Sempozyuma Düşülen Tarih…
Tesbîhâtı: Lâ İlâhe İllallah
Fütûhâtı: Lâ Mevcûde İllallah
Tarih için geldi, üçler söyledi:
Hazreti Kenan Rifâî eyvallah
Mustafa Kara
(Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na düşürülen tarih – 2015)
Tesbîhâtı: Lâ İlâhe İllallah
Fütûhâtı: Lâ Mevcûde İllallah
Tarih için geldi, üçler söyledi:
Hazreti Kenan Rifâî eyvallah
Mustafa Kara
(Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na düşürülen tarih – 2015)
Yurt içinden ve yurt dışından pek çok katılımcı, Rahmet Kapısı Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na tebliğleri ile katıldı. Bu katılımcılarla sempozyum esnasında gerçekleştirilen özel röportajlardan Kenan Rifâî Hazretleri’ne ve sempozyuma dâir çarpıcı alıntıları sizlerle paylaşıyoruz.
Prof. Dr. Carl Ernst
Karizma kelimesini ele alalım. Bu kelimeyi İngilizce’de bir yeteneği olan kimse için kullanırız. Bu yeteneğin etkileri hakkında konuşmak, yeteneğin kendisini tanımlamaktan çok daha kolaydır. Başka bir deyişle, etkiyi görebilirsiniz, insanların nasıl dönüştüğünü görebilirsiniz fakat bu yeteneğin doğasına, özüne parmak basmak çok zordur. Bazı politikacılar ve özellikle peygamberler ve her türden dinî liderler bunu hâizdir. Etkileri muhâkeme edersek Kenan Rifâî bu karizmaya sahiptir. Bu çok ilginçtir çünkü resimlerinde hep sükût içinde olduğunu görürüz. Fakat bu hâlin bir nevî yoğunluğu vardır.
Prof. Dr. Mustafa Kara
İnsanların gönül açlığı, kanun ile yok edilemez. Kanunları çıkarabilirsiniz fakat insanların gönüllerindeki açlığı ve susuzluğu gideremezsiniz. Dolayısıyle insanların, gönüllerine bu ilâhî aşk gıdâsını sunan rehber insanlara ihtiyaçları vardır. İşte 1925’den sonra, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Kenan Rifâî Hazretleri bu ihtiyacı karşılamıştır. Yani sâkîlik yapmıştır. “Sâkî”, tasavvuf edebiyatında insanlara ilâhî aşkı taşıyan ve ilâhî aşkı insanlara aktaran insanlar için kullanılır. Dolayısıyla bu çeyrek asırlık süre içerisinde Kenan Rifâî Hazretleri etrafındaki insanlara, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk çocuk herkese, 1925’den önce anlattıklarını anlatmıştır. Tasavvufî ahlâk adına 1925’den önce söyledikleri ile sonrasında söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Bunu kitaplarından öğreniyoruz. Dolayısıyla Kenan Rifâî Hazretleri, cumhuriyet dönemindeki insanımıza ulaşan bir gönül adamıdır, bir gönül rehberidir. Toplumumuz ona ve onun gibi bu hizmete gönül veren bu insanlara çok şey borçludur.
Prof. Dr. Bruce Lawrence
Görebilen için, kötü bir an diye bir şey yoktur çünkü her ânın içinde ilâhî ya da mânevî bir anlam vardır. Kenan Rifâî, bir optimist (iyimser) ya da pesimist (kötümser) değildir. O ümitvar bir tasavvufî dünya görüşü içinde duran bir realisttir. Ayrıca kadınları da erkekler gibi tasavvuf yolunun merkezinde görür. (…)Kenan Rifâî neyi temsil eder? Kadınları ön plana çıkartması çok önemlidir. Bunu yaparak “Ben sadece yeni bir dergâh kurmuyorum,genişletilmiş bir tekke kurmuyorum” der. “İstediğim şey, tasavvufun modern dünyanın bir parçası olması, üniversitelere girmesidir.” Eğitime verdiği büyük önem burada yatar. Konuşmacılardan biri kendisini Bediuzzaman Said Nursî ile karşılaştırdı ve bence bu çok önemliydi; çünkü ikisi bir anlamda çakışırlar. Fakat Nursî modernleşme karşısında öfkeli ve hoşnutsuzdur. Kendisinin Risâle-i Nur’unu okudum ve çalıştım; üzerine düşündüm. Bence çok önemli bir eser. Fakat bu eser bir protestodur. Oysa Kenan Rifâî “Bu, Allah’ın dünyasıdır” der. Mükemmel olmayan bir şey yoktur. “Sahip olduğumuz tek dünya budur ve hayatta olduğumuza şükretmemiz icab eder” diyen Merkez Efendi gibidir. O da Merkez Efendi’ye benzer olarak “bu bize Allah’ın verdiği dünyadır” der. Bizler de kendimizi bu dünyanın içinde kâmil insan olmak üzere hazırlamalıyız. Bu anlamda rolünü sadece Türkiye’deki tarikatler arasında değil, diğer yerlerdeki tarikatler arasında da özel bir yere sahip olarak gerçekleştirir.
Prof. Dr. James Morris
Kenan Rifâî büyük bir mânevî öğretmendir. Ne pahasına olursa olsun öğrenme açlığına hitap eden bir rehberlikten ziyâde, herkesin içinde bulunan ve kendi istidâdına göre, kendisi için uygun bir şekil almış bir mânevî ilmi uyandıran ve bizlere, çocuklarımıza, ailemize, meslektaşlarımıza ve etrafımızdaki insanlara birer rehber olabilmeyi öğreten bir ilmi aktarır. (…) Kendi devrine uymuş ve çok faydalı bir öğretmen olmaya devam edebilmiştir. O devirde bazıları bunu yapabilmiş, bazıları ise yapamamıştır. Fakat ister şirketler, ister binalar, ister büyük kurumlar kurun, biliyoruz ki tarihte bunlar gelip geçicidir. Bâkî olan, etkileyebildiğiniz gönüllerdir ve buradaki dinleyicilerin gözlerine baktığınızda bunu apaçık görmek mümkün.
Prof. Dr. Omid Safi
Kenan Rifâî’nin çok önemli bir sorumluluğu var. Bir taraftan kökleri geleneksel tasavvufta: Kur’an, İbn Arabî ve Mevlânâ üzerine bir uzman. Diğer tarafta ise özellikle de Türkiye’de her şeyin hızla değiştiği bir dünyada geleneğin esasına tutunurken değişime ve sürekli değişen dünyaya uyum sağlamak durumunda. Açıkçası Osmanlı toplumundan cumhuriyet devrine geçişte tasavvufu dergâhlardan, tekkelerden çıkarıp açarak tüm yeryüzünü, hatta insanın kendisini bir dergâh haline getirişine hayranlık duyuyorum. Artık tasavvuf toplumun tümünün ahlâkını şekillendiriyor. (…)
Beşerî bilimlerin icrâ edildiği yerler olarak kabul ettiğimiz üniversitelerin çok kritik bir rolü var. Beşerî bilimlerin ana görevi ise insan olmanın ne anlama geldiği hakkında çalışmaktır. İnsan olmak idrâkı tam olan ‘insan’a doğru giden bir tekâmül sürecidir ve burada tasavvufun bize öğreteceği çok şey var: Aşk hakkında, arayış hakkında, bulmak hakkında ve kim olduğumuz, hattâ ne olduğumuz, kimin sûretinde yaratıldığımızın özü hakkında… Kenan Rifâî’nin tasavvuf öğretilerini üniversiteye ve akademiye getirme modeli burada çok önem kazanıyor. TÜRKKAD’daki dostlarımızın Amerika’da ve Çin’de İslâm çalışmaları için açtıkları sahalar çok önemli. Üniversitedeki arkadaşlarım, bunun bir benzerini yapabilmiş bir başka organizasyon bilmediklerini söylüyorlar. Özellikle İslâm ve müslümanlar hakkında yanlış anlamaların ve korkunun Batı’da yaygınlaştığı bir dönemde bu çok cömert, benlikten uzak ve nazik bir yaklaşım.
Doç. Dr. Osman Nuri Küçük
İşte bugün bizim İslâm’ın şartları ve imanın şartları olarak bildiğimiz esaslar bir hadisten çıkartılmaktadır: Hz. Peygamber’e Cebrâil gelir. Önce İslâm’ın, sonra imanın ve sonra ihsanın ne olduğunu sorar. İhsan ile ilişkili olarak Hz. Peygamber şu tanımlamayı yapar: “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görmektedir.” Sûfîler geçmişte tasavvufun ne olduğunu bu hadis üzerinden değerlendirmişler ve demişler ki, “Tasavvuf, dinin ihsan boyutuyla değerlendirilmesi ve yaşanmasıdır.” İhsan boyutu hem kendisinden önceki İslâm ve iman mertebelerini içermekte ancak onlarda olmayan, hakikati bizzat müşâhede ediyormuşçasına, bir müşâhedenin sonucu olarak da güzelliğe yönelik olarak bir insanın ifadelerini ve hâlini ifade etmektedir bu mertebe. Mesnevî şârihi olması hasebiyle Kenan Rifâî Hazretleri’nin hem eserlerindeki tutumunun hem de yaşam ve öğretilerinin bu düzeyden bir din anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzey, bir yandan dinin zâhirine, şeriat boyutu dediğimiz boyutuna vurgu yaparken, bunu imanın kanalize edildiği, gösterildiği bir alan olarak yorumlarken, ancak dinde asıl önemli ve değişmez olanın, asıl çekirdek olanın, asıl dinin kalbi olanın ne olduğu hususunda bir vizyona sahiptir. Kenan Rifâî Hazretleri’nin kendi dönemlerinde olan olaylara ilişkin tavırlarında bu vizyonu fazlasıyla görüyoruz.
Dr. Turgut Alsırt
Mâlûm-u âlîniz Hz. Peygamber, “Allah her yüz senede bir bir yenileyici, bir müceddid gönderir” diyor. İslâm dininin hiçbir tamamlanmaya ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Niye gönderiliyordu o zaman? Zemin ve zamana göre İslâm dininin nasıl yaşanacağını göstermek için gönderiliyordu bu yenileyiciler… İşte bendenizin fikrine göre Kenan Rifâî Hazretleri, 20. asrın yenileyicisiydi. Bunu hayatından çıkarıyorum. Bir kere yetişmesi, klasik tekkeden yetişme değil. Bir mürşid-i kâmil tarafından yetiştiriliyor tabiî ama tekke terbiyesi ile değil. Sonra batı ile çok alâkası var. Batı kültürü almış, lisan biliyor. Batıyı gayet iyi tanıyor. Yani devrin batıyı tanımaya doğru gittiği zamanda dünyaya teşrif ettikleri için batı kültürü ile de alâkası var. Zaten Fatih devrinden beri yapılmak istenen, batının iyi taraflarını alarak doğunun iyi tarafları ile birleştirmek meselesi olduğuna göre ben o iş için geldikleri fikrindeyim. Zaten yetiştirdikleri talebelerden, hayat tarzlarından ve talebelerinin hayatlarından bunu anlıyoruz.
Hepimiz çok şanslıyız. “İstedim ki bilineyim” sırrını yaşatmak için Allah bizlere tenezzül etmiş. İdrâkimiz mesâbesinde ezelde bizleri nasibdâr kılmış. Her aldığımız nefes, gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, hissettiğimiz her şey için ömrümüzün sonuna kadar secdeden başımızı kaldırmasak yeridir. Yine de zerresine karşılık gelmez. O gizli hazine ki “Okyanuslar mürekkep olsa kelimelerimi yazmaya kifayet etmez” buyurmuş. Bizler o kelimelerden birkaçını idrak edebilsek ne mutlu!
Sınırlı da olsa, bu idrâkin zevkini yaşayabilen her insan, varlığın, yaradılışın, doğumun, ölümün ve bu dünya sahnesinde tecellî eden her şeyin bir amaç uğruna var olduğunu hissedebiliyor.
İnsân-ı Kâmil’in birçok târifi var. Biri de Cemâl’in temâşâsının kemâl noktası olsa gerek. Allah’ın tecellîsini hakîkatiyle, perdesiz, tam istediği hâliyle idrak edebilen insan… O her an yeni bir şanda olduğu için de, fehmini her an yenileyen, idraklarında iki günü birbirine eşit olmayan sultanlar…
Rabbi Zül Celâli ve’l İkram bu sayısız güzellerini Zât’ı için halk etmiş. O güzel Allah’ım bizlere sonsuz merhametinin en büyük nişânı olarak da kimi zaman mânâsını bu sultanlarından biz âciz kullarına açmış. Hakîkatimizi bizlere bildirmekle vazîfelendirilmiş mübârek sultanlara “Mürşid-i Kâmil” diyoruz. Halk edildikleri devrin ümmetine, insanına, o devrin ilmine münâsip dilde Allah’ı bildiren sultanlar.
‘Mürşid-i Kâmil’in esas önemi burada gizli. Allah’ın sonsuz tecellîsinin te’vilini, yaşadığı devre göre biz âcizlere göstermeleri. Ken’an Rifâî’de bunu en güzel şekliyle görebiliyoruz. Nasıl görüyoruz? Cemâlnur Hocamız ve ona bu ilmi intikâl ettiren başta Sâmihâ Annemiz olmak üzere sayısız talebesi vâsıtasıyla. Öğrencilerinden Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Nezihe Araz ve Sofi Huri bunun en güzel örneğini “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” eserini ortaya çıkararak vermişler. Hz. Peygamber’in zarâfetini, ilmini, tevhid idrâkini 20. asır gözlüğüyle gösteren o değil mi? Hristiyan rahiplerin kendi dinlerine yaptıkları gibi din-i İslâmı camilere ve tekkelere hapsetmeye çalışanlara en güzel cevabı 24 saatini sünnet-i seniyye üzere yaşayarak vermemiş mi? Bir yandan Mesnevî’nin en mûteber tefsirini yazarken, bir yandan Marcus Aurelius’u tavsiye etmemiş mi öğrencilerine? Güzel dînimizi kalıplardan koruyarak tecelli ettiği her yerde müşâhade etme sanatını bizlere o öğretmiyor mu “Sohbetler”inde?
Belki her devirde olduğu gibi bu devirde de insanlar karanlıktan, cehâletten, dünyanın kötü gidişâtından, ahlâksızlıktan, açlıktan, savaşlardan muzdarip. Herkes bir çıkış yolu arıyor. İnsân-ı kâmili anlamaktan, ona uymaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yok. Bu devri okumanın, bu devre göre yaşayabilmenin tek yolu bu: “Rahmet kapısı insan-ı kâmili” bulmak.
Sempozyumda ilimde ziyadesiyle ilerlemiş nice hocalarımız işte bunun için hizmet ettiler, etmeye devam ediyorlar.
“Kulluğu mü’minlerin bir ulu Sübhân’edir
Hizmeti dervişler er olan İnsân’edir.”
Başka söze gerek var mı?
İstanbul’dan Samsun’a gidiyorsun. -Memleketim diye söylemiyorum, güzel şehirdir. Kıyak geçtim, adını andım.- Otobüstesin. Cam kenarına güzel bir koltuk ayırtmışsan bir de, deme keyfine. Etrafı izliyorsun. Oturarak. Kımıldamadan. Fakat ne çabuk geçiyor gördüklerin, film şeridi gibi âdetâ. Bir gördüğüne bir daha bakman mümkün değil. Hızın otobüsle aynı da ondan. Hiçbir emek sarfetmeden, bir koltuk parasıyla ne hızdasın. Halbuki aynı koltuğu alıp vâsıtanın dışına koysak, gene aynı pozisyonda görüş açın ne kadar da değişecek. Bulunduğun yere, bulunduğun açıya göre görüşün, hızın, algılayışın ne kadar da değişiyor. Çok keskin.
Gökyüzüne bak meselâ. “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun?” âyetlerine mazhar olan gökyüzüne.
Binlerce ışık yılı mesâfedeki yıldızları düşün. Bakıyoruz, bakıyoruz da görüyor muyuz gerçekten? O görüntü bize kaç senede ulaşıyor? Fizikçi değilim, hesap işlerine de hiç alışamadım. Bilmiyorum tam kaç sene geçer, değişir… Bildiğim, gördüğüm o yıldız belki şu anda yok. Yok olanı görüyorum belki de. Rabbin âyetlerindeki inceliklere bak. Zıtlarla varsa her oluş, yok olanı görüyorsam, Allah’ın yaratıp koyduğu, insanın “icad ettiği” değil, “keşfettiği” fizik ilmiyle de sâbitse bu, var olarak gördüğüm, neden aslında yok olmasın?
Neden mi bahsediyorum? Senden meselâ. Sen var mısın gerçekten? Sen neyin yansımasısın bana? Bana sen ne gösteriyorsun? Destûr! Sen değil, sendeki sen bana ne gösteriyor? Sendeki senden ya bende de varsa? Destûr! Bendeki sen, sendeki sen, bendeki ben, sendeki ben…Hepsi aynı ise, biz ne görüyoruz? Biz kimiz? Var mıyız? Büyükler, ölüm için “bir odadan başka bir odaya geçmektir” demişler. Otobüs mevzûmuzla bir âlâkası var mıdır bilemem lâkin soru sorabilirim. “Durduğu yerle bir irtibat neden olmasın?” derim. Odaya transfer olan, ya bizi görüyorsa? Ya odada kendi “yansımasını” hoş bir sadâ olarak seyrediyorsa? Yâ Rab, ne dehşet! Ne kadar büyük bir sır! Gözlerim doldu desem, inanır mısın demem. İnan!
***
Mayıs’ın son haftasonu bir rüyâ gibiydi. Rüyâ gibiydi diyorum, kurtuluş gibi mi demeliydim bilmiyorum, insanın kapitalist düzenin kendine dayattığı her oluştan kaçıp kendine dönüşü bir kurtuluş çünkü. Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun düzenlendiği Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nu dolduran nice yürekler aynı şeyi hissetmiştir; buna inanıyorum. Hz. Ken’an’a (k.s.) adanmış üç gün ne kadar da çabuk geçiverdi. Dünyanın dört bir yanından gelen dâvetlilerin tebliğleriyle muhabbet bulan salonda, her meşrepten muhabbet gönüllülerinin olması da Kendilerinin birleştiriciliğinin tecellisi olsa gerek. Bu büyük hazreti anlatmak bana düşmez, nasipliler nasipleri kadar aldılar vesselâm.
Her sır bir gün ifşâ olur. Perdeler bir gün iner, herkes bilmeye yüz tutar. Bugün böyle diye, öteki gün aynı olmakla mükellef değildir. Her ayrı gün, ayrı saat, ayrı saniye ayrı bir şanla dirilir, varolur. Dergâh-ı Şerîf’in de maketinin sırrı bir gün âşikâr olur.
Otobüs koltuğunu hatırlatsam anlar mısın? Koltuk aynı koltuktu da muhabbet otobüsten daha hızlıydı sanki. Bu fasıl bu kadar.
***
İnsan birini görmeden sevebilir mi? Görmek bu fânî gözlerle mi oluyor? Yoksa batı medeniyetinde karşılığı olmayan gönülün semâhanesinden mi görüyoruz? Peki gönülde raks eden kim? Biz neye şehâdet ediyoruz? “Şâhitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şâhitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O’nun elçisidir” nasıl diyebiliyoruz? Hz. Peygamber’i görmeden nasıl peygamberliğine şâhitlik ediyoruz? Şâhitliği burada yapmamız, zaten daha önceden verilmiş bir ahdin taksidi mi yoksa? Nasibi olanlar verdikleri sözü hatırlayıp mı şâhitlik ediyor yoksa? Nâçizâne sadece soru sorabiliyorum. Cevapları bende değil, sende de değil. Sana sordurtan, elbet bir gün cevabını da âşikâr eder.
Allah bizi şâhit olanlardan, şâhit olduktan sonra da şehit olanlardan eylesin.
***
Şimdi senin görevin bu fasıllarla alâkayı kurmak. Otobüsü düşün.
Var ile yok arasında ince bir çizgi falan yok.
Her şey durduğun yerle alâkalı.
Baktığın ve gördüğün bir değil.
Zaten bakmakla görmek bir değil.
Sen, ben, o, O’nsuz var değil.
O varsa, ki var.
Sen var değil.
Selâm ve muhabbet ile…
En sevdiği şeylerden biri bilmek ya da bildiğini öğretmektir. Veya “istifâde etmeliyim ya da ettirmeliyim” der. “Güzellik ve iyilikleri kimde ve nerede görürseniz tereddüt etme, al” der ve yine “Etrafımdakilerin öğrenmek için gösterdikleri tehâlük, benim öğretmek için duyduğum hırs kadar kuvvetli değildir” der.
Noksanlığı aşkta dahî çekemez. “Kendi hakkında istediğin hayrı, her bir güzelliği, zevki, derûnî aşk ve nûru başkaları için de iste ki tam âşık olasın” der.
Kendisi güzel bir söz söylediği vakit yahut hoşa gidecek bir şey işittiği vakit, bütün sevdiklerine koşarak söylemek ister veya söylenmesini ister.
O, sözünde durur. Birkaç sene evvel söylediği sözün, kendi sözü olup olmadığını tanır. Nerede ve ne zaman söylediğini hiç unutmaz.
Hiçbir şeyi unutmaz yalnız kötülükleri unutur. İyilikleri hatırlamaya daha ziyade meyyaldir.
Ahdinde durmak onun şânıdır. Yapılan en küçük iyiliği unutmaz, nankörlük ve tecessüsü hiç sevmez.
Saatle hareketi sever. Kimsenin kendisi için zahmete girmesini istemez. Etrafındakileri dâimâ eziyet vermemeleri konusunda ikaz eder.
