Dikmiş Gözlerini ‘Güneş’e

Ramazan ayının sonuna doğru geliyoruz. Hepimiz kimbilir kaç mübârek ramazanı böyle geride bıraktık. Her birinin içinde ileride anlatacağımız neler yaşandı, yaşadık… Geçtiğimiz sene Ramazan ayına denk gelen Azerbaycan seyahatimiz de böyle güzel hâtıralarla geçti. Bir de İstanbul’a döner dönmez toplu bir iftar yemeği vermişti ki Cemâlnur Hocam… Meğer bu sofra daha seyahatte iken biz kuruluymuş çoktan!

Hakkını verebilenlerden olalım inşaallah.

…………………………………

Havaalanında Azerbaycan Parlamentosu adına milletvekili Ganire Paşayeva ve yakın çalışma arkadaşları tarafından karşılandık. Hocamla ayrı arabalara bindirildik.  Şehrin Eski Bakü olarak bilinen bölgesinde, Orta Asya Türk-İslâm mimarisiyle yapılmış, târihî bir han lokantasına gelindi. Hocam iftar dahî olsa o saatlerde yemek almadıklarından, usûlen oruçlarını açıp sohbete katıldılar. Ganire Hanım, Hz. Şems’in kendisi üzerindeki derin tesirinden bahsederek söze girdi.  Bir sonraki gün düzenlenecek panelin konusunu Hz. Şems olarak seçtiklerini anlatıyordu. Henüz bilgimiz olmuştu. Gözüm, Atatürk Havalimanından ayrılmadan dikkatimi çeken, üzerinde  ‘Şems’ yazılı gümüş iğneye takılmıştı ki Hocam iğneyi yakasından çıkararak Ganire Hanım’a doğru uzattılar. Kendisine hediye edilen iğneyi alırken, ekranlarda izlediğinden ve tahminlerinden farklı birisiyle karşılaştığını belli ediyordu. Ayrılırken, masada türlü enstantane ile tanıtılan Azerbaycan’a has pilavlar sahur yemeği olarak paketlenmiş hâlde elimize verildi.

Otelimize yerleştik.

…………………………………

Azerbaycan Parlamentosu kendi misafirlerini devlet protokolü ile ağırlıyor. İlk durağımız Devlet Hıyabanı. Bu adım, ülkemize gelen resmî konukların Anıtkabir’e götürülmesi ayarında bir ziyaret. Burada bir tarih müzesinde gibiyiz: Topluma değer katmış sanatçı, bilim adamı ve devlet adamları, aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin yanyana defnedilmiş bir şekilde Azerbaycan tarihinin bir bölümüne şahitlik ediyor. Ganire Paşayeva her bir kabrin başında detaylı bilgi veriyor heyete. Bir mezarlık gezisi ile, bir yandan ülkenin tarihini bir yandan da Azerbaycan’ın dünya sanatına, düşünce ve bilim tarihine katkılarını öğrenmiş oluyorsunuz.

Hocam, biricik kıymetli babaları Dr. Ömer Faruk Bey’in vaktiyle devrin başbakanı Adnan Menderes’e olan yakınlıkları ve vazifeleri gereği belki daha çocukluklarından bu tarz protokole pek âşinâydılar. Kendileri aynı zamanda baba tarafından, Osmanlının son Libya valiliği ve Libya Kral nâipliği görevlerinde bulunmuş, köklü Gannay ailesindendir. Sevgili dostum Neslihan da, eşi Hâmit Beyefendinin, vaktiyle Dışişleri Bakanlığı’nda yürüttüğü vazifeleri nedeniyle protokol usûlünü yakinen biliyordu. Bendeniz de onları izliyor, adımlarını takip ediyordum.

……………………………………..

Televizyon programına yetişmeye çalışırken Bakü’nün geniş ve görkemli caddelerini, hızla gelişmekte olan bu ülkenin vitrini gibi seyrettik. Azerbaycan’ın kelime mânâsı, “alevler ülkesi” imiş. Başkente inşa edilen yeni prestij yapılarında alev teması özellikle işlenmiş. Bu imajlarda ülkenin gelecek iddiasına güçlü göndermeler yapıldığı gözlerden kaçmıyor.

…………………………

Azerbaycan 1917 devrimiyle bağımsızlığını kazanmış. Ancak, kısa süre içerisinde Ermeni komitacıların yardımıyla Ruslar Bakü’ye yeniden hâkim olmuş ve Müslüman katliamları yaşanmış. Bunun üzerine Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu, Bakü Sovyeti, Britanya İmparatorluğu ve Beyaz Ordu karşısında Bakü Muharebesini kazanarak Bakü’de yeniden Osmanlı sancağını dalgalandırmış; ancak, 1918’de imzaladıkları Mondros Mütarekesiyle Osmanlı kuvvetleri Azerbaycan topraklarından çekilmek zorunda kalmış. Bolşevik Kızıl Ordu birlikleri iki yıl sonra Azerbaycan’a girmiş ve sonrasında Türkiye Moskova Antlaşmasıyla Azerbaycan üzerindeki haklarından tamamen ferâgat etmiş.

Dili, dini ve kendi öz değerleri 70 yıllık Sovyet istilâsının baskısı altında horlanmış, Türkiye’ye nazire edercesine 30 Ağustos 1991’de ilân ettiği bağımsızlığa rağmen, bugünkü Rusya’nın da desteğiyle başında hâlâ önemli bir Ermenistan problemi bulunmaktadır. Ganire Paşayeva, Azerbaycan’ın bu konudaki devlet sözcüsüdür. Ermenistan’a sert çıkışlarıyla tanınmaktadır.

……………………………..

Katıldığımız televizyon programı canlı. Halkın alâkası büyük. İzleyiciler programa telefonla katılabiliyor. Herkes, Hocam evlerine konuk olmuşçasına heyecanlı. Türk televizyonlarının ve tasavvufun Azarbaycan’dan yakinen izlendiğini, Hocamın herkes tarafından tanınmasından anlıyoruz. “Yine gelin” diyorlar. Bir Azeri ağıtı okunuyor, topyekûn bir milletin yıllarca nutkunda tutulup kalmış dilleri için. Bir milleti millet yapan dil kavramı üzerinde duruyor Hocam. Türkiye’den getirdiği mesaj ise alışılmışın çok dışında. Tasavvuf kürsüleri, enstitüleri kuralım, diyor. Ganire Hanım, Azerbaycan’ın büyük mutasavvıfları Mehemmed Bakuvî, Ebülferec  Zencânî, Nesimî ve Gencevî‘yi andıkça aralarında daha da ortak bir dil oluşuyor.

Sonrasında târihî yerleri ve müzeleri geziyor, Şirvanşahlar Sarayı ve her fırsatta ismi anılan Bakuvî Hazretleri’nin türbesini ziyaret ediyoruz.

İftar için bizi, daha iki gün beraber olacağımız ağır bir heyet bekliyor. Her ne kadar resmî bir iftar dâveti veriliyor olsa da Bakü sokaklarında ve bulunduğumuz ortamlarda Ramazan ayının varlığı pek de hissedilmiyor. Daha çok belli ritüeller aracığıyla eski bir kültürü canlandırmaya çalışan bir hareketlilik var.  Bu çalışmalar, devlet eliyle Din İşleri Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Kendi yazılı ve sözlü kültürleriyle din arasındaki bağlar, yeniden keşfedilmeye ve diriltilmeye çalışılıyor.

Bulunduğumuz resmî dâvet, Din İşleri Bakanının Azerbaycan milli kültür ve değerlerinin birleştiriciliği üzerine yaptığı bir konuşması ile açılıyor. Ardından, Türkiye’nin Din İşleri Ataşesi İslâm’ın hoşgörüsünden bahsediyor, ramazanın ve oruç tutmanın önemini anlatıyor. Son konuşma Hocamın. Hocam bütün insânî değerlerin ancak İslâm’la kemal bulacağını, madde ve mânâ âlemini birleştirmenin yolunun İslâm tasavvufundan geçtiğini, dinde en önemli ölçünün edep ve Peygamber Efendimizin ahlâkını kazanmak olduğunu anlatıyor. Allah’ın her yeri ve her şeyi kuşattığı, her an huzurda olduğumuzun idrâki ile yaşamamız gerektiğini söylüyor bir kez daha.  Şükür ve ibâdet etmenin iç mânâları üzerinde durarak bu konularda gelen sorulara cevaplar veriyor. Toplantı sonrasında kendisiyle ayrıca konuşmak isteyenlerle görüşerek, gecenin sonunda tüm nezâketiyle herkesle tek tek vedalaşıyor.

………………..

Bunca devlet protokolü, Devlet Hıyabanı derken, iftar sonrası misafirperverlik gereği sahur için bize hazırlanmış olan pilav paketleriyle kalmıştık. Sevgili Neslihan’la tin tin odamıza dönerken ‘şimdi ne olacak bunlar’ diye düşünüyorduk konuşmadan. Tâ ki Hocam “onları yine dolaba kaldırın…” deyinceye kadar. O pilavları, hele o son gece odamızın küçücük buzdolabına nasıl sığdırdığımızı tam hatırlamıyorum. Çok şükür son paketi de yerleştirip dolabın kapağını sıkıca kapatabilmeyi başardık. Artık ne olacaksa olacaktı.

Ertesi sabah zorlu bir panel bizi bekliyordu.

…………………………………………………………..

Panelde bir bakan, bir milletvekili, iki meşhur öğretim üyesi, iyi çalışılmış bir protokol hazır bulunuyor.  Toplantının asıl konuşmacısı Hocam. Başlıyor panel. Bir yanda çağlara damgasını vurmuş devlet geleneğiyle dünyanın en eski medeniyetlerini içinde barındıran, vakarlı bir tevâzuu ve az söyleyerek anlatabilmenin kemali, diğer yanda yıllarca esâret görmüş ateşler ülkesinin kendini bunca yılın acısını çıkarırcasına ifâde edebilme gayreti…

Konu: Hz. Şems. Ateşler ülkesi, közleri kendi öz bağrında tüten bir ateşe düşmüş. Geçmişte kültürünü, dilini, dinini kasıp kavurmuş alevlerden başka bir ateşin peşine düşmüş, gözlerini dikmiş ‘güneş’e!

Toplantının sonunda, iki gündür Hocamı dikkatle izleyen bakanlık heyetini temsilen ilgili bakan yardımcısı, tasavvuf alanında akademik eğitim verecek bir bölümün kurulması yönünde gerekli resmî girişimde bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca, Hocamdan kendi birikim ve bağlantıları ile bu alanda ders verecek kişileri Azerbaycan’a yönlendirmesi dileğinde bulundu. Gezinin görünür maksadı böylece hâsıl olmuş oluyordu. Ötesini biz bilemeyiz.

Bakan tarafından panel moderatörüne toplantıyı sonlandırması için bir küçük not iletilmiş olmasına rağmen söz bir türlü bitmek bilmeyince, hocaların hocası diye tanınan meşhur zat, moderatörü omzunun üzerinden sağlam bir yumrukla uyarmış, bu da gezinin unutulmayacak anlarından birisi olmuştu.

Bir de Ganire Hanım’ın Bakü’den ayrılışımızı ifâde ederken tatlı Azerbaycan lehçesiyle “gonahları göçürtüyoruz” demesi, oldukça yoğun geçen programı özetler gibiydi bizim için.

…………………………………

Son bir program daha bekliyor bizi. Öncesinde bir Şiî camiine gidildi. Bir hanım sultan inşa ettirmiş camiyi. Kabrini ziyaret edip duâmızı okuduktan sonra, namazımızı ‘Aliyü’l Veliyullah’ lafızları arasında zevk içinde kıldık.  Birazdan Ganire  Paşayeva ile Azerbaycan’ın en çok izlenen TV kanalının en çok izlenen programına konuk olarak katılıp Bakü resmî programını tamamlamış olacaktık.

……………………………….

 

Yüzbinlerce Türkün Ermeniler tarafından Azerbaycan’ın bir parçası olan Dağlık Karabağ ve Ermenistan topraklarından sınırdışı edilmesiyle başlayan acı süreç, 20 Ocak 1990 günü Bakü’de yapılan gösterilerde 132 göstericinin Sovyet askerleri tarafından öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Karabağ’daki Ermenilerin 1992’de bağımsızlıklarını ilân etmeleri Azerilerle Ermeniler arasında Karabağ Savaşı’nı başlatmış, Rusya’nın desteği sayesinde kısa zamanda Ermenistan’ın lehine dönen, tarihe Hocalı Katliamı olarak geçecek olan savaşta 25 Şubat 1992 günü yüzlerce Türk Ermeniler tarafından öldürülmüştü.

