“Affı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”(Âraf, 199)
Bu âyet indiği zaman Cebrâil, “Ya Muhammed, sana üstün ahlâkı getirdim” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) ”Üstün ahlâk nedir ey Cebrâil?” diye sordu. Cebrâil dedi ki: “Sana zulmedeni affetmen, sana vermeyene vermen, sana gelmeyene gitmen, sana bilmeden kusur edene aldırış etmemen, sana kötülük edene iyilik etmendir.” Allah’ın Resûlüne (s.a.s) bunları söyledi ki, ümmeti bunlara uysun.
Peygamber ve ashâbının ahlâkını en ideal biçimde yaşamak demek olan fütüvvet kavramı, Sülemî’ye göre fetâ kelimesinden gelir. Türkçe karşılığı yiğit ve delikanlı olan fetâ, aslında kâmil insanı ifade eder.
Fütüvvetin nasıl bir hâl olduğunu, fetânın kim olduğunu belki en iyi İbn Arabî’nin şu şiiri özetliyor:
Fütüvvet bir hâl ki, sahibi öne çıkmaz.
İnsanların Rabbi’nin ve insanların nezdinde.
Fetâ, başkasını tercih etmeyi düstur edinendir…
Her neredeyse baş üstünde taşınır…
Arzular güçleriyle onu sarssa bile başkasını yeğler.
Çünkü o dirençlidir, tıpkı yalçın dağ gibi…
Sıkıntı ve şiddet anında hüzün ona hükmetmez,
Korku onu alıkoymaz güzel ahlâktan…
Onu tek başına putları kırarken seyret!
Yardımcısı yokken! Fetâ: Yumuşak-güçlü insan
Fütüvvet ahlâkının esâsı, Kur’an’da da geçen îsâr kavramıdır; başkalarını kendi nefsine tercih etmek demek olan îsâr, İslâm tarihindeki Hicret olayında, Cenâb-ı Hakk’ın, Ensarla ilgili şu âyet-i kerimede vasfettiği haldir:
“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur ve kurtulursa işte onlar felâh bulanlardır.” (Haşr, 9) (Şihâbuddîn Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf-Avârifü’l Meârif, Semerkand, İstanbul 2011, s. 318)
Hicret, îsârın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedakârlığın, ferâgatin ve diğergâmlığın en güzel örneğidir. Şekil ve sûret itibâriyle bir defa vâkî olmuş bir hâdise olmasına rağmen, mânâsı ve hakikatı itibâriyle her an yaşanan ve yaşatılan bir hâdisedir.
Hicretin hakikatini hocam Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Hicret Arapça’da ayrılmak, demektir. İç mânâsıyla ise nefsden rûha göçmek, kötü huyları terk ederek, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber’in hicreti, vakti gelene, bunun nasıl olması gerektiğini göstermek içindir. Yani Peygamber, Bekke (yani Kâbe) olan vücûdunda rûhunun hakîkatini ortaya çıkarmak üzere Medine’ye göçmüş ve Ensârın gönlüne tecellî ederek Yesrib’i şehir, yani hakîkî vücut haline getirmiş, medenî kılmıştır” (Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır Hz. Ahmed Muhammed Mustafa, Nefes Yayınevi, İstanbul 2011, s.261).
Başkalarını kendine tercih, ilk planda Allah’ın emrini nefsinin arzularına tercihle ortaya çıkar. Bu aşamanın en büyük örneği Hz. İbrahim’dir. “O”, diyor İbn Arabi, “Allah’ın birliğinin yücelmesini (tevhidi) kendi nefsinin çekeceği azaba tercih ederek, kendini ateşe attı. Bunun içindir ki Allah, Hz. İbrahim’i Kur’an’da fetâ olarak andı (Enbiyâ, 60).”
İbn Arabî’ye göre fütüvvet, mânâ yönünden (başkasını kendine tercih etmek anlamında) ilâhî bir niteliktir. Ama Allah’ın lâfzen böyle bir ismi yoktur. Şeriat böyle bir isim zikretmediği gibi akıl da Allah’ın kayıtsız anlamda âlemlerden müstağni olduğunu bildirir (tenzih). Şeriatın kanıtı “Allah âlemlerden müstağnidir” âyetidir.
Allah kayıtsız anlamda zengindir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu böyle bir zengin, sonradan âlemi yarattığında, ona muhtaç olduğu için yaratmaz. Allah, âlemi âlem için, ve varlığıyla kendi yalnızlığına tercih ederek yaratmıştır. Bu ise fütüvvetin ta kendisidir.
İbn Arabî, Hakk’ın fütüvvetini dile getiren bir âyet ve iki hadisten bahseder. Âyet şudur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler (beni bilsinler) diye yarattım’ (Araf 172). Ona göre buradaki fütüvvet şudur: “Allah insanları ve cinleri kendilerini varlıkla nimetlendirmek ve onları yokluk kötülüğünden çıkartmak için yaratmıştır. Bunun yanısıra Allah, onlara ilâhî isimlerle tahakkuk imkânı vermiş, onların içinden halîfeler seçmiştir.” (Nesefî). “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklananlar hilâfete müstahak olmuştur” der.
Bütün bunlar ise, kendilerini halîfe yaptığı her konuda onları yalnızlığına tercih etmesidir. Ardından başa kakmanın, nimete mazhar olan kimsede nimetlendirmeye zarar verdiğini (nimetin kıymetini düşürdüğünü) dikkate alarak ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım’ âyetiyle bu durumu onlar için gizlemiştir (setretmiştir). Böylelikle Allah, yaratıkları -kendileri için değil (yani bizim için değil)- kendisi için yarattığını dile getirmiştir.
İbn Arabî bunu “Minnetin örtülmesi nimetin açıklanması” olarak tanımlıyor ve Kur’an’ın “Bağışlarınızı başa kakmak ve ezâ ile mahvetmeyin.” (Bakara, 264) âyetiyle “Sizin düşündüğünüzün aksine, lûtuf ve ihsan eden Allah’tır” (Hucûrat, 17) âyetine dayandırıyor (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul 1999, s. 243).
Harakânî Hazretleri de Allah’ın bu büyük lûtfunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Allahü Teâlâ’nın bir avuç toprak ve sudan ibaret olan bir mahlûka bana yaptığı kadar iyilik yapacağını kat’iyen bilmezdim. Mustafa’dan sonra bu lûtuf bana geldi.” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257).
Hakk’ın fütüvvetiyle ilgili nebevî rivâyetten bahseden İbn Arabî, şöyle diyor: “Allah, Hz. Mûsâ’ya eşyayı bizim için, bizi de kendisi için yarattığını bildirmiş, sonra ‘Her şey O’nun hamdını tesbih eder’ âyetinde yaratılıştaki bu gayeyi gizlemiştir. Böylece herkes, yaratılışta bir başa kakma hissi almayalım diye Allah’ın bildirmesiyle O’nun övgüsünü yücelttiğini öğrenir.” Bu rivâyetteki fütüvvet, Hakk’ın bizi tek başına var olmasına tercih ederek yaratmış olmasıdır. “Her şey O’nu tesbih eder” âyetinde ise bir örtü vardır. Bu ifâde ise “Bana ibâdet etsinler” âyetiyle aynı kapsamdadır.
İkinci rivâyet ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’tan aktardığı şu kudsî hadistir: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ve onlara tanındım, onlar da beni bildi.” Buradaki fütüvvet Hakk’ın “bilinmeyi istemeyi” dile getirmesidir. Bu niteliğe sahip birisi, kendisi için zorunlu olan zenginliği örtmüştür.
