Batı’nın etkisinde kalmış, pozitivist rasyonalist bir eğitim sisteminde yetişiyoruz. Hal böyle olunca, bilgi edinme yolunda akıl ve mantık vazgeçilmez araçlarımız oluyor. Aristotelesçi, ‘Siyah siyahtır, Beyaz da beyazdır.’’ mantığı ile düşünmeye alıştırıldığımızdan, bir şey ya Şu’dur ya da Bu’dur demek zorunda kalıyoruz. Duyu organlarımızın sınırlı verileri ile üretilen sınırlı bilgileri gerçeklik olarak alıyoruz. Bu nedenlerle de hakikatîn (şimdilerde “fuzzy logic” denilen) çok katmanlı yapısını kavrayamıyoruz. Ne kendimize, ne de evrene dâir tatmin edici açıklamalar getiremiyoruz.
İnsana, âleme, varlık katmanlarına, yaratılışa, hayâta, hayatın amacına, ölüme dâir birçok sorumuz oluyor. Bu sorulara sınırlı bilgilerimiz ile cevaplar üretemeye çalışıyoruz. Bilimsel çalışmaları ve felsefe kuramlarını da okuyor ancak tam olarak tatmin olamıyoruz. Modern kapitalist dünyanın sunduğu teknoloji, tüketim ve haz tuzakları ile kendimizi uzunca bir süre oyalıyoruz ancak bir türlü huzuru, dinginliğini, ruh sâkinliği bulamıyoruz. Zamanla depresyondan şizofreniye türlü ruhsal hastalıkların pençesinde can çekişiyoruz.
Nasıl aşacağımızı bilemediğimiz, her geçen gün biraz daha bizi biz olmaktan çıkaran bir benlik ile yaşamaya çalışıyoruz. Nefsimiz bize emrediyor, biz de sorgusuz itâat ediyoruz. Her istediğini verdiğimiz, verdikçe büyüyen, büyüdükçe yine isteyen ve bizi ele geçiren bir güce köle olduğumuzu anlayamıyoruz.
Sûfîler bizi yakıp küle döndüren bu ateşi söndürebilecek tek şeyin, bir öğretmenin terbiyesine girmek olduğunu söylerler. O öğretmen ki, insanı nefsinin esâretinden kurtaracak yolları öğretebilecektir. İnsan bu öğretmenin gösterdiği şekilde nefsinin emrinden kurtulup onu kınamaya başlar.
Tekâmül ile insan kendini bilmeye başlar. Kendini bilen de Rabbini bilebilecektir (‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’): Hz. Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin öğrettiği ve geleneğimizde hâkim olan öğreti de budur. Onlar gibi ârifler modern bilimin terminolojisinde bulunmayan bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul ederler. Bu bilgi türüne keşif adını verirler. Bu biliş tarzının, kalbi her türlü kin, nefret, haset gibi kirlerden arındırarak mümkün olabileceğini söylerler. İbn Arabî’ye göre, bir insan şeylerin doğrusunu kalbi ile anladığı ölçüde Allah’ı ve evreni anlayabilir. Tasavvuf ilmini diğer tüm ilimlerden ayıran temel özellik de budur. Yani bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul etmesi onu eşsiz bir ilim yapar. Bu nedenle ehline göre tasavvuf ilmi, ilimlerin anasıdır. Bu anlamda tasavvuf ilmi insanı aklı aşan bir bilme seviyesine götürür ve hikmet’i elde etmeyi öğretir. Kenan Rifâî Hazretleri, “Hikmet; Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratma, her şeyi layık olduğu yere koyma sırrı ve âlemin insanlar tarafından anlaşılmayan gizli amacı mânâsındadır.” buyuruyorlar. Anlaşılıyor ki, hikmet, en üst bilme seviyesidir. Bu bilme seviyesine de ancak tasavvuf ilmi ile ulaşılabilir.
Modern insanın bunalımına çâre olarak üretilmiş her türlü kişisel gelişim aracı, kendini tanıma adı verilen psikoloji ve felsefe dersleri de aslında kendini bilmek üzerine kuruludur. Bu nedenle özünde tasavvuftan beslenen metotlarla birlikte doğrudan tasavvuf ilmi de öğrenilmelidir. Bu anlamda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde herkesin kendine göre seçebileceği birçok eğitim programı bulunmaktadır. Enstitünün, her insanın kendini tanımaya, dolayısıyla Rabbini tanımaya başlayacağı muazzam eğitimlerin verildiği bir yer olduğunu söylemek isterim. Sûfîler, “Huzurda isek huzur duyulur” derler. Huzura giden yoldaki engelleri ancak tasavvuf eğitimi kaldırabilir diyor ve huzurda olmayı dileyen herkesi tasavvuf eğitimi almaya dâvet ediyorum.