Ayrılmadan evvel Azerbaycan’ın yıllardır verdiği savaşın şehitlerini ziyaret etmek istiyor Hocam. Bu milletin onca acıya nasıl dayandığını, göğsünü nereye dayayıp başını nerelerde serinlettiğini, devam etme gücünü bulduğu köklerindeki iman hazinesini göstermek ister gibi bize… Otele dönmeden önce resmî heyetle şehitlikte buluşup son vazifemizi yapmış olmanın huzuru ile yola koyuluyoruz.

…………………………….

Hocam ayrılacağımız sabah otele çok yakın olan Hazar kıyısında yürümek istediler. Onlar denize bizim baktığımız gözlerle bakmıyor, ufku görmeyi zorlaştıran sis perdelerine takılmıyor gözleri. Bu sessiz yürüyüşün sonuna doğru yeni limanların ve yeni bir şehrin yükseldiği kıyılara son bir kez daha bakarak “Paris’e benziyor Bakü. Ancak Batının nizamı ölçüsü, Doğu insanının samimi coşkusu ve aşkıyla birleşmiş burada” dediler. Bir de günbegün buzdolabına istiflemiş olduğumuz pilavları bugün İstanbul’a götürmek için hazırlamamızı istediler. Mevzu ayırt etmeden aynı derecede ihtimam gösterebilmek, insanı kâmilin herkese eşit sevgi ve denk muamele etmesindeki sırlardan birisiydi galiba.

…………………………….

Bu pilavların dolapta bekleyişlerini, her sefer çöpe gitmekten nasıl kurtulduklarını, kaç kez sarılıp paketlendiklerini, Bakü’den İstanbul’a seyahatlerini bir ben bir de Neslihan biliyorduk. Bize sunuldukları an itibarı ile İstanbul’a döndüğümüz gün hazırlanan iftar sofrasına kurulacaklarını ise Hocam.  Şimdi her bir tane, belki 40’tan fazla kişiye kurulmuş bu bereketli sofrada O’nun hürmeti ve sonsuz merhametiyle insana karışıyordu.

Kendimi düşünüyorum, hocamla karşılaşmamış olsam,  çoktan elimizden çöpe gidecek bu pirinç taneleri gibi, maddî hayatın kimbilir hangi çöplüğünde olacaktım. Oysa şimdi sâyesinde kendilerinin can ve irfan sofrasına kurulmuşuz. Bilemediğimiz şükrü bize bildir ya Rabbim!

Birisi Mesih’ten söz açar da, “Ölüleri nasıl diriltti?” derse, öp dudaklarımı onun önünde ve “İşte böyle” de.

Eğer biri ilgi duyup, hâlimi öğrenmek isterse,

Kaşlarını göster ona, “iki büklüm dolaşıyor” de, “İşte böyle”

Olur ya, Şemseddin de Tebriz’de, bir kerem eder de,

Gösterir vefâsını inceliğiyle, işte böyle.

 

(Divân-ı Kebir, Hz. Mevlânâ)

 

 

Şükür

Şükürler olsun bizi bir Ramazan’a daha kavuşturan Allahım…

İşiten kulağım, gören gözüm, tad alan damağım için sana şükürler olsun.

 

Tutmamı nasip etttiğin her oruç için sana şükürler olsun.

Bir vesile tutamadığım günlerde duyduğum suçluluk duygusu ve yürek sızlaması için sana şükürler olsun.

 

İftarda, sahurda her lokmayı başkalarıyla paylaşabildiğimiz için sana şükürler olsun.

Sofranın etrafına onlarca kişi oturup dakikalarca ezanı beklerken içime dolan huzur için sana şükürler olsun.

 

İftar sonrası çoluk çocuk salondaki halıya saf tutup kılabildiğimiz her rekât namaz için sana şükürler olsun.

 

Büyüklerine özenerek zor da olsa tuttukları orucu alkışlar arasında açan ve kendileri için hazırlanan özel iftar gecesine kuş cıvıltılarına nispet heyecanlarla gelen çocuklarımız için sana şükürler olsun.

