Biliyor musunuz efendim, son üç gündür hava durumunda şöyle bir şey var: Türkiye’de, bu mevsimde, İstanbul‘da hava sıcaklığı bugün de dâhil 21 derece olacak. Sebebi -aynen şöyle diyorlar- Cezayir’den gelen bir sıcak hava yüzü suyu hürmetine… Adımın bile anılmasından edep ettiğim bu mübârek günlerde, Peygamber‘in yanına adımın konulmasından edep ettiğim bu mübârek günlerde, bu sene de bu vesile ile İslâm‘a hizmet etmiş hakiki fetânın bize lutfettiği, aslında onların bizi dost kabul edip bize lutfettiği bu hazırlanışta herkese teşekkürler ediyorum. Gene muazzam bir gece geçirdik.
Fetâ… Harakânî Hazretleri‘nin mübârek sözleriyle, “Beni incecik bir iple gökyüzünden assalar, üzerime dünyanın bütün sıkıntılarını yollasalar kılım bile kıpırdamaz.” İşte fetâ budur. Onlar hal etmiş, her yerde Allah’ı görme seviyesine erişmiş büyük sultanlar… Bir keresinde şöyle duymuştum -affınızı niyaz ediyorum-, bütün ölenler öbür âlemde Kur’ân-ı Kerîm’i duyacaklar. Yalnız karşılıksız hizmet edenler, Allah’ın mânâsında Rahman Sûresi’ni dinleyecekler. Yavuz Hocamdan cesaret alarak önüme gelene bunu anlatmaya başladım. Fetâ olmayı, karşılıksız hizmet etmeyi Allah‘ımdan niyaz ettim. Kolay olunmuyormuş. Bir gün çok sevdiğım bir dostuma “Biliyor musunuz” dedim, “Rahman Sûresi’ni karşılıksız hizmet edenlere Allah lutfedecek.” “Sâhi mi Cemâlnur?” dedi. Ayağa kalktı, düştü ve vefat etti. İşte fetâ budur. Fetâ, canını Allah için verme derecesine ulaşandır. Fetâ hizmet edendir.
Yavuz Hocam çok güzel başladılar, İbnü’l Arabî’nin fetâ anlatımına… Ben biraz daha ileri giderek onun anlatımıyla konuyu daha derinleştireceğim. İbnü’l Arabî Hazretleri, sultanlar sultânı, “Fütuhât”ının başında bir fetâ ile karşılaştığını, genç bir delikanlı ile karşılaştığını anlatır. Ona ilâhî rubûbiyetin, ilâhî hakikatin öğrettiği şahıstır bu delikanlı. Aynı anda hem ilim hem âlim hem mâlûm olan, zaman ve mekânın ötesindeki bu şahıs kimdir? İbnü’l Arabî, onu “Ne iri, ne diri, ihâta eden ve ihâta edilmiş, bu kitapta yazılmış her şeyi bana bildiren genç bir delikanlıydı” diye târif eder. Anlaşılıyor ki İbnü’l Arabî karşısında kendi hakikatini görmüştür.
Ona ne olduğunu ve ne olmadığını, genç yani dâimâ diri, ezelî ve ebedî diri olan rûhu anlatmıştır. İşte Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfinde “Rabbim bana bir genç delikanlı olarak göründü“ demesi onun Hakikat-i Muhammedî’siyle karşılaşmasıdır. Fetâlık, kendindeki Rabbi bulmaktır. Fetâlık kendi özüne gitmektir. Nasıl mı kazanılır? Hocam Ken’an Rifâî’nin mübârek annelerinin söylediği gibi:
“Oğlum, insanları seveceksin. Gönlün bitmez, tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgiyle dolsun. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaratılmışı seveceksin, insanları sevmenin yanında insanlara dost olacaksın. Onlara sempatik ve merhametle davranacaksın, kendini onların yerine koyacaksın. Başarılarından sevinç duyup üzüntülerinde üzüleceksin. O şekilde birleş ki herkesle, ölümlerinde eksil, doğumlarında art.”
