Zaman

Sahnede 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu var. Seksenli yılların henüz en başında kardeş kavgasından yorulmuş, aşınmış bir memleketin hafif karanlık, biraz melankolik ve çokça tevâzu dolu dünyasında gelecekle ilgili hayaller kuran bir çocuk. Kendini bildi bileli zamanı geçer akçe saymış. Sabahları 08:30’da kalkılır. 9:00’da kahvaltı yapılır. 11:00’de radyoda Çocuk Bahçesi programı vardır. 12:30’da okula gidilir. Akşam 18:00’de mutlaka yine radyonun başında olunmalıdır. O zamanlar adına henüz “jingıl” denmeyen hep aynı mandolin sesinin tıngırtısı ile başlayan “Arkası Yarın”lar için sabırsızlanır bu çocuk. Efekt, Korkmaz Çakar’dır ve piyesler hayallerini hep yeni malzemelerle donatır. O dönemde televizyonun açılış kapanış saatleri vardır.  Pazartesiler Milliyet Kardeş günleri, Cumartesi semt pazarına giden annenin filelerini taşımaya yardım günleri, Pazar mutlaka banyo günleridir. Velhâsıl zamanı bilmek gerekir, zaman pek kıymetlidir.  

O dönemin Türkiyesi tüketimle henüz tanışmamış. Zincir marketlerin ışıltılarının altında beğeniye sunulan sınırsız çeşidi bilmez bu çocuk. Mahalle bakkallarında tezgâhın önünde duran açık teneke kutulardaki bisküviler ziyâdesiyle yeter onu mutlu etmeye. Bir de özel günlerde kapı girişindeki ipe asılan yaldızlı şemsiye çikolatalardan alınırsa değmeyin keyfine. Babasının her ay başında zarf içinde eve getirdiği tek maaşı meşakkatle ama aynı zamanda basiretle çeviren annesi, zorlukları ne ona ne de kardeşine hissettirmez ki. Mutludur çocuk. Bilmez hayatında hiçbir şeyin eksiğini. Onun için para değil zamandır geçer akçe.

İlkokulu bitirdiği yaz babası bir akşam müjdeli bir haberle gelir. Ertesi gün birlikte Tahtakale’ye gideceklerdir. Niyesini bilmez, meraklı ve sabırsız meşrebine rağmen nedenini bile sorgulamaz. Tahtakale’ye gezmeye gitmek bile başlıbaşına bir karanavaldır onun için. Kız, babasının elini tutar. Babası onu Saatçiler Hanı’na götürür. Kahverengi deri kayışlı, içi altın yaldızlı, küçük diktörgenden zarif bir saatle dönerler eve. İlkokul bitirme hediyesidir bu. O güne kadar görev bildiği hiçbir şeye karşılık hediye almamış bu çocuk, saati gururla takar koluna. Bir daha da ömrünce hep kolunda saat ile yaşar bu hayatı.

Allahını çok sever. Hep koruyan, yardım eden, müşfik bir Allah vardır onun için. Din, pamuk anneanne ve dedesinin bu dünyada başkanlığını yaptığı bir sistemdir sanki onun için. Üstelik zamana pek kıymet verir onun dini. Her şeyin zamanı vardır. Namazın, orucun, kurbanın… Her şey tastamam zamanında olmalıdır. Yalnız aklı şu cennet hayatını bir türlü kesmez bu çocuğun. İyi bir insan olmak ister, Allah onu cennetine koysun ister. Bolluk ve neşe içinde bir cennet hayatına iman eder. Lâkin aklı sonsuzluğu kesmez. Sonsuz da nedir yahu? Zamanla nasıl takip edilir ki bu sonsuz? Yok yok, aklı kesmez ama çözmek için büyümeye bırakır bu meseleyi.

Sonra büyür bu çocuk. Güya daha karmaşık meselelerle uğraşan, aklı başında bir yetişkin gibi dolaşsa da ortalarda aslında hayata dair basit okumalar yapmayı seçer. Zaman onun için hâlâ kıymetlidir. Geçmiş ve gelecek kavramları, hayallerinin ve planlarının merkezine oturur. Ama tüm putları kırmaya muktedir olan mürşid, tam da bu esnâda devreye girer ve filmlerdeki akla kazınan sahneler gibi bir anda zaman kavramını da yer ile yeksân eder. Bittabî yerine Allah aşkını koymak şartıyla. Lâkin dışıyla yetişkin, içiyle çocuk olan bu kız zamanın, lineer bir çizgi olmadığını anlamakta ve dünya planını keşfetmek için kullanılan bir mecazdan, bir vehimden öteye bir anlam taşımadığını idrak etmekte bir hayli güçlük çeker. Geçmiş yok, gelecek yok, ayân-ı sâbite olarak kodlanan isimlerimizi ortaya çıkarmak için çok evvelden yazılmış bir senaryoyu oynayan vücutlar olduğumuzu anlamak onun için çok zordur. Nasıl zor olmasın? En büyük meselesi olan sonsuzluğu idrak etmek için elindeki tek ölçü birimi olan zaman kavramı da elinden alınınca başı kesik tavuk gibi ortalarda öylece kalakalmıştır.

Mesele burada bitse de düşünmeyi terkedip kendini olayların akışına bıraksa yine iyi. Lâkin bu deprem, artçılarıyla gelmiştir: Okullarda onsekiz yıl boyunca harcadığı mesâiyi bir anda ehemniyetsiz bırakan, vakit ve zamanın birbiri ile eş anlamlı olmadığını farkettiği an bir başka artçının habercisidir. Vakit tam mânâsıyla AN olarak karşısına konur. Ne geçmiş ne de gelecek. Tam da tecrübe edilen tecelliyat ve içinde bulunulan hâlin adıdır vakit. O halde vakte riâyet de o hâle riâyet etmek, hâlin gereğini yerine getirmektir. Dahası vaktin bir sahibi vardır. Makamlar kime işaret ederse etsin, sâlik için mürşididir bu. Yani vakte riâyet bir anlamda mürşidin onun için işaret ettiğine de riâyettir. Bulmuştur işte; zaman değilse de vakit yine geçer akçedir.  Tedâvülde kalması ise mürşide rapt ile mümkündür.

Kız mutludur artık, zamanın sırrını bulmuştur….

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın