Yazılar

Editörden (Mayıs-Haziran 2016)

Merhaba Dostlar,

Hepimize Ramazan ayının maddî ve mânevî bereketini dileyerek Her Nefes Mayıs-Haziran 2016 sayımıza hoşgeldiniz diyoruz. Bu sayıdaki konumuz, karşılıksız hizmet, fedakârlık ve vefâ üzerine, yani Türk Kadınları Kültür Derneğimizi anlatmaya çalışalım istedik.

Diğer bir deyişle konumuzu, Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50 yıllık dolu dolu hizmet hayatı ve 51. yaşına da aynı hizmet aşkı ve gayreti ile başlaması olarak belirledik. Yarım asırdır karşılıksız hizmet eden derneğimiz hakkında düşüncelerimizi ve hissettiklerimizi siz gönül dostlarımızla paylaşalım istedik.

Türk Kadınları Kültür Derneği’nin -kısa adı ile TÜRKKAD’ın- başkentimizdeki Genel Merkezimizin organize ettiği 51. yaş günü yemeğinde, bütün şube başkanlarımız vardı. Tüm şube başkanlarımız ve büyüklerimiz, TÜRKKAD üyesi olmanın mutluluğunu ve karşılıksız hizmetin ne olduğunu bizlere halleriyle anlattılar. Onlardan gördüklerimiz ve öğrenmeye çalıştıklarımızla bizler de kendi elimizden geldiği kadar bu geniş, büyük ve sevgi dolu ailenin parçası olmaya çalışıyoruz. Allah lâyık etsin inşallah. Her Nefes ekibimizin büyük çoğunluğu gerek sempozyumlarda, gerek kermeslerde, gerek burslara katkıları ile derneğimize hizmet etmeye çalışıyor ve inşallah bu gayretimiz büyüklerimiz gibi son nefese kadar fîsebillullah devam edecek.

İşte tam da bu nedenle istedik ki derneğimizin düzenlediği tüm faaliyetlerde çalışırken veya bu faaliyetlere katılırken yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi anlatalım, paylaşalım. Bu sâyede ülkemizin, insanımızın fikrî ve mânevî hayatının nasıl değiştiğini, nereden nereye geldiğini, Türkiye’de kadının nereden nereye geldiğini ve insanımızın 50 yılda aldığı yolu gözden geçirelim, annelerimizi, eşlerimizi, evlâtlarımızı, vatan aşkını, vefâyı yeniden ve dâimâ hatırlayalım istedik.

İstedik ki 50 yıldır Türk kadınının ve insanının merhametini, karşılıksız hizmetini, cinsiyet ve milliyet ayırmadan her insana aynı zenginlikte akıtan, insanlığı, vericiliği Türk ismine yakışan ve en seçkin şekilde sergileyen derneğimizi bu vesile ile daha iyi tanıyalım, tarihini anlatalım, daha önemlisi bu 50 yıllık emeği tüm okurlarımız ile paylaşalım istedik.

Dolayısıyla bu sayıda dileğimiz, geniş TÜRKKAD ailesini, karşılıksız hizmet anlayışıyla sadece hayır için gönüllü olarak çalışan derneğimizi, kadın-erkek tüm üyelerini, bu işe gönül verenleri anmak, anlamak ve anlatmaya çalışmaktır. Elbette böyle yarım asırlık bir hizmet hikâyesini anlatmak çok kolay olmadı. Eksikleri hoşgörmenizi ve bizim acemiliğimize vermenizi rica ediyoruz. Kusurları bizlere, güzelliği her şeyin sahibine ait olmak üzere tekrar hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Mayıs-Haziran 2016)

“Hazret-i Mevlânâ öyle buyuruyor: Kadınlara muhabbet etmeyen ve mağlûp olmayanlar, akılsız câhillerdir. Muhabbet eden ve mağlûp olan ise âkillerdir. Onun için, hayvan dişisine muhabbet etmez ve mağlûp olmaz. Bu, insana verilmiş bir haslettir.

Resûlullah Efendimiz’e bir gün zevcelerinden birinin canı sıkılarak mübârek göğüslerinden itmiş. Valdesi de orada imiş. Kızına canı sıkılarak azarlayınca, Efendimiz ‘Bırak, bırak… onlar bundan fazlasını yaparlar da ben yine hoşgörürüm. Sizin içinizde hayırlı olanınız, ehline hayırlı olandır’ buyurmuşlar.

Bir gün de Hazret-i Ömer’in, zevcesine canı sıkılmış, bağırıp çağırıyormuş. Zevcesi ‘Kuzum sana da ne oluyor? Resûlullah, zevcelerinden ne ağır muameleler görüyor da yine tahammül ediyor…’ deyince Hazret-i Ömer, Resûlullâh’ın zevcâtından olan kızı Hafsa’yı düşünerek ‘Eyvah, o da böyle yapıyorsa yazık ona…’ demiş ve sonradan kızına ‘Sakın sen Ayşe’ye bakıp onun yaptıklarını Resûlullâh’a yapmaya kalkışma… çünkü o hepinizden makbuldür’ demiş.

Evet, zâhir cihetiyle erkek kadına galiptir. Fakat mânâ cihetiyle kadın erkeğe galiptir. Kadına hürmet, onun mantosunu tutmak, arkasından yürümek demek değildir. Kadına hürmet, ona her zaman için incelikle muâmeledir.

Ârif kişinin kadına hürmeti, Allah’a muhabbetidir. Çünkü onda Hakk’ın pertevini, nurunu görür. Kur’an-ı Kerîm’de de ‘Biz her şeyi tek bir nefisten halk ettik ve eşini de ondan halk eyledik buyurulur. Eğer erkek kadınla sâkin olmasaydı, yalnız ilâhî tecelliyâta dalıp ondan başka hiçbir şeyle sâkin olamazdı. Cenâb-ı Hak ‘Ey mutmainne olan nefis, sen Rabbine, o senden sen ondan râzı olduğun halde dön’ diyerek müennes olan nefse hitap ediyor.

Her şeyin olduğu gibi nefsin hakikati de Allah’tır. Ondaki nefislik, kötü ahlâktır. Bunlardan sıyrılınca, ruh, eziyet etmiş olduğu bu nefse acır ve ettiklerine üzülür. Hâsılı insan, kâmil olursa, elbette dişisine hürmet eder. Ama câhil olursa onun hâkimi ve galibi olur. Kadın, esas itibariyle erkeğin yoldaşı, hâldaşı, sırdaşı, kendidir.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 179-180)

 

TÜRKKAD, Aşk ve Şevkle Hizmette!

Muhterem annemiz Sâmiha Ayverdi’nin fikrî ve mânevî önderliğinde 6 Mayıs 1966 tarihinde kurulmuş ve bu sene 50. hizmet yılını tamamlamanın idraki içinde olan Türk Kadınları Kültür Derneği Genel Merkezi bütün şubelerinin başkanları, değerli üyeleri ve misafirleriyle birlikte 51. yılına girişini kutlamak üzere toplanmış bulunuyor. Bu beraberlik için ne kadar şükretsek az. Allah birliğimizi dâim etsin efendim.

Aziz Sâmiha Annemizin işaret ettikleri üzere, hizmeti Allah’ın kendisine bir tebessümü olarak gören, insanlara ve cemiyete hiçbir karşılık beklemeden faydalı olma anlayışına sahip bir hizmet kapısındayız. Gâyemiz, millî varlığımızı oluşturan kültürümüze, mânevî değerlerimize ve kıymet hükümlerine sahip çıkmak, cemiyete aktarılmasına yardımcı olmaktır.

Allaha şükür ki bu gâyeler doğrultusunda İstanbul, Kütahya, Isparta, Konya, Manisa, Gaziantep, Adana ve Bursa şubelerimizle birlikte hizmetlerimize aşk ve şevkle devam etmekteyiz.

Genel merkez olarak bugün genel kurulumuzu yaptık. Aramıza artık Antalya Şubemiz de katılıyor. Böylece şube sayımız dokuz olmakta. Hayırlı olması temennisiyle daha da çoğalarak hizmetlerimize devâm etmek nasib olur inşallah.

Burada özellikle İstanbul Şubesi Başkanımız Cemâlnur Sargut Hanımefendi’ye huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. Kendileri derneğimizin adını dünyaya tanıtmıştır. Amerika, Çin ve nihayet Japonya’da Hz. Kenan Rifâî İslâmî Araştırma Merkezlerinin açılmasında Türk Kadınları Kültür Derneği’nin imzasının yer almasına vesile olmuşlardır. Uluslararası toplantılarla gerçek İslâm’ın, muhterem büyüklerimizin ülke çapında ve dünyada tanıtılmasında çok büyük gayretleri olmuştur. Allah kendisinden râzı olsun efendim. Ne kadar teşekkür etsek azdır.

Daha nice seneler hizmette bulunmamız dileğiyle hepinizi saygılarımızla selâmlıyor, derneğimizin âhirete intikal etmiş üyelerini başta annemiz Sâmiha Ayverdi Hanımefendi olmak üzere aziz ruhlarına Fâtihalar göndererek yâd ediyoruz efendim.

Efendim, hep beraber ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması, vatanımızın ve milletimizin huzur ve sükûnu, birlik ve beraberliğimizin sağlanması, millî bütünlüğümüzün korunması için duâlar ediyor, aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyor, duâlarımızla yakınlarına ve Türk milletine sabırlar diliyoruz.

Emine Bağlı

TÜRKKAD Genel Başkanı

 

(Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kuruluşunun 50. yılı dolayısıyla 14 Mayıs 2016 akşamı Ankara’da düzenlenen akşam yemeğinde yapılan konuşma)

“Biz O Mürşid Sayesinde Buraya Toplandık”

Efendim, geçen gün Gülşenî Hazretleri’nin sempozyumunda bir dostumuz bize şunu hatırlattı: Peygamber Efendimiz vefat etmeden önce tam son anında salâvat getirmemiş, “eşhedü enlâ ilâhe illallah” dememiş, sadece bir kelime söylemiş: “Refikim ne güzeldir.” Yani mürşidim ne güzel, demiş.

Şimdi biz o mürşid sayesinde buraya toplandık. O mürşid sayesinde, onun verdiği enerjiyle devam ediyoruz. (Emine Bağlı) Ablam bir sürü güzel söz söylediler. Ama o, ablamın büyük lûtfu. Kendisinin çok büyük desteği var arkamızda. Ama yani hepimizin adı unutulacak, ama Kenan Rifâî Hazretleri’nin adı üniversiteler durdukça bâkî kalacak. Sâmiha Annenin adı hiç unutulmayacak. İşte bize bu şeref nâil oldu. Yani “refikim ne güzel” diyerek vefat eden bir peygamberin bize öğrettiği mürşid sevgisini yaşamak, yaşatmak, paylaşmak nasip oldu.

(…) Ve her zaman Allah bizlere hizmetçi olmayı, hizmet etmeyi ve bu şekilde Allah’la irtibatımızı artırmayı nasip etsin. Bize öğretilen şey, “gelmeyen git, sana kötülük edene iyilik et, herkesle dostluk et, gözünü sadece odağa dik, -merkeze-, geri kalan hiçbir şeyle meşgul olma”ydı.

Bize öyle bir enerji ve hedef aşıladılar ki işte bugün görüyorsunuz bütün bunlar onların sayesine oldu. Allah nasip etsin daha büyük işler yapabilmeyi…    
(Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kuruluşunun 50. yılı dolayısıyla 14 Mayıs 2016 akşamı Ankara’da düzenlenen akşam yemeğinde yapılan konuşma)

Bir Vizyon ve Hizmet Markası: TÜRKKAD

Ankara’da 6 Mayıs 1966 tarihinde bir dernek kuruldu.

“Ev Kadınları Derneği” idi adı…

Mutasavvıf ve mütefekkir Sâmiha Ayverdi, o dönemde memleketin içinden geçmekte olduğu fikrî ve sosyal darboğazı aşmak, toplumu bölünme noktasına getiren fikir akımlarının gençler arasında tesir göstermesini aileyi ve ailenin temel direği olan kadını güçlendirerek engellemek ve toplumda birleşmeyi sağlayacak değerleri hâkim kılmak için gönül dostlarından Sabahat Gülây’a Ankara’da bir dernek kurulmasını telkin etmişti. İşte 1966’da kurulan “Ev Kadınları Derneği”, bu dernektir.

Bakanlar Kurulu kararıyla 1970’de “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” arasına alınan ve 1973’de değiştirilen adıyla Türk Kadınları Kültür Derneği…

Mânevî kurucusunun düsturuyla, karşılıksız ve menfaat hissinden tamamen uzak bir hizmet anlayışı ve aşkıyla yola çıkan bir grup insanın kurduğu hizmet kapısı… Hizmeti Allah’ın kendisine bir tebessümü olarak görenlerin kapısı…

Sâmiha Ayverdi söyle diyor: “Hür doğmuş olan insan, kendini, kendinde gizli ve mevcut olan iç kuvvetlerin emrinden kurtaramadığı, beşerî hassalarına hâkim olup onlara söz geçiremediği müddetçe, ister ilim, ister san’at, ister teknik veyâ devlet adamı olsun, ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmayan bir sürprizli bombadır ki, bir an iyilik yaparken, ednâ bir tahrikle, kötülük yapmaktan da geri kalmayacak olan zavallı bir esirdir. Şu hâlde, dünyâyı mâmûr eden, kendi kendinin efendisi olmuş bulunan insan olduğu gibi, vîrân eyleyen de gene maddece hür, mânâca esir olan adamdır. Dünyâ için en büyük tehlike ise, serseri mayınlar gibi, çarpacağı yer kestirilemeyen bu kendinden habersiz kalabalıklardır.” 