Riyâyı sevmez, yalanı sevmez. Etrafındakilerin ızdırâbına tahammül edemez. İntizâmı sever.
Son derece teşyi kuvveti vardır. Daha bir meseleyi konuşurken tatbiki cihetini (uygulanması yolunu) arar. Bir mesele etrafındaki uzun hayallerden sıkılır.
Kimsenin sözünü kırmaz, birisi küçük bir söz söylese de meclistekiler onu işitmese yahut ehemmiyet vermese, kim olursa olsun hemen alâkadar olur. Onu anlamak için sorar. İstihzâyı (alayı) sevmez, bir vakaya gülse bile hoşuna gittiği için güler. Hiçbir şeye istihzâ ederek güldüğünü kimse görmemiştir.
Sebatkârdır. Mesela bir kitabı tercüme için başlayınca onun üzerine düşer ve meydana getirinceye kadar aynı arzu ile devam eder. Bir şeye başladığı zamanki arzusu az zaman sonra asla geçmez.
Kabalığı sevmez; nezâketten, incelikten hoşlanır.
Şahsına karşı yapılan nankörlükleri unutur. Kini sevmez; kendine ihânet edenlere bile merhamet eder.
Kimsenin ayıbını yüzüne söylemez. Âdetâ o yapan kimseden daha fazla kaçınır.
Mâlâyânîden hiç hoşlanmaz. Eğer lüzumsuz, mâlâyânî bir söz konuşulursa hemen başını pencereye doğru çevirir. Kendilerine bir şey sorulup da cevabını verdikten sonra ikinci defa aynı mesele hakkındaki suale verdiği rey, artık o kimsenin gönlüne göre olur ve o söz artık kendilerinin sözü değil o gönül sahibinindir. Arzusunun aksidir.
Söz hak olduğu için büyük bir ehemmiyet verilmesi ve sözle oynanmamasını ister.
Dâimâ “ya hayır söyle ya sus” ihtârında bulunur.
O, yakınlarının küçük bir ihmâline bile tahammül edemez. Hatâlardan müteessir olması yakınlık derecesi ile mütenasiptir. Yakınlık derecesi ne kadar artarsa mes’uliyet o kadar çoğalır.
O’nun rahmetinin kuşatmadığı hiçbir şey, hiçbir yer yok.
Ama rahmetin bir kapısı var.
Dışında kalan bir şey yoksa, bu kapı ne içindir?
Hem içinde olmak, hem kapıdan girmek nasıl bir şeydir?
Veya hem içinde olup hem kapıdan bile girememek…
İdrâk etmekle, hissetmekle, aşk etmekle ama illâ bir şekilde fark etmekle alâkalı bir durum olmalı.
Hz. Mevlânâ’nın anlatımına göre, hepimiz ezel âleminde o birlik denizinin içindeki su gibiymişiz. Sonra Allah o denizden, beden testimize biraz su doldurmuş. Böylece vücut giymiş ve bu âleme gelmişiz. Diyor ki, şimdi sen o varlık testisini yokluk taşıyla kır. Kır ki, o su kaldığı yerde bulanıklaşıp kokuşmasın. Aksın, yine deryaya ulaşsın. E peki mâdem yine deryâyâ ulaşacaktı, neden bir testiye konup da uzaklaştırıldı dersen; çünkü başka türlü göremezdi. Denizin içindeki balığın deniz diye bir yer varmış, nerededir diye araması gibi, içinde olduğu denizi idrâk edemezdi.
Can acıtır ama söyler Hazret-i Mısrî Niyâzi:
Nûr iken adın Niyâzî koydular,
Şol ezelki îtibârın kandedir?
Evet, nerededir ezeldeki o îtibar? Nerededir? Aslım nedir? Nasıl aranır ki? Nasıl bulunur, nasıl anlaşılır? Sen zaten sensin. Ama kendini bilmezsin. İçinde olmak ama kapıdan girememek böyledir. Kapı haktır. Kapı Ali’dir. Kapı mürşittir. Ölü gibi yaşamakla dirilmek arasındaki geçiş yeridir, idraktir. Âlemlere rahmet olsun diyedir.
Âlemlere rahmet, Hz. Muhammed’in nurunun bizle olmadığı hiçbir yer-zaman yok. Ama onu bize gösteren bir Ali’si var. O’nun rahmetinin kuşatmadığı hiçbir yer yok. Ama o rahmetin bir kapısı var.
Benim kapım, güzel kapım, Ken’an Rifâî. Onu bana kapı kıldığı için güzel Allah’ıma sonsuz şükürler ederim.
Bir Haziran akşamı hicrete kalkıştı,
Affedişin, hoşgörünün, sevginin kapıları
Ardına kadar açıldı.
Korkusundan koşuyordu,
Umudunun gösterdiği istikamete doğru.
O’na koşuyordu
İçinden içine taşarcasına…
Özünde ne varsa ondan ibâret ya,
Oradan geleni arıyor,
Yeniden oraya dönmek için.
Buradaki istasyonda durduysa tren,
Sabredecek tüm gayretiyle çalışırken.
Ne yerde ne de gökyüzünde,
Yalnızca özünde arıyor artık…
Bir gün, o güzel hakkında konuşma fırsatı buldular,
O ise hizmete daldı.
Olduğu yerden sesler ise boğuk boğuk duyuluyordu…
Mühim olmadığını fark etti.
O zaten O’ndaydı ya…
Kulağından gireni özünde buluyordu…
Özünden çekip çıkacaktı nasıl olsa,
Acelesi yoktu…
Anlayanı da yoktu.
Anlaşılmaya dair kaygısı zaten yoktu.
Bir ihtimal verecekti, anlamaya ve anlaşılmaya…
Kendi anlayabilseydi kendisini,
Ucu bucağı olmayan anlam okyanusunda…
Hazır rüzgârlar eserken,
Gel, biz yelkenleri açalım…
Gün geldiğinde anlayacağız,
Nereye vardığımızı ve nereden yol aldığımızı…
Şimdi desem ki,
Yolların başı da sonu da aynı…
O güzelin ta kendisi…
Kendim bile kelâmımı anlamayacağım.
O halde yaşayalım da,
Hâlimizden anlayalım,
Anlamın anlamını…
Efendim, önce merhabalar… Çok mutluyum tabiî; altmış üç yıllık aşkım, hayâlim bugün gerçekleşiyor ve şu anda ciddi söylüyorum, dünyada mücâhid olarak İslâm’a hizmet eden dört kişiyle aynı masada olmaktan da çok büyük şeref duyuyorum. Bu dostlar İslâm için çalışıyorlar. Benim gibi ömürlerini İslâm’a adamışlar.
Carl (Ernst) hatırlıyor mu bilmiyorum ama bizim Carl ile kardeşliğimiz 2000’li yıllarda başladı. Carl’a ilk defa Annemarie Schimmel’den bir şiir okuduğum zaman yanıma yanaştı ve “siz bu şiiri nereden biliyorsunuz?” dedi bana. Ben de hocama atfedilmiş bir kitaptan, Annemarie Schimmel’in Sâmiha Ayverdi’ye atfettiği “Ruhum Bir Kadındır” adlı bir kitaptan okuduğumu söyleyince gözyaşlarıyla yanaştı ve aynı sene kendisi Kenan Gürsoy’un da bulunduğu bir toplantıda, zannederim Milano’da, rahiplerin önünde hocamdan bahsettiler. Yani 2000 senelerinde ilk karşılaşmamızdan sonra Carl’ın kafasında oluşan şuydu: Kenân er-Rifâî büyük bir mutasavvıf ve ancak onun tasavvuf anlayışı dünyaya hakikî İslâm tasavvufunu yayacaktır. Ben onda bunu anladım. Hocamın şu sözleri Carl’ın bu görüşünü teyit eder gibi… Diyor ki Hocam: “Tasavvuf, insanlıkla beraber başlayan ama din kaydından müstakil bir yapılanmadır. Dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyetidir. Kemâl noktasını İslâm dini ile bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini bütün dinleri kapsıyorsa İslâm tasavvufu da böyledir.” Şimdi burası çok etkileyici: “İndifâ eden -yani patlayan- bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yeryüzüne akmasını engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur.” İşte bugün görüyoruz ki, tasavvuf, Çin’den, en doğudan en batıya, Allah’ın mânâsını anlatmak üzere çeşitli şekillerde yayılıyor. (…)
“Uygur Türkleri İslâm kürsüleri sayesinde ilk defa haklarını koruyorlar”
Çin gerçekten benim hayâlimdi. Zira en doğuydu. Amerika en batıydı. Niye en doğu? Çünkü tabiî ki peygamberimizin hadisi Çin’i kapsıyordu: “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” Ama aynı zamanda İbn Arabî Hazretleri’nin “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” sözü de beni çok etkilemişti. Ben Allah’ıma her gün şükrediyorum Chittick’ler gibi dostlarım olduğu için. Kendileri gerçekten İslâm’ı çok iyi anlayan, çok iyi bilen, çok iyi anlatan ve onu İbn Arabî teknesinden bize sunan büyük öğretmenler. Kendileri Çin’de başlattıkları Konfüçyüs ve İslâm zevkini, Profesör Weiming Tu’nun da yardımıyla Çin’e yaydılar. Kendileri bilmiyorlar ama bu sene Çin’de yaptığımız büyük programda Çinli öğrencilerin bana gelerek şöyle söylediklerini duydum: “Ne kadar mühim bir iş yapıldığını tahmin dahî edemezsiniz. Çin, İslâm’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmaktan ibâret sanıyordu ve maalesef Vahâbî İslâm burada gelişiyordu. Ama şu anda biz Chittick’lerin başlattığı derslerin, Aavani’nin devam ettiği gerek İbn Arabî yorumlarının gerek Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî çalışmalarının sayesinde asıl dinin mânâsını öğrenmeye başladık. Çin Müslümanları dini bu kürsüde öğrenmeye başladılar. Bu şekilde de öyle bir bize gelecek çizildi ki biz gidip William Chittick ile çalışıp Çin’in her yerine dağılıp İslâm’ı anlatmak istiyoruz.”
İşte gözlerimi yaşartan bu konuşmalardı. Bir taraftan da Chittick’in de bahsettiği gibi oradaki Türk Müslümanların, Uygur Türklerinin yalvarışları vardı “Mesnevî yollayın bize, Türkçe biliyoruz… Mesnevî okuyacağız… Bize haklar tanınmayacak mı?” (…) İslâm Bölümü’nde Pekin Üniversitesi’nde bunu sordular. Profesör Tu bana dedi ki “Bu bir mucizedir hocam. İlk defa Uygur Türkleri haklarını koruyorlar” dedi. Bu da İslâm kürsüleri sayesinde oluşuyor. Bu kürsüleri biz açmış değiliz. Bu kürsüleri Kenan er-Rifâî’nin muazzam vizyonu açtı. Onun akıl almaz görüşü ve asırlara etki eden mânevî bilinci açtı.
