SAPIENS
Antropolojist Yuval Harari’nin insan türünün başlangıcından bugüne uzanan kısa tarihini biyoloji, antropoloji, biraz da sosyoloji açısından özetleyen kitabı “Sapiens”i okudum. Kitap bilimsel bulguların nispeten nesnel yorumlarla açıklandığı bir eser olduğu için her şeyden önce öğretici bir kaynak. Bununla beraber bilim insanlarının da tam mutâbakat sağlayamadığı birçok konuya değinmek zorunda kaldığı için kimi kısımlarında yazarın şahsî fikirlerini ön plana çıkarması kaçınılmaz olmuş. Fakat Harari iyi bir bilim adamı olmanın yanında, bence daha da iyi bir hikâyeci. Kendi alanında eğitim görmemiş olan bizlere dersini dinletebilen bir hoca. Bu sebeple kitabı baştan sona keyifle okudum.
İlkokuldaki hayat bilgisi derslerinden bu yaşımıza kadar insanoğlunun tarihi hakkında hepimiz eğrisiyle doğrusuyla birtakım bilgiler edindik. “Sapiens” bu bilgilerin hepsini toparlarken, en son bilimsel bulgularla beraber iyi bir hatırlatma yapıyor. Bundan daha önemli olarak, bu kronolojik vakaların sebep-sonuç ilişkilerini okuyucuyu da düşünmeye zorlayarak sıralıyor. Sapiens’i okuduktan sonra atalarımızın tarihine bakışım oldukça değişti.
Nasıl olduğunu Harari de bilmiyor, fakat bundan yaklaşık 70.000 yıl önce insanoğlu konuşmaya başlamış. Hani bizde “hayvan-ı nâtık” yani konuşan hayvan derler ya, bu olay tarihimizde en belirleyici dönemeçlerden biri. Bu yetenekle beraber insanoğlu küçük gruplardan daha büyük topluluklar halinde yaşamaya geçiş yapmış. Kendisinden fiziksel olarak daha güçlü hatta bulgulara göre daha da zeki olduğu düşünülen Neandertal’leri alt etmiş ve sonlarını getirmiş. Bu devirlerde avcı-toplayıcı olan insan, hâlâ vahşi hayvanların ve açlığın büyük tehdidi altında yaşadığından sayıca diğer türlere göre bir üstünlük sahibi değilmiş.
Yaklaşık 12.000 yıl önce tarım devrimi gerçekleşmiş. İlk olarak yerleşik hayata geçen atalarımız, yiyecek sıkıntısını büyük ölçüde giderebildikleri için sayıca çoğalmaya başlamış. Buğdayı ve hayvanları evcilleştirmeye başlamış. Burada yazar çok kilit bir soru soruyor: Evcilleşen buğday mı yoksa insanoğlunun kendisi mi? Sonuç olarak buğday o zamana kadar orada burada tek tük biten, diğer bitkilere bir üstünlüğü olmayan bir türken, şimdi ekildiği toprağı işleyen, taşlarını ayıklayan, her güz gübresini veren, sulamasını yapan ve onun daha büyük alanlarda yayılmasını sağlayan bir hizmetçisi var. Üstelik evcilleşmek “evde yaşamaya başlamak” anlamından türediği için, kimin evde yaşamaya başladığını sorarsak cevabı buğdaydan ziyade insan olacaktır.
Bu analiz, bana 2008’de İstanbul’da yapılan İbni Arabî Sempozyumu’nda William Chittick’ in sunduğu tebliği hatırlattı. Chittick, İbni Arabî’nin hayvanların insan taslağı olan beşerden daha üstün olduğunu söylediğini hatırlatmıştı bizlere. Allah’a kullukta beşerden çok daha mutî, ihtiyaç konusunda da yine beşerden çok daha özgür olduklarını şöyle isbat etmişti: Eğer evcil hayvanlar olmasa insanoğlunun yaşantısı büyük sıkıntıya girer, fakat hayvanların insanoğluna ihtiyacı yoktur. Hatta onları bağlayıp ahırlara kapatmasanız, kaçıp giderler.
Harari kitabın bu bölümlerinde en azından biyoloji açısından önemli bir soruyu da dillendirmeye başlıyor: Bir canlı türü için başarı ne? Ya da mutlak amacı ne? Sayıca diğer türlere üstünlük sağlamak, daha uzun süre hayatta kalabilmek mi, yoksa daha saadetli bir yaşantı sürmek mi? Biyolojik açıdan “saadet”i tanımlayabilir miyiz? Burada çarpıcı bir örnek olarak büyükbaş hayvanları gösteriyor. Et endüstrisi için yetiştirilen bir hayvan, doğumunun akabinde anasından ayrılıp küçük bir çitin içine yerleştiriliyor. Burada yemi ve suyu eksik edilmiyor, doğru… Fakat kasları sertleşmesin diye hareket etmesine de müsaade edilmiyor. Diğer buzağılarla oynayamıyor. Doğduktan yaklaşık dört ay sonra ilk kez yürümesine izin veriliyor. Fakat ilk yürüdüğü yol mezbahanın yolu. Evrim açısından, yeryüzündeki sayılarına bakarsak ineklerin en başarılı türlerden biri olduğunu söylemek mümkün. Fakat gerçekten öyle mi?
İneklere “vah vah” derken aklıma bizim türümüz geldi. Evet, çok şükür dört aydan fazla yaşıyoruz. Hayatımızın sonunda da bizleri mezbahaya göndermiyorlar ama yaşam tarzı olarak zavallı inekçiklerden çok da farklılaşmadığımız yönlerimiz yok mu?
İnsan büyük gruplar halinde ticaretini geliştirirken parayı, yaşamını kolaylaştırsın diye sanayiyi inkişâf ettiriyor. Harari birçok Batılıgibi bilimsel devrimin Batılı bilim adamları tarafından gerçekleştirilğini düşünüyor. Konumuz bu değil ama belki Fuat Sezgin’i biraz okusa fikri değişebilir. Yine de sonuç olarak bilim, insanın günlük hayatını hızla değiştirmeye başlıyor. İnsan gücünün yapamadıklarını önce buharlı makineler, sonra ise elektrikli, içten yanmalı, türbinli, hatta nükleer enerjili makineler yapmaya başlıyor. Hafızamızda tutmakta zorlandığımız sayısız veriyi bilgisayarlar saklıyor ve bu bilgileri kimi zaman insan beyninden daha hızlı şekilde işliyor.
Bu kısa yazıda tüm ayrıntılara değinebilmenin mümkün olmadığı mâlûm, fakat binlerce yıllık tarih sonunda günümüze geliyoruz. Bunca keşif, bunca buluş, bunca katliam ve bunca olaydan sonra geldiğimiz noktada insanoğlunun hayatı daha iyi hâle geldi diyebiliyor muyuz? Yazar için bu muamma. Bunu kendi verdiği iki örnekle açıklayalım. İngiltere Kraliçesi Eleanor (1241 – 1290) tam 16 doğum yapmış. Çocuklarının çoğu bebeklik devresini dahi atlatamadan vefat etmiş. Sadece bir oğlu yetişkinliğe erebilmiş, o da II. Edward olarak taç giymiş. Zamanının tüm imkânlarına sahip bir kraliçenin bu kadar evlât acısı yaşadığı bir dönemle çocuk ölümlerinin nadir denecek kadar azaltıldığı, gelir seviyesi düşük ailelerde dahi kraliçenin devriyle kıyaslanamayacak sayılara indirildiği günümüzü kıyaslarsak çok daha iyi durumda olduğumuzu düşünebiliriz. Gelgelelim günlük rızkını sabahtan topladıktan sonra zamanının büyük kısmını ailesi ve dostlarıyla geçirebilen, haftalık mesaisi günümüz insanından çok daha az olan 10.000 yıl önceki atamız ile karşılaştırdığımızda hayatımız belki de o kadar cazip gelmeyecektir.
Yazarın konusu antropoloji, biyoloji belki çok az da sosyoloji. Dolayısı ile “neden yaşıyoruz?” sorusuna cevap vermiyor. Pozitif bilimlerle yola çıkarak yanına mâneviyat tedârikini almayan aç kalıyor. Meşkûre Annemizin söyledikleri gibi imansız ilim olmuyor.
Kendimizi bir buğday başağı ya da inekle kıyaslarsak kimin daha üstün olduğu dahi belli değil. Oysa “Eşref-i Mahlûkat” biz değil miyiz? Bu sorunun cevabı bilmediklerimizde yatıyor: “O kalemle öğretti; insana bilmediklerini öğretti”. Kendi aklıyla, gördükleriyle, duyduklarıyla sınırlanmış insana, bilmediklerini haber verecek 24.000 haberci gelmiş. Hepsi de “Dinle!” demiş. Yâ Sîn Sûresi’nde geçen Habîbi Neccar “insanlardan karşılık beklemeyenleri dinleyin!” diye halkına âdetâ yalvarmış. Sekiz asır önce Hazreti Mevlânâ “Dinle!” diye başlamış Mesnevî-i Şerif’ine.
Sınırlı aklını kendine totem yapmış, nereye gittiğini, neye hizmet ettiğini, niye yaşadığını ve neden varolduğunu dahi bilemeyen insanoğlunun kalb kulağına seslenmiş hepsi de. Gönlünün işittiklerine kulak verenler ise mânâya ermiş. “Sapiens” gibi bir kitapta böyle bir yoruma yer yok tabii ki. Harari’nin hakkını yemeyelim. Harari bizlere sadece aklı ile yaşayanların binlerce yıllık döngüsünün bir yere bağlanamadığını, sonunun meçhul olduğunu, yaşasa da yaşamasa da evren için çok şeyin değişmeyeceğini anlatmış. “Sapiens”in macerasının sonu meçhul olabilir. Fakat Ademoğlu’nun dönüşü özüne olacak. Nereden mi biliyorum? Binlerce yıldır hiç karşılık beklemeden “Dinle!” diyenlerin sözü bu. İster inanın, ister inanmayın…
Hüseyin Gökhan
Son Yazıları: Hüseyin Gökhan (Profiline git)
- Kayınbabam Ameer Raschid - 31 Aralık 2018
- “FUAT SEZGİN HOCA” - 2 Ağustos 2018
- Kur’an Ayı Ramazan - 7 Haziran 2018
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!