Millî mücadelede cephane taşıyan, can ve kan veren anaların kızları ve torunları, işte bu “kendi kendinin efendisi” olan ve “mânevî hürriyeti” yaşayan bir topluluğun da çekirdeğini oluşturmakta olduklarının bilinciyle çalışmaya başlıyorlar. Bu mânâda bugün geriye baktığımızda bir kere daha fark ediyoruz ki, derneğin vizyonu içerisinde çocukların yetiştirilmesi sorumluluğunu taşıyan annelerin fikren ve mânen güçlendirilmesi ve toplum içerisinde faal ve faydalı olmalarının sağlanması düşüncesi yer alıyor. Ancak kurulduğu günden bu yana derneğin çalışmalarının yöneldiği kitle hiçbir zaman yalnızca kadınlar ve anneler olmamış; bunu da o günden bugüne yapılan faaliyetleri ve katılımcıları tesbit eden fotoğraflarda görüyoruz.  

Ayrıca faaliyetler incelendiğinde dikkat çeken bir başka husus, toplumun her kesiminden ve farklı sosyal seviyelerinden gelen insanımız için hizmet üretilmiş olması. Okuma yazma bilmeyenler için okuma-yazma kursları düzenlendiği gibi, okuryazarların kültürel seviyelerinin yükselmesi için kitap tanıtma toplantıları da tertip edilmiş. Yine Osmanlı Paleografyası (Osmanlıca metinleri okuma) kursları açıldığı gibi doğru ve güzel Türkçe konuşma kursları da açılmış. Çocuklar için çocuk iftarları yapıldığı gibi, gençler için kültür gezileri ve konferansları da düzenlenmiş. Tiyatro eseri yarışmaları açıldığı gibi, çocuk şarkıları beste yarışmaları da gerçekleştirilmiş.

Toplumu ve gelişmeyi bir bütün olarak ele alan bir anlayış içinde ve kültürümüzü meydana getiren dil, din, tarih, sanat, örf ve âdetlerimizle ilgili konulara ağırlık verilmek kaydıyla çok çeşitli kültürel ve sosyal faaliyetler hayata geçirilmiş. Klasik sanatlarımızın ve mûsıkîmizin yaşatılması için kurslar açılmış, konserler yapılmış; yurt içinde ve yurt dışında Türk süsleme sanatları ve Türk el işleri sergileri açılmış… Saz şairlerinin bestelenmiş şiirleri kayda alınmış… Türk kültür ve medeniyetiyle ilgili bilimsel toplantılar düzenlemiş, konferanslar verilmiş.

Bütün bu faaliyetlerle ilgili olarak dikkati çeken bir şey daha var ki, bu faaliyetlerde konusunun uzmanı ve liyâkat sahibi kişilerle işbirliği yapılmış. Derneğin arşivini incelediğimizde, meselâ mûsıkî çalışmalarında Çinuçen Tanrıkorur ve tarih ve kültür konferans ve gezilerinde de İlber Ortaylı gibi isimlerle ve üstelik bir defaya mahsus olmayan faaliyetler gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bu mânâda dernek, faaliyetlerinde ehliyeti ve kaliteyi esas alan bir anlayışı düstur edinmiş.

***

Yukarıda özetlenen bu faaliyetler, esasen yalnızca derneğin Ankara’da bulunan genel merkezi tarafından yapılanları yansıtıyor. Bugün Türk Kadınları Kültür Derneği, dokuz şubesiyle neredeyse tüm Türkiye sathında, kuruluşundaki aşk ve gayret esasına uygun olarak hizmette… Faaliyet alanlarındaki ölçek, inanılmaz bir boyutta genişlemiş durumda. Dernek, Anadolu’ya damgasını vurmuş bir mutasavvıfları anmak üzere her yıl düzenlenen uluslararası sempozyumlar, Hz. Muhammed dostlarına vefâ göstermek maksadıyla her sene verilen “DOST” İslâma Hizmet Ödülleri, “Bir Kul Bir Resûl”, “Osmanlı Devleti’nde Ehli Beyt Sevgisi” ve “Suyun Mimârî Yolculuğu” gibi sergiler dolayısıyla tüm dünyada ve Türkiye’de ilgili çevrelerce tanınır ve takdir edilir hâle gelmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde North Carolina Üniversitesi’nde ve Çin’de Pekin Üniversitesi’nde kurulan Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüleri ile, son olarak da Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde kurulan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, İstanbul Şubesi başkanı Cemâlnur Sargut’un öncülüğü ve derneğin kurumsal inisiyatifi ile gerçekleştirilmiş, İslâm ve insanlık âlemi için selâmet vizyonu taşıyan, uzak görüşlü ve muazzam projelerdir.

Bugün bir marka hâline gelmiş olan Türk Kadınları Kültür Derneği -2008’de tasdik edilen tüzük değişikliğinde yer alan kısa adıyla TÜRKKAD-, mayası insan-ı kâmiller tarafından çalınan her türlü işte olduğu gibi bir başarı ve bereket modeli olarak ortadadır. Aşk, birlik ve dirlik düsturundan ayrılmadığı müddetçe de daha uzun yıllar bereketli hizmetlerine devam edecektir.

“Hizmet Allah’ın Kuluna Bir Tebessümüdür”

Derneğimizin kuruluşunun 50. yılını kutlamak için Ankara’dayız. Bizim için büyük bir lûtuf olarak Bursa Şubesi’ni temsilen katılıyoruz.

Dernek kapısından içeriye girdiğimizde halleriyle konuşan büyüklerimiz karşılıyor bizleri…

Her birinde senelerin tecrübesi var. Birlik ve beraberlik içinde el ele yapılan hizmetlerden bahsediyorlar.

Heyecanları ve aşkları ilk günkü gibi…

Hepsinin buluştuğu tek sonuç şu:

Burası bir hizmet kapısıdır, hizmet ise Allah’ın kuluna bir tebessümüdür.

 

Bu kapı öyle büyük ki,

Huzur var bu kapıda…

Aşk var bu kapıda…

Aşkın benliğini yakıp yok ettiği özel insanlar var bu kapıda…

Allah rızası” için değil, “Allah için” hizmet edenler var bu kapıda…

Efendisine bende olanlar ve şehâdet edenler var bu kapıda…

Sâmiha Annenin dediği gibi “Hakikat dilencileri” var bu kapıda…

 

Allah bu kapıdan ayırmasın…

Efendimize lâyık talebeler olarak, uzun yıllar hizmet etmenin bizlere de nasip olmasını niyaz ediyorum.

 

Himmetleri dâim üzerimizde olsun inşaallah…

 

Ülkü Bozkurt

“Sâmiha Ayverdi’nin Önde Gelen Vasfı, Mutasavvıf Oluşuydu”

Sâmiha Anneyi tanıdığımdan beri, hep Sâmiha Annemi herkes tanısa, sevse, bilse, hep ondan bahsetsek, ondan konuşsak fikir ve isteğinde olmuşumdur. Bu yüzden de Sâmiha Anne hakkında konuşur musun diyenlere bütün aczime ve kifâyetsizliğime rağmen peki demişimdir. Sâmiha Anne’den bahsetmek… Ne büyük mazhariyet!

Mürşidine “Bugün de Sâmiha, yarın da Sâmiha, kıyâmete kadar da Sâmiha” dedirten, resminin arkasına “Ken’ân’ın emekleri mahsûlü Sâmiha Can” yazdıran, kendi ifadesiyle, mürşidinin rast ve cilalı bir aynadaki tam aksi olan Sâmiha Anne’yi, Sâmiha Ayverdi’yi anlatabilmek mümkün değildir. Bu büyük insanlar ne kadar gayret etsek anlatılamazlar. Ama çok vecheli, çok yönlü olan bu insanların bazı yönlerinden, vechelerinden bahsedilebilir. Şimdi ben de öyle yapacağım. Benimle alâkalı olan yönünden, yani 1950’li yıllardaki gençlerle olan alakasından ve anneliğinden bahsedeceğim. Büyük meziyetlerle, parlak kabiliyetlerle doğan bu büyük insan, çok küçük yaşından itibaren etrafını anlayan, hâdiselerin farkına varan, anlayabilen ve bunları ileride kullanmak üzere hâfızasında biriktiren değişik ve farklı bir çocukluktan sonra çok erken bir yaşında, kendisini devrin büyük mutasavvıfı, insan-ı kâmili, mürşid-i kâmili, müceddidi yani yenileyicisi olan Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin irşat halkasında buldu. Bir mutasavvıfın hayatı için çok kısa sayılabilecek bir devrede tüketicilikten üreticiliğe geçerek eserlerini vermeye başladı. (…) Bu suretle de cemiyete, insanlara hizmeti başlamış oldu.

Kendisi de bir mutasavvıf yazar olan Safiye Erol Hanımefendi insanları cemiyete bir norm, şekil, yaşama üslûbu getiren, müstahsillerle – o öyle diyor tabii- yani üreticilerle, bundan farkında olmadan faydalanan tüketiciler bulunduğu şeklinde insanları ikiye ayırır. İşte Sâmina Anne de erkenden müstahsil (üretici) sınıfa gelerek eserlerini vermeye başlamıştır.

Ezel anasından, büyük vazifeler, büyük mesuliyetler omuzlamak üzere doğan, büyük, üstün istidatlar, dünya planında büyük insanların ellerine tevdî edilirler ki, dünya planında geçirecekleri mahdut bir zaman dilimini, mânevî eğitimlerini bir an evvel yaparak alacakları mesafeleri çabuk kat ederek ve geçecekleri merhaleleri aşarak bir an önce müstahsil olarak halka, cemiyete faydalı olsunlar. Biliyorsunuz bu insanlara Kur’ân-ı Kerîm “sadıkûn” diyor. Bu “sadıkûn” dediği insanlar hakikati bilerek dünyaya gelmelerine rağmen, dünya planında bir mürşid-i kâmile intisap etmek ve mânevî eğitimlerini tamamlamak durumundadırlar. (…)

Peki, bu büyük insanlar kimdir dersek, bu büyük insanlar asırların dönemeçlerinde insanlar hakikati unuttukları, göremedikleri zaman, şaşırdıkları zaman, gaflette, dalalette kaldıkları zaman, kütlevî şuuraltının, kolektif şuuraltının çekişiyle zuhura gelirler. Ve devrin ihtiyaç ve talebine göre Kur’ân-ı Kerîm çerçevesinde tefsir ettikleri hakikati, bir mizan, bir yaşama üslûbu olarak cemiyete arz ederler. Kendi seçkin yakınlarına, talebelerine de bu sistemi, bu üslûbu sistemleştirerek yayma vazifesi verirler. Sâmiha Anne çok veciz bir şekilde (…)  bu hakikati bakın şöyle ifade eder:

“Mürşit, zamanın ihtiyaç ve talebini, hayat ve bekā şartlarını, çekirdek olarak bizzat hâlil olan üstün prensip, mürid de ondan aldığı emaneti kendi varlığında geliştirerek cemiyete maddî verimler hâlinde iâde eden, iâde ederken de fikri fiile çeviren, aksiyona çeviren aktif ve tamamlayıcı elemandır.”

Efendim, Sâmiha Anne, tasavvufî romanlar, hikâyeler yazmış bir yazar, tarih felsefesi diyebileceğimiz târihî eserler vermiş bir tarihçi, cemiyetin mühim meselelerine parmak basarak çözüm önerileri getirmiş bir mütefekkir ve kendine kalan çok az, çok kısa zamanlarında da gönlüyle söyleşerek, hasbıhal ederek mensur şiirler yazmış bağrıyanık bir âşıktı. Amma bütün bu saydığımız vasıflarının önünde gelen vasfı, mutasavvıf oluşuydu. Bütün faaliyetlerinin kaynağını mutasavvıf oluşu teşkil etmiştir.

Müminin gönül ikliminde, İslâm’dan imana, imandan ihsana doğru yükselen mânevî tekâmül, İslâm dininin bütün safveti, hassasiyeti ve derinliğiyle, Allah’ın emirlerine, Peygamber’inin ahlâkına göre yaşanması demek olan tasavvuf, Türk cemiyetine büyük insanlar vermiştir. Devamlı bir tekâmül kanununa yani ilerleme, gelişme kanununa uymuş giden dünyada insanlar gündelik hayatlarının hay ve huyu arasında pek farkında olmasalar da değişmek istedikleri gayenin öncüleri, insanların yüzünü iyiye, güzele, doğruya, temize çevirmek isteyen idealistlerin pek çoğu bu zümredendir. Sâmiha Anne de devrin anlayışını, vefâ seviyesini bir adım ileri götürmek, insanlığı bir bütün, ferdi de o bütünün aktif bir parçası hâline getirebilmek, insanları ferdî dert ve davâlardan, menfaatlerden küçük zevk ve zaaflardan kurtararak cemiyetin hayrına, insanların hayrına çalıştırmaya sevk edebilmek ve aslında onlara en iyi, en güzel, en doğru, en temiz kemâlin yani olgunluğun, ilerlemenin ve bilhassa müteal varlığın yani aşkın, yani Allah’ın hasretini, sevgisini ve iştiyakını aşılamak istiyordu. Bu planda, bu hususta çalışmaya kendini vermiş, devam etmiş gitmişti.

Dr. Turgut Alsırt

 

(Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50. Yılı kutlamaları çerçevesinde 15 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da yapılan “Vefâtının 23. Yılında Sâmiha Ayverdi” başlıklı toplantıda Dr. Turgut Alsırt’ın yaptığı konuşmadan alınmıştır.)

Bir Hizmet Kapısı: “Türk Kadınları Kültür Derneği”

Tasavvuf ehli olan rahmetli babam çocuklarına hizmet fikrini aşılamış, bu dünyada cemiyete karşı vazifelerimiz olduğu düşüncesiyle yetiştirmişti bizleri. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinin bulunduğu ve okunduğu bir evde büyüdük çok şükür.

1960 sonrası üniversitede öğrenciliğimin yıllarıydı. Türkiye’nin üzerinde oyunlar oynanıyor ve sol hareket, propagandasıyla hızla gençliğe yayılıyordu. Mukaddesâtımıza saygısızca hücum ediliyordu. Bunlara engel olmamız, dur dememiz lâzımdı.

Ankara’daki büyüklerimiz Sâmiha Annemize,  cemiyetin bu durumuna çok üzüldüklerini ifade ettikleri zaman kendilerinden “Üzülmekle bir şey halledilemez, dış mihraklı bu akımlara, organize olarak,  bilgi ile, millî ve mânevî değerlerimize sahip çıkmakla engel olmaya gayret etmelidir” cevabını almışlardır.

İşte böylece vatan, millet ve iman aşkıyla biraraya gelen büyüklerimiz bizlere de “hizmete koş” demişlerdi. Sâmiha Annemizin işaret ettikleri üzere Sabahat Gülây ablamızın başkanlığında bir dernek kurulacaktı. Sabahat Gülay, “Efendim benim yüksek tahsilim yok, nasıl yaparım?” dediği zaman Sâmiha Annemizden “Sizde bulunan iman, millî heyecan ve hizmet aşkı ile” cevabını almış ve işe koyulmuştu.

6 Mayıs 1966’da “Ev Kadınları Derneği” adıyla kurulacak derneğin sekizinci (8 numaralı) üyesi olmak şerefine nâil olduğum bu hizmet kapısında ilk yönetim kuruluna teklif edilmem ve seçilmem gençlere verilen değeri gösteriyordu. Bu güvene lâyık olmak için çok çalışıyor, verilen kararlar doğrultusunda gayretle hiç durmadan hizmet ediyorduk. Üniversitede talebe cemiyetinde de görevliydim. Hâdiseleri yaşamak, yakından tesbit etmek ve anlamak, dernek çalışmalarımda çok faydalı oldu. Sonraları devlette ve akademik sahada önemli görevler alan pek çok okul arkadaşım da (Hasan Celâl Güzel, Mehmet Keçeciler, Esat Güçhan,  İlber Ortaylı gibi) dâvâmıza sahip çıktılar. Dernek toplantılarımıza devam ettiler, toplantılarımızın düzenlenmesinde yardımcı oldular.

Dernek kurulduktan sonra kültür programları başta olmak üzere millî şahsiyetimizi oluşturan değerlerimiz üzerinde duruldu. Başta Sâmiha Annemiz olmak üzere, değerli yazarlar, akademisyenler, tarihçiler, edebiyatçılar konferanslar verdiler. Kitap tanıtma toplantıları, paneller tertiplendi. Gençlerimize derneğimizin kapıları açıldı. Her Salı günü konusunun uzmanları sohbetler yaptı. Akademik çalışmalar yapıldı. Gençlerimiz kültürünü, tarihini, geleneksel sanatlarını, mûsikîsini, doğru ve güzel konuşmayı, Osmanlı paleografyasını, güzel dilimizi verilen kurslarla öğrenme imkânı buldu. Edebi, terbiyeyi gördü. Programlarımızla ihyâ etmemiz gereken Ramazan âdetlerimizi, millî günlerimizin önemini, kermeslerimizin millî motiflerini gördü ve yaşadı.

Derneğimizin isim ve fikir annesi Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin, İstanbul Şubesinin kurulması için izin talebiyle Ankara’yı teşrif etmeleri, bizlere birlikte çalışmanın usûl ve adâbını, gönüllü hizmetin nasıl olması gerektiğini, hiyerarşiye riâyeti, birlik ve beraberlik içinde çalışmanın önemini ve değerini öğretti.

İlk genel başkanımız muhterem Sabahat Ablamız 36 sene boyunca derneğin kapısını Efendisini önden buyur ederek ve besmele çekerek açtı, hayatını dernekle birleştirdi. Dernek onun evlâdı idi. Türkiye sevdalısı, vatanı ve milleti için heyecan duyan imanlı bir Müslüman Türktü. Efendisinin prensiplerini esas aldı ve hep o doğrultuda çalıştı. Bizlerin de öyle olmasını isterdi.  

Kuruluşundan beri üyesi olduğum, cemiyete hizmet anlayışıyla kurulmuş bu mukaddes kapının âcizâne 16 yıldır genel başkanlığını yürütmekte olan bir hizmetkârım.  Bu kapıdan nasipdâr olmuş bir kişi olarak, yıllarını bu derneğe vermiş kıymetli arkadaşlarıma minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Başta Sâmiha Annemiz olmak üzere dünya değiştiren bütün büyüklerimizin ruhâniyetlerine sığınıyor ve onları rahmetle yâd ediyorum.

Sâmiha Annemizin tutuşturduğu bu ocak, bütün şubelerimizle ülkemizde ve dünyada genişleyerek ve büyüyerek tütmektedir. Bu ocağın kıymetini bilelim ve birlik içinde hizmette dâim olalım inşaallah.

Emine Bağlı

 

 

“Sâmiha Ayverdi Baştan Aşağıya Mürşidi Kesilmişti”

(…) Mekke’ye ilk gittiğimde safları sıklaştırın emri geldi. Ben bunu hep duyuyordum da İstanbul’da, onu Arapça duymak çok tesir ediyor, safları sıklaştırın… Yapıştık birbirimize, onlar Mâlikîler biliyorsunuz, iyice yapışıyorlar birbirlerine. Ayak ayak üstüne verdik, saf tuttuk. Hiç ayrılmaksızın, böyle tuğlanın tuğlaya yapışması gibi. O zaman bu sûreyi düşündüm ben. Ve biz belki dışarıda hiç anlaşamayacağımız insanlarla o namaz zevki içinde Allah aşkıyla tek vücut olmuştuk. O zaman farklılık kalkmıştı. O zaman ayrılık gayrılık yoktu. E biz bir namazda “bir” olabiliyorsak niye dışarıda olamıyorduk? Niye o birliği sağlayamıyorduk? Hele aynı mürşide gönül vermiş olanlar niye sağlayamıyorlardı? Niye farklılıkları görüyorduk mürşidi göreceğimiz yerde? Ondaki aşkı, ondaki sevgiyi, ondaki Allah görüşünü, idrakini göreceğimiz yerde… Bakın şöyle diyordu Sâmiha Anne (…):

 

“Öyle bir zevk içindeyim ki, öyle bir mestim ki, öyle yanıyorum ki, ‘Allah!’ dedim, bilmiyorum bağıran ben miydim yoksa sen miydin?  

‘Lebbeyk!’ dedi, bilmiyorum cevap veren ben miydim, yoksa sen miydin?”

 

Öyle bir hâle gelmiş ki, içinde baştan aşağı Allah’tan başka hiçbir varlık kalmamış ama dışında, karşınızda bir insanlık âbidesi, bir edep sultanı, bir hizmet sultanı, her an kendini insanlık âlemine adamış, her an kime ne faydam olsun diye düşünen bir sultan görüyorsunuz. Buna Peygamber Efendimiz için kitaplar “sabr-ı ânillah” diyorlar. Yani o varlığı idrak ettikten sonra dönüp halkla bu kadar iç içe geçebilmek… Bu kadar insanlara tekrar hitap edebilmek… Bu sabr-ı ânillahtır, ancak mürşid-i kâmilde görünür. Buna bekā diyoruz. (…)  Diyor ki Harakânî Hazretleri:

 

“Âşık sabah kalkar, sevdiğini düşünür. Mümin kalkar, ne öğreneyim diye düşünür. Âlim kalkar, ilmim en üstün diye düşünür. Hizmet ehli kalkar bizim gibi, bugün hangi gönlü memnun edeyim diye düşünür.”

 

İşte Hak için halkı memnun etme sanatı ancak bu derece Hak’la iç içe geçmiş bir ve beraber olmuş bir kâmil insanda tecellî edebilir, başka türlü olamaz. (…) Sultan Veled diyor ki, “sen hamama gittin mi odunun üstüne oturabiliyor musun, hayır. Kızmış taşın üstüne oturabiliyorsun, mermerin. İşte o kızmış taş mürşittir.” Çünkü o oduna dayanır, sen dayanamazsın. Sen ancak onun varlığıyla o ısıyı hissedebilirsin. Biz onun varlığıyla o ısıyı hissettik. Bize bir şey öğretmedi, ne kadar doğru söylediler, zorlamadı, şu âyeti gördük biz onun mânâsında: “Uy senden ücret istemeyene.”

 

O hep hediye verirdi, para dağıtırdı ama bu değilmiş mânâsı âyetin. O adam olmamızı bile beklemedi. O sadece verdi. Peygamber edâsıyla, ben sadece bana söyleneni tevdî ederim dedi. Onun dışı beni ilgilendirmez dedi. Ama bizle ilgilendi, bizi sevdi, azarladığı zaman da çok sevdi.

 

Bir keresinde öğrencilerim bana şikâyet ettiler başka bir hocayı. Bize “geri zekâlı” diyor dediler. “Şikâyet etmeyin” dedim, “Allah hiç sevmez.” Sonra düşündüm; “ara sıra ben de diyorum biliyor musunuz çocuklar” dedim. “Ama siz bizi seviyorsunuz” dediler. O bizi seviyordu. Biz sevildiğimizi hissediyorduk. (…) O ferdî değişimini bizim üzerimizde gösterdi. Bu lâfımı lütfen edepsizliğime verin, o bir çeşit devrimciydi. O gerçekten bizim taş gibi olan kalplerimizi mücevhere çevirip diriltti. Dışarı bıraksaydınız hepimiz beş para etmeyen insanlardık. O bizi aldı, yoğurdu, temizledi, uğraştı ve hiç vazgeçmedi. Yorulmadı, tekrar tekrar düzeltti, tekrar tekrar… Hepimizi kendi meşrebimiz içinde irşat etti ve düzeltti. Bizi sevdi ve kucakladı. Farklı davranmadı, hikâyelerle anlattı. Nasıl anlattı da bitiremedi ben inanamıyorum bazen Sâmiha Anne’ye. Gösterdi, yaşadı…

 

(…) O baştan aşağıya mürşidi kesilmişti. Hani filmde de anlatmaya çalıştığımız gibi, o yoktu, Ken’ân Rifâî’yi seyrediyordunuz karşısında. Biz Sâmiha Anne’de ne gördüysek ne bildiysek, annemde ne gördüysek ne bildiysek, Efendimin huyu ve âdeti olduğunu çok iyi bilirdik.(…)

 

Transformatör gibiydi, değiştirirdi insanları.  Enerji değişikliği yapardı. Bilkuvve olan yani içimizde kuvvet hâlinde bulunan enerjiyi bilfiile, harekete, insan olmaya çevirirdi. Mecburdunuz, aksi yapılamazdı. Bazen kardeşim bana -öyle bir ailede yetiştik- “Cemâlnur, nasıl hata yapabiliriz? Ailem bizden hata yapma hakkını kaldırdı” dedi. Çünkü imanlıydılar. Çünkü mükemmel olmaya çalışmıyorlardı ama Allah’ın istediği gibi yaşamaya çalışıyorlardı. Çünkü Kur’ân’ı yaşamaya çalışıyorlardı. Böyle bir öğretmendi Sâmiha Anne. (…)

 

Annem Meşkûre Sargut, Sâmiha Anne’yi “kırk yıl aynı mânâ yastığına baş koyduğum hayat arkadaşım” diye anlatır ve şöyle derdi: “Cemâlnur, Sâlih Yeşil’e gittim. Sâlih Yeşil bir Kadirî şeyhi, Şemsettin Yeşil’in mürşidi. Sâlih Yeşil’in bir bacağı yok. Ken’ân er-Rifâî Hazretleri yollamış annemi Sâlih Yeşil’e, kitabını bassın diye. Bir kere mürşidin mürşide hürmetine bakın. Sâlih Yeşil diyor ki, kızım, senin o mürşidin var ya, o mürşit devrin sahibidir. Ve vefat ettiği günde ölmeyi Allah’ımdan niyaz ediyorum. Beni davet et, onun cenazesinde bulunmak isterim. Sonra kendileri vefat ettiğinde geliyor, vallahi talkın verilmez, Peygamber kıldırıyor namazını diye bağırıyor. Sonra da anneme dönüyor, herkesin içinde, yemin ederim ki bu gece sabaha kadar bütün melâike Sâmiha Ayverdi’nin onun vekili olduğunu bağırdı diyor.” Annem buna ömrünün son anına kadar şâhitlik etti. (…)

 

Dua ederdi çünkü Sâmiha Anne “Meşkûre’nin duası kabul olur” ondan isteyin demişti. Birisi ondan dua istediğinde annem şöyle derdi: “Ederim çünkü Sâmiha Anne onunki kabul olur dediği için kabul olur.”

 

Şöyle diyor: “Sâmiha Ayverdi’ye dair konuşmak, kâmil insana, varlığın gözbebeğine dâir söyleşmektir. Onu anlatmak -anneciğimin beyanıyla- dile gelmez bir sırrı, bir hakikati kelâma, söze sıkıştırmaya kalkmaktır.” (…)

 

Bir başka büyük sultan, İlhan Ayverdi, Sâmiha Ayverdi için şöyle diyor: “Güzelden ses getiren güzel, ulvîden haber veren ulvî, Sâmiha Ayverdi hayatı boyunca yalnız ulvî kaynaklardan haber verdi.” Yani Sâmiha Ayverdi diye biri yoktu ortada. Derviş vardı. Derviş eşik demektir. O efendisinin eşiğiydi. Efendisinin kalemiydi, Efendisinin sesiydi. Efendisini anlattı, Ken’ân er-Rifâî’yi anlattı. Dolayısıyla kendisi baştan aşağıya Ken’ân er-Rifâî kesildi, o da ulvî oldu. (…)  

 

(Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50. Yılı kutlamaları çerçevesinde 15 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da yapılan “Vefâtının 23. Yılında Sâmiha Ayverdi” başlıklı toplantıda yapılan konuşmadan alınmıştır.)

 

“Oruç, Allah’ın İnsana Lûtfudur”

Çok şükür ki bir Ramazan ayına daha eriştik… Her Nefes’in bu sayısında Cemâlnur Sargut Hocamızla, yeni basılan “Ruhu Allah’a Yükselten Oruç” kitabı dolayısıyla Ramazan ayının mânâsını, orucun hakikatini, nefisle mücadeledeki yerini, açlığın maddî-mânevî yararlarını ve Kur’an’ın Ramazan ayında inmesinin arkasındaki hikmeti konuştuk.

Müge Doğan: Hocam, Oruç adlı kitabınızda Ramazan lâfzının mânâsıyla ilgili “Ramaza kızgın taşlar mânâsına gelir” şeklinde bir ifade var. Bir yerde de “Ramazan lâfzı ‘ramaz’ kökünden gelir, bu da güz yağmuruna verilen isimdir” denmiş. Bu her iki anlamı Ramazan ayının bize öğretmen istediği mânâ ile nasıl ilişkilendirirsiniz?

Cemâlnur Sargut: Ramazan bir kere kesinlikle sizin kullandığınız gibi tek başına kullanılmaz. Çünkü Allah’ın ismidir. Dolayısıyla kızgınlık günahların erimesini sağladığı için, sabrın zor bir şey olduğunu ama bu sabrın sonucunda da o kızgınlıkla günahların erimesini sağladığı için kızgınlık ile Ramazan birleştirilmiştir. Dolayısıyla Allah indinde bizim nefsimizle yaptığımız mücadele, direkt Allah tarafından değerlendirilip mükâfatlandırılır. Ramazan’ın hakikati budur. Güz yağmuru gibi olması da eriyen günahların yağmurla beraber vücudumuzdan çıkarılıp atılmasını gösterir ki vücut tamamen temizlenir ve Ramazan bittiği zaman insan vücudunda ne alışkanlıkların eserleri ne de günahların eserleri kalır. Dolayısıyla insan Allah’ı ile irtibat kurar, Allah’ına doğru yükselir, yücelir. Kendi nefsinden uzaklaşır, hakikati olan ruhuna yönelir. Vicdanı çalışmaya başlar ve basiret gözü açılır. İşte bütün bunlar, orucun insan sağladığı bir güzellik. Bunun yanında da Ramazan ayının mübârekliğini anlatır.

Müge Doğan: Oruç tuttuğumuz bu ayı kendi ismiyle şereflendirmiş; bu durumu “Oruç benim içindir” hadisiyle nasıl ilişkilendiririz?

Cemâlnur Sargut: Şimdi aslına bakarsan Recep-Şaban-Ramazan üç önemli aydır. Mutasavvıflar Recep ayının Allah’ın ayı olduğunu ve dolayısıyla kendi hakikatini ortaya koyduğunu, Şaban ayının Peygamber’in ayı olduğunu ve Peygamber’de tecelli ettiğini, onun için bet bereket ayı olduğunu, Ramazan ayının ise kulun ayı olduğunu ve Allah’ın kulda tecelli ederek kendinden kendine ihtiyaçsızlığını gösterdiğini anlatır. Dolayısıyla Allah’ın kulundan tecellisi dünyanın yaradılış sebebidir. Bu bakımdan da oruç, sanki dünyanın yaradılış sebebinin açığa çıktığı aydır. Ve Allah kulundan kendi ihtiyaçsızlığını âşikâr ederse -Samed sıfatını –kul Allah’ın bir ismine benzemeye çalışır. İhtiyaçsız olmaya gayret eder. Hiç olmazsa belli saatler içerisinde…  Bir de edebi hâl edinirse –ihtiyaçsızlığının yanısıra- yani öfkelenmez, kızmaz, içinden kötü şeyler geçirmez, kin tutmaz, nefret etmez, kimse aleyhine konuşmaz, kimseyi küçük görmezse o zaman Allah’ın kulda tam tecelli ettiği ortaya çıkar. Bu da kul için en büyük mükâfattır.

Müge Doğan: Yani bu ancak onun tenezzülüyle olan bir şey…

Cemâlnur Sargut: Ancak onun tenezzülü … Ama işte aşk o tenezzülü sağlar. Yani Allah aşkı o tenezzüle davetiye çıkarır adeta… O şekilde onu sağlar.

Müge Doğan: Peygamber Efendimiz “Bu, öyle bir aydır ki evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtulmaktır” diyor. Bu mânâyı açar mısınız?