“Kenan er-Rifâî bugün kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir”
(…) Omid Safi, bir hikâyeden bahsetti. Türklerle, yani Rum ilinde yaşayan Türklerle Çinliler arasındaki hikâyeden… Bu hikâyeyi Mısrî Niyâzî Hazretleri şöyle yorumluyor İrfan Sofraları adlı kitabında. Diyor ki: “İnanılmaz bir resim yaptı Çinliler. Bu resim aynı maddî ilim gibiydi. Sonsuz bir güzellik taşıyordu. Maddî ilim insanı etkiler, vurur. Bu resim de öyle güzeldi. Karşı tarafta Rum ilinde yaşayan Türkler duvarlarını yonttular. Bu duvar neydi? Mânevî ilim ihtivâ eden gönülleri idi. İşte maddî ilimler, mânevî ilim ihtivâ eden gönüllerden aksedince ortaya bir şâheser çıkıyordu.” Hocamın Fransızcayla, Arapçayla, Farsçayla ve bütün lisanlarla öğretmeye çalıştığı gönül ilmi her kuşun sesine hitap edecek şekildeydi. O, devrin Süleyman’ı gibi mührün sahibiydi. O, “Dehr Allah’tır” hadisinin tecellisi idi. Dehr Allah’tır… Peygamber’in kalıpları yıkan bu hadisi “Zaman, Allah’tır” diyordu. Evet, niye zaman Allah’tır sözü bizi şaşırtıyordu? Allah bazen ağaçtan “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” diye konuşan Allah değil miydi? Zamanın içinden tecelli eden kimdi? Onun isim ve sıfatlarıydı. Öyleyse zamanı yaratan kâmil insanlardır. Onlar zamanın babalarıdır. Onların zamanları sonsuzdur. Onlar her zamanın insanlarıdır.
Bunun en güzel örneği Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin anneme ilk yazdırdığı defterin Konfüçyüs oluşuydu. İlk defterin toplamı Konfüçyüs’ün öğretileridir ve bunun Hazreti Mevlânâ ile mukayeseleri ile anlatmıştır. Ben bunu Profesör Tu’ya söylediğimde büyük bir şaşkınlıkla, “nasıl bir kürsü kuruluyor burada, akıl almaz…” dedi. Görülüyor ki bütün dinleri kapsayan ama İslâm dininin şer’î mânâsında ayağını sabit tutan, öbür ayağıyla tıpkı Mevlânâ’nın söylediği gibi yetmiş iki milletle bir ve beraber olan Hazreti Kenan er-Rifâî bugün dünyanın her yerinde kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir.
Altmış üç yaşındayım, otuz dört kiloyum, birçok insan için mucizeyim ben. Ama gerçekten Allah aşkı ile dolmak insanı her an harekete geçiren bir şey oluyor. Bunu yapan Kenan er-Rifâî Hazretleri’dir, Onun bize verdiği enerjidir. Eylül’ü (Yalçınkaya) Harvard’lara beş kuruşsuz yollayan, Cangüzel’i (Zülfikar) Amerika’ya hiçbir şekilde ne yapacağını bilmeden gönderen, Fahir’ciğimi (Zülfikar) orada bambaşka işlerde çalıştırtan ama İslâm’a hizmet için gayrete getiren, bugün burada gördüğünüz sayısız öğrencisinin simsiyahlar içinde, boyunlarında eflâtun fularlarıyla hizmetten başka hiçbir şey düşünmeden yalnız Allah aşkı ile hizmetlerini sağlayan, işte bu enerjidir. Bu enerji, dün orada iki kürsü kurduysa yarın başka şeyler yapacak.
“Dünyaya İslâm tasavvufu anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz”
Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin bize öğrettiği şekilde (…) neler yapmak istiyoruz? (…) İlk önce Oxford’da bir kürsü açmak istiyoruz. Bu kürsü, kürsü değildir. Doktorasını bitirmiş genç araştırmacıları tasavvuf alanında araştırmalar yapmaları için üç yıllık kadrolar istihdam edecek şekilde “fellowship” programı açacak bir kürsüdür, bir enstitü gibidir. Bu kişiler hem araştırma yapacak hem de diğer post-doktora programlarından farklı olarak ders açabilecekler. Bu dersler, master ve doktora şeklinde olacaktır. Bu teklifi bize yapan Oxford Üniversitesi’dir. Oxford Üniversitesi iki buçuk sayfalık yazılarında bizim tarafımızdan açılması istenen bu çalışmanın niye bizim tarafımızdan açılması istendiğini çok geniş bilgilerle anlatmıştır. Vahâbî zihniyetinin anlatmadığı gerçek İslâm tasavvufunun yayıldığı bu tür bir çalışmayı istemektedirler.
Benim bir inancım vardır. Allah, bir şeyi istiyorsa orada başarılı olan Allah’tır. Biz Allah’ın isteme vaktini bekliyoruz şimdi Oxford için. (…) Türkiye’de ilk defa ilâhiyat fakülteleri içinde olmayan bir enstitü kurmuş olmanın zevkini yaşıyoruz. Üsküdar Üniversitesi içinde bir tasavvuf araştırmaları enstitüsü kuruldu. Bu enstitü üç amaç üzere çalışıyor. Bir: deminden beri konuşulan, İslâm’ın ana gayesi olan ve Carl’ın da çok güzel bahsettiği, günümüzün en büyük problemi olan ahlâk-ı Muhammedî’yi yaymak. Ve bu sebeple halka açık sertifika programları başlatıldı. Bu programlar tasavvuf tarihi, tasavvuf dersleri, tasavvufun mânâsı, Mesnevî ve İbn Arabî okumaları şeklinde devam ediyor. Akıl almaz bir teveccüh var. Programlarımız tıklım tıklım dolu. Hocalarımız, Allah razı olsun hizmet etmekte. Eylül döneminden itibâren aynı programların ikinci kısımlarını açmak, birincilerini de tekrar açmak suretiyle şu andan kontenjanları doldurmuş bir gruba hizmet etmek istiyoruz. Bu çalışma belki doktora ve master çalışması değildir ama daha geniş kitlelere hizmet amacıyla daha büyük bir çerçeveye yayılmaktadır.