 

Bugünün Ramazanlarını bize coşkuyla geçirttiğin ve “nerede o eski Ramazanlar” diye başlayan nostaljik klişeye bizi sokmadığın için sana şükürler olsun.

 

Hocamızın elinden yiyebildiğimiz tüm madde ve mânâ lokmaları için, insan olabilmemiz, her yaradılmışa karşı ünsiyet kazanabilmemiz ve kendimizde varolan Allah’a ait ismin en güzel şekliyle ortaya çıkabilmesi adına bizim yerimize her yükü taşıyan, bizi irşad eden dostunun varlığı için sana şükürler olsun.

 

 

Bayramı Bayram Etmek!

Bayram demek Ankara demekti bizim için! Ankara demek anneanne ve dedenin yumuşacık, sevgi dolu, koruyucu ve dâimâ kayırıcı kanatlarının altında bütün çocukların ve torunların,  Türkiye’nin dört bir yanından gelerek toplanması demekti. Anneanne ve dede, sevgi demekti, mutluluk demekti, sonsuz bir şefkat ve bağışlayıcılık demekti.

İşte aklımın erdiği yıllardan itibaren bayram benim için bu bahsettiklerime imkân sağlayan, heyecanla beklenen, anlamından haberdar olmasam da getirisinden dâimâ memnun kaldığım o birkaç güne denirdi.

Bayram yaklaşırken benim ve kardeşimin içine de bir sevinç ve heyecan düşerdi. Her sene yolun başlangıcı Türkiye’nin bir köyü ya da kasabası olurken, varış noktası dâimâ Ankara’nın her dâim yokuş yukarı Cebecisi olurdu. Babamın inşaat mühendisi olması nedeniyle bizim de mekânlar ve şehirler ile hukukumuz ancak bir proje ömrü kadar olurdu. Kimi sene Samandağ Antakya, kimi sene Aliağa İzmir, kimi sene de Eğirdir Isparta’da başlayan o telâş ve coşku, Ankara’da, benim için sadece huzur ve mutlulukla özdeşleşmiş o küçücük, eski, asansörü ve alafranga tuvaleti bile olmayan, floresanları, kırmızı ampulleri ve gökkuşağını evin dört bir duvarına düşüren kristal avizeleri ile rengârenk bir apartman dâiresinde doruğa ulaşırdı. Doya doya yaşanır, sindirilir ve bir sonraki bayrama kadar anneannemin bizim için özenle hazırladığı mendile sarılı bir tesbih ve 10 lira ile birlikte sol iç cebimize saklanırdı.

Anneannemle dedemin 9 metrekarelik yatak odası ise bizim için evin engüzel mekânıydı. Neden mi? Çünkü o küçücük, sıcacık ve dâimâ Kâbe kokan odadaki 120 cm’lik yatak, evin bütün torunlarını alırdı da ondan. Hâlâ düşünürüm; 2 yetişkinin bile zar zor sığabileceği o yatağa nasıl olurdu da bir de 4-5 tane torun eklenirdi? Anneannem önce bize ezberlettiği bütün duâları okutur, sonra da tek tek “seni kim yarattı, kimin kulusun…” diye devam eden sualler sorar, biz de hızlıca hepsini cevaplayıp bir an önce dedemin masallarına geçmek isterdik. Anneannemin bölümü tamamlandıktan sonra dedem Binbir Gece masallarından bölümlerle bizi müthiş bir maceraya çıkartırdı. Bayılırdık dedemin masallarına, saatlerce anlatsa bile hiç sıkılmazdık. Görürdük sanki tek gözlü devi, sihirli elmaları, değirmendeki cini… Öylesine vücut giyerdi ki anlattıkları, 30 sene sonra bugün bile bu satırları yazarken hâlâ görebiliyorum o görüntüleri. Yemyeşil gözleri ve bembeyaz sakalları ile yüzüne bakmaya doyamazdık dedemin. O varken biz dokunulmazdık, kimse cesaret edemezdi bize “şışşt” bile demeye.

