Bayramı Bayram Etmek!

Bayram demek Ankara demekti bizim için! Ankara demek anneanne ve dedenin yumuşacık, sevgi dolu, koruyucu ve dâimâ kayırıcı kanatlarının altında bütün çocukların ve torunların,  Türkiye’nin dört bir yanından gelerek toplanması demekti. Anneanne ve dede, sevgi demekti, mutluluk demekti, sonsuz bir şefkat ve bağışlayıcılık demekti.

İşte aklımın erdiği yıllardan itibaren bayram benim için bu bahsettiklerime imkân sağlayan, heyecanla beklenen, anlamından haberdar olmasam da getirisinden dâimâ memnun kaldığım o birkaç güne denirdi.

Bayram yaklaşırken benim ve kardeşimin içine de bir sevinç ve heyecan düşerdi. Her sene yolun başlangıcı Türkiye’nin bir köyü ya da kasabası olurken, varış noktası dâimâ Ankara’nın her dâim yokuş yukarı Cebecisi olurdu. Babamın inşaat mühendisi olması nedeniyle bizim de mekânlar ve şehirler ile hukukumuz ancak bir proje ömrü kadar olurdu. Kimi sene Samandağ Antakya, kimi sene Aliağa İzmir, kimi sene de Eğirdir Isparta’da başlayan o telâş ve coşku, Ankara’da, benim için sadece huzur ve mutlulukla özdeşleşmiş o küçücük, eski, asansörü ve alafranga tuvaleti bile olmayan, floresanları, kırmızı ampulleri ve gökkuşağını evin dört bir duvarına düşüren kristal avizeleri ile rengârenk bir apartman dâiresinde doruğa ulaşırdı. Doya doya yaşanır, sindirilir ve bir sonraki bayrama kadar anneannemin bizim için özenle hazırladığı mendile sarılı bir tesbih ve 10 lira ile birlikte sol iç cebimize saklanırdı.

Anneannemle dedemin 9 metrekarelik yatak odası ise bizim için evin engüzel mekânıydı. Neden mi? Çünkü o küçücük, sıcacık ve dâimâ Kâbe kokan odadaki 120 cm’lik yatak, evin bütün torunlarını alırdı da ondan. Hâlâ düşünürüm; 2 yetişkinin bile zar zor sığabileceği o yatağa nasıl olurdu da bir de 4-5 tane torun eklenirdi? Anneannem önce bize ezberlettiği bütün duâları okutur, sonra da tek tek “seni kim yarattı, kimin kulusun…” diye devam eden sualler sorar, biz de hızlıca hepsini cevaplayıp bir an önce dedemin masallarına geçmek isterdik. Anneannemin bölümü tamamlandıktan sonra dedem Binbir Gece masallarından bölümlerle bizi müthiş bir maceraya çıkartırdı. Bayılırdık dedemin masallarına, saatlerce anlatsa bile hiç sıkılmazdık. Görürdük sanki tek gözlü devi, sihirli elmaları, değirmendeki cini… Öylesine vücut giyerdi ki anlattıkları, 30 sene sonra bugün bile bu satırları yazarken hâlâ görebiliyorum o görüntüleri. Yemyeşil gözleri ve bembeyaz sakalları ile yüzüne bakmaya doyamazdık dedemin. O varken biz dokunulmazdık, kimse cesaret edemezdi bize “şışşt” bile demeye.

Bayram sabahı anneannem, bütün aile için büyük bir kahvaltı hazırlardı. Bizler kızaran patateslerin ve patatesli bazlamaların kokusuna uyandığımızda, evin erkekleri çoktan namazdan dönmüş olurdu. Büyükler masanın etrafında birlikteliklerinin keyfini çıkartırken biz çocuklar da yer sofrasında anneannemin dillere destan gözleme ve bazlamalarını yeme yarışması yapardık. Olur olmaz, anlamlı anlamsız, hiç durmadan kahkahalar atar, türlü oyunlar oynar, kâh kızıp küser, kâh sarılır barışırdık ama bir arada olduğumuz için müthiş bir huzur ve keyif duyardık. Gün içerisinde misafirler gelir gider, sayısız el öpülür, harçlıklar toplanır, toplar birbiri ardına patlar, dolayısıyla da köşedeki bakkal harçlıkların yol bulduğu nihâî mekân olurdu.

Akşam olup da hava kararınca yeniden birlik sofrası kurulur, anneannemin duâlı ağzı ve yavrularının yanında oluşundan duyduğu şükür ve minnet duyguları ile pişirdiği o enfes yemekler itinayla mideye indirilirdi. Anneler evin arka odasında Ankara’yı tepeden seyrederek sohbet edip, geçen bir yılın tüm detaylarını birbirlerine tek tek anlatırken, babalar salonda memleket meselelerini konuşur, hemen her konuda da birbirlerine ters düşerlerdi.  Eski “İlerici Genç” olan babam memleketin kurtuluşunu farklı bir noktada görürken, sağın bile ona göre solda kaldığı eniştem “yok, o iş öyle olmaz” diye başıyla, eliyle jestler yapa yapa babama karşı çıkardı. Mutfaktan tavşan kanı çayın kokusu gelince herkes damak tadında hem fikir olur, ateşli tartışmalar yerini yumuşacık bir çay sohbetine bırakırdı.

Televizyon kimsenin umurunda olmazdı, bizler yeterince azıp kudurduktan sonra dedemin dizinin dibinde toplanıp, en meşhur masallarını dinlemeye koyulurduk. O akıl almaz, büyülü masallar ara sıra annemin, “babaaa, anlatma çocuklara şöyle cinli perili şeyler” demesiyle bölünür ama kimse ona kulak asmaz, biz işimize bakardık.

Sayılı gün ya, çabucak geçip gidiverirdi. Teyzemler Türkiye’nin bir ucuna, biz öbür ucuna yola koyulurduk. Yanımızda anneannemin yolluk olarak hazırladığı nevâlemiz, dedemin masalları ve geçen birkaç günün tadına doyum olmaz, 25-30 sene sonra bile anımsarken yüzüme tebessüm, içime coşku ve mutluluk veren anıları…

Bayram demek Ankara demekti bizim için. Anneannem, dedem ve yılda bir defa bu vesileyle görebildiğim kuzenlerim. Hârika yemekler, harçlıklar, ateşli tartışmaların ardısıra gelen kahkahalar demekti. Huzur demekti, birlik demekti. Ne kadar ayrılırsak ayrılalım, ne kadar uzaklara gidersek gidelim, bir sonraki bayram yeniden biraraya gelmek demekti.

 

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın