruz? Biz kimiz? Var mıyız? Büyükler, ölüm için “bir odadan başka bir odaya geçmektir” demişler. Otobüs mevzûmuzla bir âlâkası var mıdır bilemem lâkin soru sorabilirim. “Durduğu yerle bir irtibat neden olmasın?” derim. Odaya transfer olan, ya bizi görüyorsa? Ya odada kendi “yansımasını” hoş bir sadâ olarak seyrediyorsa? Yâ Rab, ne dehşet! Ne kadar büyük bir sır! Gözlerim doldu desem, inanır mısın demem. İnan!
***
Mayıs’ın son haftasonu bir rüyâ gibiydi. Rüyâ gibiydi diyorum, kurtuluş gibi mi demeliydim bilmiyorum, insanın kapitalist düzenin kendine dayattığı her oluştan kaçıp kendine dönüşü bir kurtuluş çünkü. Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun düzenlendiği Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nu dolduran nice yürekler aynı şeyi hissetmiştir; buna inanıyorum. Hz. Ken’an’a (k.s.) adanmış üç gün ne kadar da çabuk geçiverdi. Dünyanın dört bir yanından gelen dâvetlilerin tebliğleriyle muhabbet bulan salonda, her meşrepten muhabbet gönüllülerinin olması da Kendilerinin birleştiriciliğinin tecellisi olsa gerek. Bu büyük hazreti anlatmak bana düşmez, nasipliler nasipleri kadar aldılar vesselâm.
Her sır bir gün ifşâ olur. Perdeler bir gün iner, herkes bilmeye yüz tutar. Bugün böyle diye, öteki gün aynı olmakla mükellef değildir. Her ayrı gün, ayrı saat, ayrı saniye ayrı bir şanla dirilir, varolur. Dergâh-ı Şerîf’in de maketinin sırrı bir gün âşikâr olur.
Otobüs koltuğunu hatırlatsam anlar mısın? Koltuk aynı koltuktu da muhabbet otobüsten daha hızlıydı sanki. Bu fasıl bu kadar.
***
İnsan birini görmeden sevebilir mi? Görmek bu fânî gözlerle mi oluyor? Yoksa batı medeniyetinde karşılığı olmayan gönülün semâhanesinden mi görüyoruz? Peki gönülde raks eden kim? Biz neye şehâdet ediyoruz? “Şâhitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şâhitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O’nun elçisidir” nasıl diyebiliyoruz? Hz. Peygamber’i görmeden nasıl peygamberliğine şâhitlik ediyoruz? Şâhitliği burada yapmamız, zaten daha önceden verilmiş bir ahdin taksidi mi yoksa? Nasibi olanlar verdikleri sözü hatırlayıp mı şâhitlik ediyor yoksa? Nâçizâne sadece soru sorabiliyorum. Cevapları bende değil, sende de değil. Sana sordurtan, elbet bir gün cevabını da âşikâr eder.
Allah bizi şâhit olanlardan, şâhit olduktan sonra da şehit olanlardan eylesin.
***
Şimdi senin görevin bu fasıllarla alâkayı kurmak. Otobüsü düşün.
Var ile yok arasında ince bir çizgi falan yok.
Her şey durduğun yerle alâkalı.
Baktığın ve gördüğün bir değil.
Zaten bakmakla görmek bir değil.
Sen, ben, o, O’nsuz var değil.
O varsa, ki var.
Sen var değil.
Selâm ve muhabbet ile…
Mehmet Can Taşçı
Son Yazıları: Mehmet Can Taşçı (Profiline git)
- “Sen de Bana Duâ Et!” - 21 Mart 2016
- En Büyük Mürşid - 13 Aralık 2015
- Tanık Ol! - 25 Kasım 2015
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!