Bayram sabahı anneannem, bütün aile için büyük bir kahvaltı hazırlardı. Bizler kızaran patateslerin ve patatesli bazlamaların kokusuna uyandığımızda, evin erkekleri çoktan namazdan dönmüş olurdu. Büyükler masanın etrafında birlikteliklerinin keyfini çıkartırken biz çocuklar da yer sofrasında anneannemin dillere destan gözleme ve bazlamalarını yeme yarışması yapardık. Olur olmaz, anlamlı anlamsız, hiç durmadan kahkahalar atar, türlü oyunlar oynar, kâh kızıp küser, kâh sarılır barışırdık ama bir arada olduğumuz için müthiş bir huzur ve keyif duyardık. Gün içerisinde misafirler gelir gider, sayısız el öpülür, harçlıklar toplanır, toplar birbiri ardına patlar, dolayısıyla da köşedeki bakkal harçlıkların yol bulduğu nihâî mekân olurdu.

Akşam olup da hava kararınca yeniden birlik sofrası kurulur, anneannemin duâlı ağzı ve yavrularının yanında oluşundan duyduğu şükür ve minnet duyguları ile pişirdiği o enfes yemekler itinayla mideye indirilirdi. Anneler evin arka odasında Ankara’yı tepeden seyrederek sohbet edip, geçen bir yılın tüm detaylarını birbirlerine tek tek anlatırken, babalar salonda memleket meselelerini konuşur, hemen her konuda da birbirlerine ters düşerlerdi.  Eski “İlerici Genç” olan babam memleketin kurtuluşunu farklı bir noktada görürken, sağın bile ona göre solda kaldığı eniştem “yok, o iş öyle olmaz” diye başıyla, eliyle jestler yapa yapa babama karşı çıkardı. Mutfaktan tavşan kanı çayın kokusu gelince herkes damak tadında hem fikir olur, ateşli tartışmalar yerini yumuşacık bir çay sohbetine bırakırdı.

Televizyon kimsenin umurunda olmazdı, bizler yeterince azıp kudurduktan sonra dedemin dizinin dibinde toplanıp, en meşhur masallarını dinlemeye koyulurduk. O akıl almaz, büyülü masallar ara sıra annemin, “babaaa, anlatma çocuklara şöyle cinli perili şeyler” demesiyle bölünür ama kimse ona kulak asmaz, biz işimize bakardık.

Sayılı gün ya, çabucak geçip gidiverirdi. Teyzemler Türkiye’nin bir ucuna, biz öbür ucuna yola koyulurduk. Yanımızda anneannemin yolluk olarak hazırladığı nevâlemiz, dedemin masalları ve geçen birkaç günün tadına doyum olmaz, 25-30 sene sonra bile anımsarken yüzüme tebessüm, içime coşku ve mutluluk veren anıları…

Bayram demek Ankara demekti bizim için. Anneannem, dedem ve yılda bir defa bu vesileyle görebildiğim kuzenlerim. Hârika yemekler, harçlıklar, ateşli tartışmaların ardısıra gelen kahkahalar demekti. Huzur demekti, birlik demekti. Ne kadar ayrılırsak ayrılalım, ne kadar uzaklara gidersek gidelim, bir sonraki bayram yeniden biraraya gelmek demekti.

 

Ne Haber? Kerim Vakfı Hizmete Başlıyor

İslâm’ın yaşam biçimlerinden biri olan tasavvufun kişilerin ve toplumların ortak dili olabileceği inancıyla yola çıkan ve ülkenin köklü tasavvuf geleneğinin evrensel bakışını anlayabilmek ve tanıtmak üzere Cemâlnur Sargut öncülüğünde kurulan Kerim Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı, 28 Temmuz 2013 Pazar günü, Âdile Sultan Sarayı’nda verilen iftar yemeği ile tanıtıldı.

Kerim Vakfı, tasavvufun günümüz sorunlarına cevap verip insanı madden ve mânen sıhhate kavuşturan ahlâk anlayışını, aynı zamanda ülkeler arasındaki din, dil, ırk, mesafe ayırımlarını kaldıran evrensel bakışını anlayabilen, yaşayabilen, tanıtan, yüksek ahlâklı, devrin bilgisine sahip, girişimci, yenilikçi, dinamik ve sağlam düşünceli bir nesil yetişmesi için resmî ve özel kuruluşlarla işbirlikleri geliştirmeyi hedefliyor.