İkinci yapmak istediğimiz, lisansüstü programları başlatmak. Buradaki en büyük amacımız ilk defa Türkiye’de, ilâhiyatta okumamış, farklı branşlardan gelmiş kişilere bu imkânı tanımak. Yani bir psikolog, İbn Arabî ya da Mevlânâ öğrenmeden, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini bilmeden psikolojiyle, psikiyatriyle nasıl insanı iyi edebilir? Bu bence mümkün değil. Mevlânâ’yı tanımadan insanı iyi etmenin mümkün olmadığına artık bugün psikiyatristler de iman ediyorlar. Dolayısıyla psikologlara, sosyologlara, felsefecilere hatta bizim gibi âciz mühendislere insan olma tekniğini öğretecek bu yolu açmak bizim ana gāyemizdir. Burada ikinci bir gāye, gerçek anlamda konulara vākıf olmak için en azından okuyabilecekleri kadar Farsça ve Arapça öğretmektir. Bu kurslar devamlı açık duracak, -yaz kış- ve her öğrenmek isteyene Farsça ve Arapça öğretecektir. Farsça ve Arapça’ya vākıf olmak çok önemlidir ama biz biliyoruz ki Kur’ân sadece Farsça ve Arapça bilmekle öğrenilmez. Kur’ân, Allah lisanıdır. Gönül lisanı bilmekle öğrenilir. Demin James Morris’in hiç Türkçe bilmediğini düşünen insanlar, Türkçe sunumlarda nerede başını salladığını, nerede güldüğünü görünce onun gönül lisanına ne kadar vākıf olduğunu, işte bizim bu lisana ihtiyacımız olduğunu bir kere daha anlamışlardır.
Üçüncüsü çok önemli, arkadaşlar… Türkiye bir kaynak yuvası. Evet, Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin her tür çalışması, her şiiri -bugün Asuman Kulaksız ve Aylin (Yurdacan) tarafından tercüme edilen- her şiiri bir doktora programı için önemli kaynaktır. Fakat bunun dışında Süleymâniye Kütüphanesi’nde henüz halka açılmamış bir sürü el yazması eser var. Bugün henüz yüzde yirmisi biliniyor. Bunların hepsinin üniversitede okutulması, açılması ve batıdan gelen arkadaşlarımızın da yardımlarıyla bütün dünyaya İslâm tasavvuf anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak istiyoruz. İşte Kenan er-Rifâî’nin bize açtığı vizyon-misyon budur.
“Japonya, benim kızıl elmamdır”
(…) Biz kendimizden hiçbir şey yapamadıksa da şunu belki yapabilmişizdir. Kendimizden çok daha kaliteli tasavvuf öğrencileri yetiştirmeye çalıştık. Bugün onların birkaç konuşmasını izleyince ben de Sâmiha Anne gibi ellerimi açıp Allah’ıma onlardan dolayı şükrettim. Onlar, yarın öbür gün benim yaptıklarımı bin katıyla, milyon katıyla yapacaklardır. İman ediyorum ki Kenan er-Rifâî adı altında Japonya’da da bir kürsü açacağız. İnşallah Sachiko’nun (Murata) yardımlarıyla her zamanki gibi o sonsuz tevazuuyla, arkamda duruşuyla, Japonya’da da bir kürsü açacağız. Bu benim kızıl elmamdır. Dini ve İslâm dinini yaymak orada da nasip olacak.
Akademik olmadığımızı söyleyenlere gelince… Ben onlara “Biz akademik değiliz. Kenan er-Rifâî’nin akademi anlayışını anlatmaya çalışıyoruz” diye cevap veriyorum. Biz hiçbir şey değiliz. Biz âciziz; o muvaffakiyet, o güzellikler hocamıza aittir. Hocamız gerçek bir insân-ı kâmildir. Demin Asuman Kulaksız’ın ve Yekta’nın (Zülfikar) çok güzel anlattığı örneklerde olduğu gibi ve Turgut Alsırt’ın hakikaten gerçek bir mürşid-i kâmil olan Sâmiha Anne’yi harikulâde anlattığı gibi onların izinde, onların yaptığı gibi dünyaya Allah aşkını, Peygamber sevgisini ve ahlâk-ı Muhammedîyi anlatmak istiyoruz. İşte dünyayı kurtaracak olan bu tasavvuf anlayışıdır. (…) Efendim, gerçekten ciddi olarak hizmetçiyiz, hizmet edeceğiz. Bize hizmeti öğretenlerin ruhu şâd olsun. Allah benimle bu savaşta el ele, sanki -Turgut Alsırt’ın dediği gibi- kaynak bütünlüğü içinde, safları sıklaştırarak, el ele savaşan bütün batılı hocalardan, dostlarımdan ve bütün (…) dinleyenlerden ve öğrencilerimden razı olsun. Anneme şükran borçluyum. Onun mânâsı önünde de hürmetle eğiliyorum efendim. Teşekkürler ediyorum.
(Cemâlnur Sargut’un “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun son oturumunda yaptığı konuşmanın deşifresidir).