Böyle bir fetâ yetiştiren mübârek anne, öyle bir öğretmen oluşturmuştur ki o kendi hakikatinde bütün yaratılmışı sevmiş ve hizmet etmiştir. Bir öğrencisi şöyle der -Semiha Cemâl Hanım-: “Sizi çok seviyorum hocam” Cevap muazzamdır: “Beni seviyorsan, her şeyi seveceksin. Çünkü benim sevmediğim yok bu âlemde.”
Sevgili öğrencisi Sâmiha Ayverdi, hocasından öğrendiği bu hakikati şöyle anlatır -devrin fetâsıdır o da: “Tundan tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim? Yetmiş iki milletle, yetmiş türlü mezheple, izzet, zillet, mihnetle, vahdet, kesret, hicretle, hasret, hasret, hasretle haşır neşir olmayı ya ben senden değilse kimden öğrendim?”
Onun öğrencisi annem Meşkûre Sargut Hanımefendi de bize şunu öğretti: 1960 senesinde babam ihtilalde hapse girdiğinde ve idam isteği ile yargılandığında, anneciğimin başı seccâdede, şöyle diyordu: “Çok şükür çocuklar, Hazreti Yusuf’a eşlik ediyoruz.” İşte fetâ budur. Fetâ, Allah’ın takdirini sevmek, kabul etmek, Cezâyirî Hazretleri’nin söylediği gibi, ilâhî kaderden memnun olmak, onu başının üzerinde taşımaktır.
Bir büyük fetâdan daha bahsetmek isterim. Konya’da hocamın çok sevgilisi Mehmet Emiroğlu… On bir çocuğunu birden Zümrüt Apartmanı’nda kaybettiğinde tek kalan torununa şöyle diyordu: “Sakın müteahhide bedduâ etme. Yarın cennette seninle kalktığında üzülürsün.” Torun şöyle dedi: “Yani cennette bütün âilemi öldüren kişi ile beraber mi olacağım? Ben o cennete girmek istemem.” Mehmet Amca muazzam bir cevap verdi -ben yanındaydım-: “Sırf benim duâm, o adamı cennete sokar. On bir çocuğumun birden şehit olmasına sebep oldu, Allah ondan râzı olsun.” İşte fetâlar bunlar… Onların yüzü suyu hürmetine biz bu hayattayız. Onlar var olduğu için bizim de adımız var. Bu dünyada zerrece îtibârımız varsa, bu büyük sultanların adını andığımız içindir.
Efendim, ben konuşmamı, müsaade ederseniz, beste ve güftesi hocam Ken’an Rifâî’ye âit, bu geceyi sonuçlandıran Allah’a duâ ile bitirmek istiyorum.
Allah’ım, Peygamber’e hem Âl’ine eyle salât!
O tahiyyât hürmetine bulalım emn ü necât!
O sebeble olalım havf ü mihenden biz rehâ
Hem de âfât ü fiten, eskām ü belvâdan necâ!
Cümle ayb u seyyiattan pâk ü tathîr et bizi!
Hep günahlardan, hatâdan afv ü tecrîd et bizi!
Âhiret, dünyâ bütün hâcâtımız kıl Sen revâ!
Arzumuz sensin, rızandan hiç bizi etme cüdâ!
Bu hayatta hem de mevtten sonra hep yücelt bizi!
Sence en âlâ olan mevkîlere yükselt bizi!
Lutf u ihsânın eriştir gāye-i aksâsına,
Cümle hayrâtın demâdem erfa’ u âlâsına!
Ey mürebbî-i hakîkî, cümlenin bir Hâlık’i,
Ey Mücîb’i her duânın, cümle mülkün Mâlik’i!
Zâtına mahsustur ancak arz-ı hâcet, ibtihâl,
Sen duâmızı kabûl et, ey Hudâ-yı Zülcelâl!
(14. DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdim Töreni Açılış Konuşmasının metnidir.)