Aslında var olmanın sebebi, Allah’ın bir lûtfudur çünkü varlık ve bilgi hâl dilleriyle Hak’tan zihinsel taksimdeki (ayân-ı sâbitedeki) kendi mertebelerinin kemâle ulaşmasını istemiştir. Allah da varlık ve bilginin kemâle ulaşması için kendisinden bir ihsan olarak o ikisini var etmiştir (Yani isimlere vücut vermiştir). Ama Allah bunu göz ardı ederek âlemin varlığını “bilinmek istemesi“ ile ilişkilendirmiştir.
Aynı zamanda bilinmek istemek, sevilen şeyin mertebesini kendi yalnızlığına tercih etmek demektir. Çünkü mutlak zenginlik sahibi ona ilgi duymuştur, sevmiştir (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c.7 s. 359-361). (Aynı mânâyı Hz. Mevlânâ, “Aşkı taşmıştır, tenezzül etmiştir” kelimeleri ile ifade eder. Hakk’ın buradaki fütüvvetini hocam Ken’an Rifâî, Mesnevî Şerhi’nde şöyle anlatmaktadır: “Eğer Allah isteseydi kendi gizli âleminde yine yalnızca ve bir define gibi saklı kalırdı. Onun adem denilen enginde kendi hayâlini halk edişi hem bizi yaratmak hem de bize büyük imkânlar vermek dileyen iyiliğinden ve güzelliğindendir (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65). Böylece, ilâhî tabiatındaki iyilik, güzellik ve varlık unsurları, bu gizli kalıştan kurtularak, bir yaratılış âleminde kendilerini göstermeye yöneldiler. Böyle bir zuhur ve tecellî o varlığı, o iyiliği bilhassa o güzelliği idrâke muktedir bir vâsıtaya ihtiyaç duydu.
İnsan, bu varlığı ve bu güzelliği idrak vazîfesiyle yaratıldı. Hâdise “İnnallahe teâlâ halâka âdeme alâ sûret’ir-Rahman” (Allah insanı Rahman sureti üzere yarattı) hükmünce oldu ve insan kendisini yaratanın isim ve sıfatlarıyla değerlendirilmiş olarak bu âlemde fânî bir vücûda büründü (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 51). Nasıl ki yarattığı âlemi bize göstermek için “şems”i yâni güneşi, ışığı ve gölgeyi yarattıysa, kendi büyük hakîkatini daha iyi bilip görmemiz için de kâmil insanları, velîleri, mürşitleri halk etti” (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65).
İbn Arabî şöyle demektedir: “Hak, güzel ahlâk konusunda, ki söz konusu olan fütüvvettir – kullarına böyle tenezzül ettiğine göre kulun bu nitelikle (fütüvvetle) ahlâklanması daha yerindedir. Hakk’ın bütün bunları yapmasının amacı, karşısında nasıl davranılması gerektiğini kullarına öğretmektir” (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c. 7 s. 359-361).
William Chittick ise “Allah’ın ahlâkı nedir diye sorulsa, buna ancak Allah’ın bütün güzel isimleri sıralanarak cevap verilebilir” der. İbn Arabî için, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ile Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak eş anlamlıdır ve bunlar da sûfînin mânevî yolculuğu ile aynı şeydir (William Chittick, The Sufi Path of Knowledge, 1989 s. 22). Hz. Harakânî ise bu hakikati şöyle ifade eder: “Başlangıçta bize bir emânet arz olunmuştur diyebilirdim. Biraz daha yaklaşınca bize kendi ulûhiyetini arz ve va’z ettiğini anladım. Şükürler olsun ki yük gayet ağırdır” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257).
