Dinlemeyi unuttuk. Dinlemek, eylem ve anlam olarak işitmek için kulak vermeyi gerektiriyor ya, biz resmen dinlemiyoruz artık.
Kendimizi dinlemiyoruz. Kalbimizi, ruhumuzu dinlemiyoruz. Bir karar vermek istediğimizde aklımıza ağırlık veriyoruz; gönlümüz ne diyor, dinlemiyoruz.
Vücudumuzu dinlemiyoruz; midemizi, örneğin. Saati geldi, ikram geldi, yemek yiyoruz; aç mıyız tok muyuz düşünmeden. Vücudumuza iyi gelmediğini bile bile bir sürü yiyecek ve içeceği tüketiyoruz.
Rüzgârı dinlemiyoruz sabahları. Uzmanlar aynı zamanda nefes egzersizi olarak, “sabah uyandığınızda – yaz, kış fark etmez – ilk iş camınızı açın ve beş ilâ onbeş dakika daha uzanın, uyumayın, rüzgârın sesini dinleyin” diyorlar. Oysa biz ya yataktan fırlayarak ya uykumuzu alamamış ya da uyandırıldığımız için kızgın uyanıyoruz. Gözümüzü açar açmaz negatif duygular yükleniyoruz.
Denizi dinlemiyoruz. Sükûnet içinde oturup nem ve tuz kokusunu içimize çekmiyoruz. Bir haftadır tatildeyiz. Etrafıma bakıyorum, plajda herkesin elinde cep telefonu. Biz, denizsiz yerlerde yaşayarak terbiye edildiğimiz için, çok şükür, denize çoğu zaman yanımıza kitap bile almadan bile gidiyoruz, doymak istiyoruz mavisine. Denize gelmenin asıl amacının dinlenmek olduğunu unutuyoruz.
Hayvanları dinlemiyoruz. Kuşlar bize ne anlatıyor, yan evin bahçesinde minik köpek niye ağlıyor, cırcır böcekleri kimin ismini sayıklıyor, fark etmiyoruz.
Büyüklerimizin sözleri, üstü tozlanmış kitaplar gibi raflarda bekletilmekte… Söz dinlemiyoruz.
Ve belki de en kötüsü, bizimle iletişime geçmeyi tercih etmiş kimseleri, eşimizi, dostlarımızı, komşularımızı dinlemiyoruz. Oysa birinin bizimle iletişime geçmeyi tercih olması ne büyük bir lûtuf, değil mi? İlişki kurmak için bizi seçmiş olmaları ne güzel… Birileri bize herhangi birşey söyleyince, söyleneni anlamak için kulak vermiyoruz. Dinlemiş gibi görülmek için duyuyor gibi yapıyoruz. Dinlerken duyduğumuza değil, aklımızdan geçene odaklanıyoruz ve sözü söyleyen ile nasıl ilişki kuracağımıza odaklanmak yerine, kendimizi nasıl ifade edeceğimize konsantre oluyoruz. Konuşma eylemini de, işittiğimize yanıt vermek için değil, kendimizi ispatlamak için kullanıyoruz maalesef.
*****
David Isay – ABD’de StoryCorps (Hikâyelerden Alıntılar) diye çok sevdiğim bir radyo programının yapımcısıdır – beni çok etkilemiş bir sözü var: “İnsanın ruhu sesinde gizlidir” diye… Ben bunu duydum duyalı, ses tonuma çok dikkat etmeye çalışıyorum. Biraz sesim yüksektir benim, anladım ki bu ruhumun bir yansıması, ruhumu dindirmeye, sesimin kontrollü çıkmasına çalışıyorum.
Bir kaç sene evvel başka bir radyo programında dinlemiştim, Dan Rather, ABD’nin CBS radyo kanalında çalışan oldukça tecrübeli bir muhabir, ‘gelmiş geçmiş en çok hastaya hizmet eden hemşire’ olarak tanınan Rahibe Teresa ile bir söyleşisini anlatıyordu. Şöyle sormuş kendisi hemşireye: “Bu kadar insana hizmet ediyorsunuz, peki, siz nasıl dua ediyorsunuz? Dua esnasında Tanrı’dan ne istiyorsunuz?” Buna karşılık hemşire Teresa “Bir şey istemiyorum, dinliyorum” demiş. Bu sefer muhabir, “O zaman, Tanrı size ne anlatıyor?” diye ikinci kez sorunca, hemşire “O da beni dinliyor” demiş, “eğer dinlemenin erdemini anlayamıyorsak, ben size bunu anlatamam.”
Dinlemenin önemi ve gereği muazzam, dostlar. Hizmetin öneminden bahsediyoruz hep, ‘hizmet’ çatısındaki bir numaralı görevimiz başkalarına karşılık beklemeden ‘vermek’. Biz ‘vermek’ deyince, hep ekonomik anlamda bir yardım, maddî bir bağış düşünüyoruz. Oysa vermenin çeşitleri vardır. Gülümsemek de verebilmektir, zaman ayırmak da, el uzatmak da, yemek yapmak da, öğretmek de, birinin bize birşey öğretmesine izin vermek de, vs. Fakat seçtiğimiz aksiyon ne olursa olsun, başkasına hizmet edebilmenin ilk gereği her zaman dinlemektir.
Geçtimiz hafta, izinde olmama rağmen ve kendileri ancak müsait oldukları için, işim gereği Harvard Üniversitesi’nde tanıştığım ve zamanında beni en çok etkilemiş hocalardan biri ile görüşüyordum. Hocamız Dr. Mahzarin Banaji’nin uzmanlık alanı sosyal psikoloji. Kendisi Hindistan doğumlu bir zerdüşttür. Görüşme konumuz ise, kendisinin üzerinde aktif olarak çalışmaya devam ettiği, hatta dünyanın başka okullarına bu temada öncülük ettiği, bizim ise öğrenmeye çok ihtiyacımız olan bir alan, ‘önyargı’ idi. Ve konuşmamızın bir yerinde çok güzel birşey söyledi Dr. Banaji: “Anlamak için dinlesek, o kadar çok şey değişecek ki… Ama çoğumuz kendi inancımızı ispat için konuşuyor ve maalesef önyargılarımızın farkında bile olmadan kendi öğrenme alanımızı daraltıyoruz.” Ne kadar güzel bir anlatım…
Peki daha iyi bir dinleyici olmak için ileriye dönük olarak ne yapabiliriz? Benim net cevaplarım yok, maalesef, zira ben de bu yolda bir öğrenciyim, ancak kendi denemelerimi, deneyimlerimi sizinle paylaşabilirim. Meselâ yazar Paulo Coelho’nun öğrettiklerinden esinlenerek bu sene ortasında kendime ciddi ciddi üç soruluk ‘gece sınavı’ hazırladım. Komidinim üzerinde bu kart duruyor, her gece yatmadan rutin olarak kendime üç soru soruyorum. Sorulardan biri “Bugün ne kadar dinledin?” Bu soruya verdiğim cevap, pratikte nasıl hareket ettiğimi değerlendirmeme ve bir sonraki gün davranışlarımı daha iyi kontrol etmememe yardımcı oluyor.
Günde bir saat bütün görevlerimden ve bütün teknolojik gereçlerden uzak durmaya çalışıyorum. Bu süreçte tasavvuf çalışarak, doğa yürüyüşü yaparak, sanatsal eserleri görerek, meditasyon yaparak ve dua ederek kendimi dinlemeye çalışıyorum. Nefesime dikkat etmeye çalışıyorum, zihnime pozitif enerji yüklemeye çalışıyorum.
Başka bir deneyim, şahsen tanımadığım ama bana uzaktan rol modellik yapan bir büyüğümün tavsiyesi ile gelişti. Kendisi bir yazısında, birine cevap vermeden evvel, verdiği cevabın kendisinin fiziksel hayatta dile dökebildiği son sözler olduğunu hayal etmeye çalıştığını anlatıyordu. Bu örnek, babamı ve dayımı aniden kaybetmiş olmanın da tecrübesi ile bana çok dokundu. En sevdiklerime ‘sert’ cevap verdiğim zamanları düşündüm, sonra bu zamanlar benim en son anlarım olsa ne hissederdim diye düşündüm, olmak isteyeceğim yer ile aramdaki mesafeyi keşfettim. O gün bugündür, bu sorgulamayı özellikle biri beni zorladığında uygulamaya çalışıyorum.
Velhâsıl, dinlemek, zor bir iş, vesselâm. Duyabilmek için alan açmak lâzım. Duyabilme yeteneğini geliştirmek için pratik yapmak lâzım. Denemelerimiz sonuçsuz kaldığında, fark edip geri dönmek, yeniden dinlemeye çalışma cesareti göstermek lazım. Bu bağlamda Cemâlnur Hocamın çok güzel bir sözü var: “Unutmayın” diyor, “Söylediğimiz her söz önce Allah’a gidiyor, sonra söylediğimiz kimseye… Verdiğimiz her sadaka önce Allah’ın eline düşüyor, sonra fakirin…” Allah idrak etmemizi nasip etsin inşallah…