Vakıf, Tasavufun Kişilerin ve Toplumların Ortak Dili Olabileceği İnancı Doğrultusunda Çalışacak

Tasavvuf irfânına olan derin vukûfiyeti, tükenmez aşkı ve bilgisi ile karşımıza çıkan ve devrin ihtiyacı olan tasavvuf terbiyesini akademik düzeyde vakıflar ve dernekler çatısı altında, hem kendimize hem de insanlık âlemine tanıtmak amacıyla Amerika ve Çin’de İslâm kürsüleri kuran Cemâlnur Sargut  önderliğinde faaliyet gösterecek olan Kerim Vakfı, eğitim, yardım, kültür, sosyal sorumluluk, her türlü yayıncılık ve tanıtım faaliyetlerinde bulunacak.

Ülkenin eğitim, kültür ve sağlık düzeyini yükseltme, aynı amaçla kurulmuş resmî ve özel kurumlarla işbirliği yapma ve bu kurumlara yardımcı olma yaklaşımıyla hizmetlerine başlayan Kerim Vakfı için Cemâlnur Sargut şunları söylüyor: “İnsanın çevresiyle kurduğu ilişkiyi Allah ile irtibat olarak algılaması ve buna göre yaşaması tasavvuftur.  Allah ise kulunu hem içeriden hem dışarıdan sarmıştır. O halde bizim tasavvufa çağırmamız, Kur’an’da da bildirildiği üzere, dış dünyada Allah’ın âyetlerini görmekten ve özellikle kendi içimizdeki hakikate yönelmekle hâsıl olan bir zevke çağırmaktan ibârettir.”

İftara Sanatçılar da Destek Verdi

İftarda Lâ Edrî Topluluğu ve ardından da ses sanatçısı Melihat Gülses ve saz arkadaşları birer konser verirken ebrû sanatçısı Hikmet Barutçugil de “Elif” serisinden bir eserini gecede vakıf yararına yapılan çekilişe bağışladı.

 

Mütercimden

Omid Safi, North Carolina Üniversitesi’nde İslâmî Araştırmalar profesörü. Uzmanlık alanı, Çağdaş İslâm Düşüncesi ve Tasavvuf. Özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v) ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi evliyâullahın hayatlarının gündelik yaşantımızla hâlen devam etmekte olan ilişkisi üzerine çalışıyor. Safi’den, North Carolina Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsünün kuruluşuna bizzat şâhitlik etmiş bir uzman olarak Ken’an Rifâî Hazretleri ile kısa bir yazı istedik. Yazısını Türkçe ve İngilizce olarak sizlerle paylaşıyoruz.

Kenan Rifâî, tasavvuf geleneğinin ortaçağ kavrayışından modern çeşitliliğe geçişinin ve dönüşümünün tezâhürü olan en önemli Osmanlı/Erken Cumhuriyet Dönemi tasavvuf büyüklerinden biridir. Tasavvuf geleneğinin özelliklerinden biri de devre göre uyum göstermektir: Tıpkı akıp giden ve etrafın rengine boyanan bir su gibi.

Ortaçağ geleneğinde tasavvuf, geleneksel bir silsile modeline bağlıydı ve çoğunlukla tekke ve dergâh gibi kurumsal mekânlarda icrâ edilirdi. Kenan Rifâî de bizzat böyle kurumlarda yetişmiş, Rifâîyye, Şâzelîyye, Mevlevîyye ve diğer tasavvuf silsilelerine müntesip olmuştur. Bununla beraber Kenan Rifâî, etrafındaki dünyanın değişen tabiatının farkındadır ve bu sebeple tüm dünyanın bir tekke gibi hizmet etmesi gerektiğini düşünmüştür. Bu değişiklikler aynı zamanda 1925 tarihli tekkelerin kapanması kanununu da kapsayan Atatürk’ün getirdiği yenilikleri de yansıtmaktadır. Dahası, Kenan Rifâî tasavvufun üniversitelerde kendine yeni bir yer edinmesi gerektiğini de belirtmektedir. Bu bakımdan Kenan Rifâî mirası bizim için birçok yönden önemlidir: İlki ve büyük ihtimalle en önemlisi, Hz. Mevlânâ ve Hz.İbni Arabî’nin öğretilerinin Kur’an’ın yorumu ve Hz. Peygamber’e ve onun âilesine olan derûnî bir bağlılık ile hârikulâde bir şekilde harmanlandığı son dönem Osmanlı geleneğindeki zirvelerden birini teşkil etmesidir. Mükemmel bir çeviriyle İngilizcesi de bulunan Mesnevî Şerhi, üzerinde çok iyi bir şekilde çalışılmayı hak etmektedir. Victoria Holbrook’un muazzam çevirisi sayesinde bu eser tüm okurlara sunulmuştur. Son olarak, gerek Türk ve gerekse uluslararası üniversite öğrencilerinin müthiş ilgileri, Kenan Rifâî’nin tasavvufun ideallerinin üniversitelerde incelenmesi dileğine ithaf olunmuş kalıcı bir hürmet gibidir âdetâ.