Cemâlnur Sargut: Şimdi bir kere rahmet demek, Allah’ın tekrar insanı var etmesi demek… Tekrar tekrar her nefeste yeniden var eden Allah, rahmetiyle tecelli ettiği için biz her nefes yeniden diriliriz. “Evveli rahmet” demek, bizi Allah’ın affa, mağfirete, kendi hakikatinin ortaya çıkışına hazırlaması demektir. Recep ile Şaban aylarının hazırlayışı böyle bir hazırlayıştır. Sonra insan büyük bir zevkle Ramazan ayına girer ve Ramazan ayının ortasına doğru, gösterdiği edep, terbiye ve sabırla mağfirete ulaşır. Her yerde Allah’ı görme zevkine ulaşır. Ve sonunda da kendi varlığından arınıp temizlendiği için insanın içinde cehennemler kurulmaz. Bu dünyada cehennemde olmayan da öbür âlemde cehenneme gitmez.

Son on gün zaten Allah’ın kalplere indiği on gündür. Kur’an’ın tecelli ettiği zamandır. Bu şekilde de insan tamamen Allah’ına yönelir.

Müge Doğan: İtikâf zamanı mı deniyor buna?

Cemâlnur Sargut: Bazı insanlar Peygamber Efendimiz yaptığı için bu devreyi tamamen tefekkürle geçirirler. Buna itikâf denir. Genellikle camilerde yapılır. Kimseyle konuşmadan kendi içlerine dönerek tefekkür ederler. “Gecenin son üçte birinde ben gönüllere tecelli ederim” lâfının gerçekleştiği düşünülürse son on gün Kur’an’ın hakikati ve mânâsı bu şekilde gönüllere daha kuvvetle tesir eder.

Müge Doğan: Bu susma orucu ile birlikte…

Cemâlnur Sargut: Susma orucuyla birlikte artar… Evet.

Müge Doğan: Açlığın bedenimizdeki olumlu etkileri artık bilimsel olarak da kanıtlandı. Vücudumuza faydasının ruhumuza yansıması nasıl olur? Sadece Ramazan’da yaşadığımız bu etkiyi ne şekilde tüm aylara yayarak hayat şekli hâline getirmeliyiz?

Cemâlnur Sargut: Şimdi insanın aslında kâfir olan kısmı vücududur. Vücut olması itibariyle insan kendi vücudunu bir varlık zannettiği için küfre sürüklenir. Dolayısıyla açlık, insana ihtiyaçlarını ve varlığını unutturan bir şeydir. Bu bakımdan kendi vücudundan geçme zevkini yaşar insan… Yani yemek ihtiyacı kalkar, içmek ihtiyacı kalkar ve Allah’a odaklanır. Mutasavvıflar diyor ki, açlıkla vücudun damarları daralır ve tamamen mânâya açılır. Şunu görür ki insan, her şeyi veren yemek değil, mânevî zevklerdir; bunu idrak eder. Allah aşkıdır ve mânevî zevklerdir. Bu şekilde insan maddî hayattan ve mânevî ağırlıktan ve hayvânî tarafı olan sadece maddî varlığını, egosunu beslemekten uzaklaştığı zaman mânevî tarafı olan ruhu beslenir ve beşerlikten insanlığa doğru geçiş yapar. O bakımdan çok önemlidir.

Müge Doğan: “Oruç bir emanettir. Sizden biri emanetini muhafaza etsin” hadis-i şerifi ne demektir?

Cemâlnur Sargut: Oruç, Allah’ın insana lûtfudur. Bir emanet olarak verir yani kendi isimlerinden birini emanet olarak kulunda tecelli ettirir. Bu emanete riayet eder ve doğru kullanırsak büyük lûtfa uğrarız. Bunun için İbn Arabî Hazretleri “Oruç tuttum demek günahtır. Çünkü oruç tuttum demek ihtiyaçsızlık belirtir ki biz ihtiyaç sahibiyiz. Ancak Allah bizden tutabilir” diyor. Sadece bir tek yerde “oruç uttum” demek sevaptır. Meselâ öfkesini yendiği zaman insan “ben oruçluyum, öfkelenemem” demesi, o sevaptır, diyor. Onun haricinde günahtır diyor. Buradan anlaşılıyor ki işte oruç ihtiyaçsızlık dönemidir.

Müge Doğan: “Sahura kalkınız, çünkü sahurda bereket vardır” diyor hadiste.  Ve diğer dinlerdeki oruçlardan da farkının sahur olduğunu söylüyor Peygamber Efendimiz. Neden sahur bu kadar önemli?

Cemâlnur Sargut: Bir kere sahur, birlik-beraberlik ve toplu ibâdeti gerektirir. İkincisi sahurda bereketin dağıtıldığı söylenir. Yani hemen sabah namazından önce, o sahur saatlerinde Allah’ın insanın kalbine tecelli ettiği zamandır. İbadetlerin en kıymetli olduğu, duanın kabul edildiği zamandır. Ve meselâ normal zamanda zorlanan insan sahura çok büyük bir zevkle kalkar. Bir de bütün ailenin birlikte olduğu en güzel zamandır sahur. O zaman da üç kişi Allah’ı düşünür ve Allah için bir şeyler yaparsa Allah oradadır diyor mutasavvıflar… Demek ki tam beraberlik ve birlik oluşturur. Bu bakımdan bereket saatidir.

Müge Doğan: Orucun diğer farz olan ibadetlerden farkı ne? Namazdan, hacdan ve zekâttan farkı ne olabilir?

Cemâlnur Sargut: Namaz gözüken bir ibadettir. Zekât öyle… Hac öyle… İnsanın oruç tutup tutmadığını yalnızca insanın kendi bilir. Orada Allah’la tamamen başbaşa kaldığı ve samimiyetinin yalnız Allah tarafından bilindiği bir ibadet olduğu için orucun mükâfatı bendendir diyor Allah. O yüzden de çok önemli bir ibadettir. Hakiki bir ibadettir. İnsan halkı kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Oruç, Hakk’la arasında bir ibadettir.

Müge Doğan: Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında indirilmesindeki hikmet nedir?

Cemâlnur Sargut: Kur’an’ın mânâsı insanın en kendi nefsiyle mücadele ettiği zamanın zirveye ulaştığı anda insanın kalbine iner. Kur’an’ın şekli zamanla insana yavaş yavaş iner. Fakat mânâsı yani insanın âyetleri anlaması için nefsiyle mücadele edip maddî varlığından geçip mânevî varlğını ayakta tutması lâzım ki Allah’ın ilmi olan Kur’an’ı hakikatine ulaşabilsin. O bakımdan bu on gün içerisinde –on gün içinde hangi gün olduğu da bilinmez, her sene de değişir Kadir Gecesi; fakat Peygamber Efendimiz ibadetin birlik ve beraberlikte olmasının gerekliliğinin Allah tarafından emredildiğini bildikleri için ortak bir gece bulmuştur; 27. Gecesi gibi… – Aslında son on geceden herhangi biri Kadir Gecesidir.  

Müge Doğan: Teşekkür ederiz hocam…