İbn Arabî’ye göre fütüvvet kuvvet makamıdır. Kuvvet olmadan insanın fütüvveti uygulaması mümkün değildir. Bu kuvveti şu âyetle izâh eder:
“Allah kuvvet ve metânet sahibi rızık verendir.” Şu halde rızık veren, kendisini inkâr etseler de onlara rızık verir ve nankörlükleri nedeniyle rızkını, nimetini ve ihsânını kesmez. Dolayısıyla kendisine verilen rızka karşı nankörlüğü var iken, nanköre ancak güç sahibi rızık verebilir. Bu da fütüvvet sahibinin özelliğidir. Çünkü fütüvvette herhangi bir zayıflık bulunmaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 240-241). Fütüvvet ehlinin zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Dolayısıyla gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 248)
O hâlde fütüvvet ehli, kendilerine kötülük etseler bile, yaratılanlara iyilikle muamele eder… Onlar arzuları kendilerine baskın gelmediği ve nefsin yaratılış özelliği olan övülmeyi, teşekkür almayı ve tanınmayı sevmek gibi özelliklerden arındıkları için nefislerine karşı büyük güç sahibidirler (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 245).
Hocam Kenan Rifâî de buyuruyor ki, “Nefsin her bir arzusunu def etmek, Hayber Kalesi’ni fethetmek gibidir” ve ilâve ediyor: “İnsanda Hayber’i fetheden Ali kuvveti olmalı ki buna kadir olsun” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 105). Savaşlarda düşman saflarını darmadağın eden arslan mühim değildir. Hakiki arslan odur ki kendi nefsiyle yaptığı savaşı kazanır. Muharebede kendi nefsini mağlup eder, onu yok eder” (Kenan Rifâî, Şerhli Mesnevi-i Şerif, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s.191). Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, en büyük fetâ olan Hz. Ali’ye ona kötülük yapanlara tavrının nasıl olacağını sorduğunda Hz. Ali “Ben Peygamber’in yolunu tutar bana kötülük edene iyilik ederim” demiştir.
O halde bir kudret makamı olarak fütüvvet, zayıflık ve yetersizliğin belirtisi olan tufûlet (çocukluk) ile kühûlet (yaşlılık) arasındaki bir dönemdir (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul 1999, s. 244). Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet hâlidir ve kişi bu halde genç (fetâ) diye isimlendirilir.
Genç (fetâ), yaratıklara karşı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanarak ya da onun emrine uyarak fütüvvet gösterir. Çünkü yaratıklara karşı fütüvvetin gereğini yapmak Allah için yapmak demektir. Bu durumda fütüvvet sahibi kul değil Hak olur. Fütüvvet özelliği ile ahlâklanmak da böyledir. Çünkü fütüvvetin gereği olarak bir insanı tercih etmek mutlaka bir başkasının eziyet görmesine yol açar. Bunun nedeni amaçların ve arzuların birbirinden farklılığıdır. Bir insanın râzı olduğu bir hâlden bir başkası ancak sana kızabilir. Öyleyse bu makama ulaşmak isteyen, fütüvvetini Allah’a yöneltmelidir. Çünkü fütüvvetin esası başkasının payını tercih ederek kendi payından uzaklaşmaktır. Kendi payını bırakmakla da senin gerçek payın meydana gelir.
Bu hakikati Sülemî’nin naklettiği şu hâdise çok güzel ifade ediyor: “Aişe (r.a.)’nın şöyle dediği rivâyet edildi: ’Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) bir koyun hediye edildi. Koyunu taksim etti. Dedim ki: ’Bize sadece boynu kaldı.’ Allah’ın Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Bize boynu hariç tamamı kaldı.’ “ (Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet, çev. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s. 30).
Fetâ, hasmı olmayan kimsedir. Çünkü o, borcunu öder, alacağını ise bırakır, dolayısıyla hasmı yoktur. Genç (fetâ), genel olarak anlamsız hareketin meydana çıkmadığı kimsedir. Çünkü o, Allah’ın şöyle buyurduğunu duyar: ‘Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri bâtıl olarak (boş yere) yaratmadık.’ (Sad, 27). Fetâ’dan meydana gelen her hareket, ‘o ikisi arasındaki’ kısmına girer. Allah’ın gök ve yer arasında yaratmış olduğu bütün hareketlilerin hareketi de, aynı şekilde anlamsız değildir. Çünkü yaratan hikmet sahibidir. Fetâ, bir hikmete göre hareket eden veya duran kimsedir.
Dünyada abes olmadığını hocam Kenan Rifâî de şu örnekle açıklıyor: “Dünyada abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini verir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın, çamaşırı önce tokmaklıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor. Bu vuruş, ıslatış ve kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı birbirine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek… Dünyada abes bir şey yoktur. Bütün o gördüğün zıtlıklar hep aynı gayeye hizmet etmektedir. Onun için işte Cenâb-ı Hak ‘Bak, hilkatimde abes bir şey görebilir misin?’ (Mülk, 3) diye nasıl sormasın?” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 123). Allah’ın bu hitabı, âlemde hiç abes görmeyen kâmil insanadır.
İbn Arabî, fütüvvetin zirvesi hullet, yani dostluk makamıdır, diyor (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2012, c. 17, s. 247). Kâşânî bu hâli, “Hullet, kulun kendi beşerî sıfatlarından fânî olarak Hakk’ın sıfatlarını (kendisinde) tahakkuk ettirmesi, hulûl yoluyla değil, tecellî yoluyla O’nun vasıflarıyla vasıflanmasıdır. Böylece kul, Hakk’ın aynası olur.” diye anlatır.
Allah’ın halili, dostluk makamının temsilcisi olan Hz. İbrahim, şöyle demiştir: “Cömertliği Rabbimden öğrendim. Çünkü O, kendisine ortak koştukları hâlde, kullarını rızıklandırmaktadır” (Kâşânî Sözlüğü, Abdurrahman maddesi). Bunun üzerine Allah, İbrahim’e ‘Sen benim gerçek dostumsun’ diye vahyetti (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007, c. 8, s. 290). Bu yüzden Hz. İbrahim, sofrasında kâfir ile velî arasında fark görmeden ziyâfet verme âdetini başlatan kişi oldu (Cemâlnur Sargut, Hz. İbrahim, Nefes Yayınevi, İstanbul 2014). “İbrahim için melekler ‘Allah, buna Halil’im, dostum, diyor. Ama bunca servet ve sâmân içinde olan bir adam nasıl Halîlullah olur?’ dediler. Kendisine her şey mâlûm olan Cenâb-ı Hak, Cebrâil’e ‘Git, İbrahim’i istediğin gibi imtihan et ki cümleye itminan hâsıl olsun’ buyurdu. O sırada Hz. İbrahim, bir ağaç altında yatıyordu. Cebrâil, meleklerin tesbihi olan ‘Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh’ (Çok çok tesbih edilen, pek çok mukaddes olan Rabbimiz, meleklerin ve Rûh’un rabbi !…”) tesbihini söyleyerek gelince, Hz. İbrahim ‘Öyledir; Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh, öyledir, ama Allah’ımın bu türlü vasfedilişini işitmemiştim yâ Cebrâil, malımın yarısını fedâ ettim. Bir daha söyle de öteki yarısını da vereyim! dedi” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 28-29).
Demek ki Allah, sadece O’nun adını duymakla her şeyini fedâ edeni dost ediniyor, onun aşkında nefsinin benlik ve ikilik hâllerini eritip hicretini tamamlayanı dost ediniyor ve Allah’a dost olmakla kul, Hak sıfat olarak fütüvvettin zirvesine çıkıyor. İşte bu, kulun hakiki zenginliğidir.
Hakiki bir fetâ olan hocam Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi, “Kendi kendisine ve Allah’a karşı dürüst olmak kazancı ile zenginleşmiş kişiler, ekmeği üstünde bir lokma katığı dahî olmasa, gene de dünyanın en zengin ve huzurlu insanı olarak toplum içinde bir fazilet ve hayır kaynağıdır” (Sâmiha Ayverdi, Bağ Bozumu, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, s. 259-260).
Allah onların mânâsından ve huzurundan ayırmasın. Âmin.
(Not: 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’nda sunulan bildiridir.)
Nazlı Kayahan