Mayıs, ayların şâhıdır.
Mayıs sonu ise, mevsimler arasında şanlı bir yeri olan yazın, elinde güneşin ve günün sancağıyla istiklâlini ilân ettiği dönemdir. Hz. Fâtih’in İstanbul’u fethinin de bu döneme denk düşmesi bu bakımdan mânidardır. Bizler için her vakit mühim olan bu zaman diliminin bu yılın nasibine düşen bölümünde, bir gönüller fâtihinin mânevî dünyası içine dâvet edildik. Bu dâvet, beynelmileldi, cihanşümuldü, genişti, herkes içindi…
Çünkü o fâtih, devrin sâhibiydi… Devrin sâhibi de kimseyi ayırmaz, kollarını herkes için açardı.
Kenan Rifâî Hazretleri, zâhiren geçen asırda yaşayanların teneffüs ettikleri havaya gül kokuları saçmış, aslen her devrin misk kaynağı, Hakikat-i Muhammedî’nin tam vârisi, iki kutuplu yeryüzünün tevhid sancağı, dudaklarının arasından dökülen hikmet hikmet-i Hüdâ, lisanla ifade edilmesi güç ancak nice lisanlara vâkıf…
“Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu, önce nefsinin sonra İstanbul’un fâtihi olan Fâtih Sultan Mehmed’in fetih alanının merkezinde bulunan, nebevî nur sâhibi Merkez Sultan’ın yenilenen makamının ziyaret edilmesinin ardından Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki ney sesiyle açılıyor. Ney ki bu sefer o “dinle” diyor… Neyin “dinle” telkiniyle Kenan Rifâî’nin cemâlinden taşan rûhâniyetle mest olmuş olarak sempozyum filmindeki sözleri dinliyoruz:
“Ben, ilâhî iklimde öyle bir feleğim ki, eteğimde binlerce ay tutarım. Güzelimin hayâli canıma mûnis olalı öyle bir güneşe sâhip oldum ki gurûb etmez ve feleğindeki aylar gözden kaybolmaz. Ben onun aşkından tutuşturulmuş bir şûleyim. Gelin, cisimlerimizi bana yakîn ediniz, kalplerinizi benim bu yanan nefeslerimden tutuşturunuz! Ben o ateşim ki, ateş de benim yanışımdan şikâyetçi ve feryâd edicidir.
Ben o sarhoşluğum ki bütün bâdeler onun tesirinden yanar, parlar. Sarhoşluk da o sekirden, o perişanlıktan mesttir.
Ölüm nedir bilir misin? Ölüm, bu ateşin aşk kadehine el sürmemektir.
Benim canımın nehrinde ebediyet şarabı kaynar. Geliniz, canınızın dudaklarını benim vücûduma yakîn ediniz. Ben aşk kıyâmetgâhının İsrâfil’iyim; benim nefesim, kalbe hayat verir. Ben güzel yüzün esiri değilim, belki bütün güzeller benim sevdiğimin bir şûlesidir; ben o şûleye hayranım. Yoksa benim dedem put kırıcıdır!
Ben gizli ve aşikâr deliyim; onun içindir ki belki sesime bir mahrem bulayım da, ona aşk ateşiyle şûledâr olduğumu göstereyim ve ayrılık acısını anlatayım… Benim bu ateş saçan inleyişim, nâlem onun içindir ki, bu sedâmda gizli olan hakîkat ve sır, bana ademden midir, yoksa vücuttan mıdır? Benim yanışım, gönlümde bu müşkülü hâl içindir. Benim rûhum için yüz sene ile bir saat arasında fark yoktur, zamanın uzunluğu kısalığı birdir. Çünkü sene, ay ve gün feleğin dönmesine, zemindekilere göredir. Biz mânâ âlemine ve yârin mâneviyâtına varmışız, can âlemine göre bir sene bir an; ve o bir an içinde bin sene gizlidir.
Ben aşkın celâl denizine gark olup bildiğimi bu aşk âleminde mahvederek hayran oldum. Bu feryat ve inleyiş, işte o tahayyürdür. Ben o hayretimden şikâyet ve şikâyeti de gene kendime yâr eder, yanıp yakılırım.. Cemâl sabahının seheri doğduğunda her an bir türlü sesle ve bir türlü esrarla bülbül gibi nâlân olurum. Bazen vuslat denizine batar, dünyâ ve ahreti unuturum. Bazen hasret ve firak ateşi ile yanarım. Benim derdim ne dilin lisânına, ne kalbin lisânına ne de hâl lisânının imâ ve işâretine gelir.. Belki ben hâlimden taşan mânâda gizliyim..
Ben, bu âlemi araştırıp aşk ağını atarım, belki bu âteşîn kavalın nefesine mahrem bir yar bulurum ümidiyle.. Benim mahrem ve sırdaşıma, benim canımın dudakları nefes verir ve kâh nâle kavala, kâh kamış inleyişe nefes verir.
Aşk, hep sînesi yanıkları ihtiyar eder ve der ki, aşk yolu kanlı yoldur. Sevgilinin gözlerinin bahâsı kandır. Bende o aşkın tabiatı var. Ben iştiyak derdiyle yarılmış, ayrılık hasretiyle parçalanmış dert dolu bir sîne ararım ki ona aşkın kanlı yolundan bahsedeyim, onunla eş ve dost olayım.”
Kenan Rifâî ile aynîleşmiş bir kalemden Hz. Kenan dilinde dökülen bu kelimelerin ardına yerleştirilmiş, delici bir nazarla özdeş, derin tesirli keskin bir kemençe sesi gönlümüzü gizli gizli kanatıyor:
Bir nokta idim kıldı beni kāmet-i Tûbâ
Giydirdi elifden beni tâ yâ’ye o Mevlâ
A’yanda iken gizlice bir gevher-i yektâ
Rabbim beni kıldı ulu bir Kâbe-i ulyâ
Kürsüde bir sancak, hocasının gayesi ve vizyonu ile dalgalanıyor ve haykırıyor:
“İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.”
Bu dalgalanışı tâkip edecek tek şey, semânın neş’esi olabilir… Aşk ile safâlar sürülüp zinde olunacak zamandır şimdi!
*****
Mevlevîhânede açılışı yapılan sempozyum, sonraki iki gün boyunca Cemâl Reşit Rey Konser Salonu’nda devam ediyor. Uluslararası nitelikteki bu birleşim, otoriteleri dünyada ittifakla kabul edilen tasavvuf profesörleri ile Kenan Rifâî’nin gönül dostlarını biraraya getiriyor.
Sahnede siyâhî bir nuru yansıtan dekor, “Rahmet Kapısı”nı temsil ediyor. Konuşmacılar, bu kapının önünde kendi dillerinde hürmetlerini arz ediyorlar.
Kapının iki kanadı, meşhur Nur âyetini hatırlatıyor… Hem doğuya hem batıya açılan bu kanatlar, ne doğuya ne batıya nisbet edilen mübârek zeytin ağacından tutuşturulan, nur üstüne nur olan o kandili sahnede âdetâ âşikâr ediyor.
O kandilin altında nurlanıyoruz…
Açılış günü zikredilen düsturu hatırlıyoruz. Şimdi bizleri zaman kaydından kurtaran bir imanın zerk edildiği bir aşk iklimindeyiz. Kayıtların en sıkısından kurtulmuş olmak hasebiyle hürüz!
Bu rüyâ âlemi bâkî kalsın istiyoruz ancak şimdi hizmet vakti: Kendi gönüllerimizde bu aydınlığı dâim kılacak şekilde vaktin sâhibinin ilmini hâl etmek ve bu aşk ve irfan iksirini bütün dünyaya o sâhibin adı ile götürmek vakti…
Evet; o, vaktin sâhibi…
Ezel ve ebed, o sâhibin vakti…