FROM THE TRANSLATOR…

Omid Safi is a proffessor of Islamic Studies at the University of North Carolina at Chapel Hill. His expertise is on Modern Islamic Thought and Sufism. He works especially on the ongoing relationship between the Prophet’s and saints like Mawlana Jalaluddin Rumi’s lives with our daily living. As an expert who happened to be one of the firsthand whitnesses to the inauguration of the Ken’an Rifai Chair of Islamic Studies in the University of North Carolina, we have asked from him a short article on revered Ken’an Rifai. We share this article in its original English along with the Turkish translation.

Kenan Rifai is one of the most important late Ottoman/Early Republican Turkish Sufi masters who embodies the transitions and transformations of the Sufi tradition from its medieval conception to the modern variety. One of the characteristics of the Sufi tradition has been its ongoing adaptability: it is like the water the keeps flowing, and absorbing the color of its surrounding.

The Sufi tradition in a medieval tradition was tied to a conventional silsila model, and found in institutional homes like the Tekke/Dergah. Kenan Refai himself was a product of such an institutional setting, and featured multiple initiations in the Rifai, Shadhili, Mevlevi, and other Sufi lineages. Yet Kenan Refai was aware of the changing nature of the world aroundhim, and decided that the whole earth was to function as a tekke. These changes also reflected with the changes brought about by Ataturk, including the closing down of the Tekkes through the formal 1925 law. Furthermore, Kenan Refai indicates that the Sufi teachings were to find a new home in the university. In this way, the legacy of Kenan Refai is of importance for us for a number of reasons: first and perhaps foremost, he represents another zenith point of the late Ottoman tradition that offers up such a beautiful combination of the teachings of Mawlana Rumi (Mevlana), Ibn ‘Arabi, combined with commentary on the Qur’an and a heartfelt devotion to the Prophet Muhammad and his family. His commentary on the Masnavi (available in a wonderful English translation) deserves to be studied closely, and thanks to the magnificent translation by Victoria Holbrook, it is now accessible to all readers. Lastly, the immense interest among university students in both Turkey and internationally is a lasting tribute to Kenan Rifai’s wish that the ideals of Sufism be studied in universities.

 

 

Nefis ile Sohbetin Tadı

Olduğun şey ne ise o yok.

Olmayanı tadıyorsun.

Sen tattığın şey isen, sen de yoksun.

Ne, nasıl, neyi, nerede, ne zaman tadıyor diye sorgulamaya başlamak demek, aklın tek başına yetmediğinin farkına varmasıdır bir anlamda. İnsanın gönlü duruyor. Ona sesleniyor.

Akıl, gönlü kendi pusulası olarak belirleyince ferahlıyor. Sorusu kalmıyor. Sorular, cevap oluyor. Aslen sorular cevapların ta kendisiymiş. Bu rahatlık ile birlikte gönlüne yöneliyor. Gönül ile bakmaya başlıyor insan. Yokluğun idrakı ile yok oluyorsun.

Herkes ve her şey gibi kalem hâlen hareket ediyor.
Herkes ve her şey gibi mürekkep hızla  dökülüyor.
Herkes ve he rşey gibi kâğıt değişiyor.

Varlık kalıyor bir tek.
Fazlası için tüm hareketler, hızlar, değişimler yetmiyor.

İnsan, yalnızken aralanmayan kapılara sahip. İstiyor ardındakini. Yaslanıp teslim oluyor ardına kapının. İstiyor yalnızca. Onu memnun edebilmiş olma ümidiyle hâlinden memnun.

Çok şükür.