Bahçemin Yaşayan Gülleri

Dünya üzerinde yaşanmışlıkların, paranın satın alabileceğinden daha fazla değeri olduğuna inanıyorum. Birisi isterse yerin altında tesisler dolusu altın biriktirebilir. Fakat âşikârdır ki nefsimin yaşanmışlıkları biriktirmesi için yalnızca bir ömür süre mevcut. Kısıtlı bir biriktirme alanı olan bu fiziksel ömürde herkes her gün durmadan yeni deneyimler ediniyor. Bu noktada insanoğlu olarak birbirimize çeşitli mecrâlar üzerinden yaşanmışlıklarımızı paylaşabiliyor, aktarabiliyor olmamız beni can damarımdan vuruyor. Paylaşımlarımızla da birbirimize iyice kenetleniyoruz. Sanki insanlık, köklerinden en üstteki yaprağına, kalın gövdesinden en narin çiçeğine, verdiği meyvenin öz dolu çekirdeğine kadar kocaman bir ağaç gibi yerkürede vücut bulmuş yekpâre bir şekilde olgunlaşıyor.

Yerküreye yayılmış insanlık ağacı gibi insanın da içinde yetişen bir bahçe var. Mâneviyâtın yeşerdiği, çiçek açtığı bir güzel bahçede gezinip duruyoruz. Benim gözler ise hep dışarıda… Kendimi içeri bir döndürebilsem kimbilir neler olacak neler? Döndüremiyorum. Âcizim. Şükür ki mânâ âleminin büyükleri, bizlerden evvel bu yerkürenin misafirleri olmuş güzeller, hep o bahçeden bahsetmişler. Her okuyuşta, her dinleyişte sanki insan hep o bahçeyi seyrediyor. Göremediğimi gösteriyorlar. Oralardan güzel bir bülbül uçuruyorlar. Sevgilinin sözlerini fısıldasın diye. Cennet isteğinden de cehennem korkusundan da geçmiş, cemâlden sesleniyor. Onların öpülesi elleri o kadar uzaklara uzanıyor ki insanın içine işliyor. İçinde de yeşeriyor. Güller açıyor.

Onların sözlerini işitenler de o güzellere uyacak olsa her yanı memnuniyet kaplayıverir. Zaten sanki ortada yalnız hâlinden memnun olmaklık var. İnsanın içinden dışarıya taşan, içini ve dışını birleyen o saf zevk. Aşk! İdrak etmenin zevki de bu olsa gerek. Erenlerin bize armağan ettikleri yaşanmışlıkları, insanlara sevgiliyi hatırlatmak üzere yazılmış birer hâtıra defterine benziyor. İnsan, hangi sayfasını okusa yalnızca sevgi doluyor. Bu hisleri aynı şekilde paylaşmayanlar da var tabii. Ezelî nasipte ne varsa insan onu yaşıyor. Bu böyledir. Kimi inkâr ediyor. Kimi teslim oluyor. Netice itibariyle herkes “Ol!” emrinin bir zuhûrâtı. “Ol”anlar arasında teslim olanlar, cemâlin rüzgarlarına kendilerini bırakmış güzel ameller diyarında huzurla akıp gidiyorlar… Aslında şu cüz’î akılla pek de bir şey bilmek mümkün değil. Şükür ki kendileri biliyorlar da bizi alıp götürüyorlar. Bize bildiriyorlar. Çok şükür…

Erenlerin İslâm’ı yaşayışlarındaki zarâfet ile insanlıklarındaki edebin âhengi gören gözü kendilerine hayran bırakıyor. Aşk, kendilerinden öyle bir taşmış ki zamanı mekânı hepsini aşmışlar. Doğrudan sevgilinin kapısında nöbet tutar olmuşlar. Bir anlık kavuşma için yanmışlar tutuşmuşlar. Kendilerinin bıraktıkları eserlerde, bakışlarda, attıkları bir adımda, ellerinin uzanışında, sevgililerinden bahsedişlerinde ve bütün hallerinde bir aşk ediş, aşka yöneliş var. Bu bir deneyimdir, yaşanmışlıktır. Bunun aktarımı da bir imkândır, bir mucizedir. Hz. Peygamber’in miraçtan “Ümmetim!” diyerek dönmesi bizlere ne büyük nimettir. Kendileri ne güzel aşktır. O’nun ahlâkı ile ahlâklanmışların her an, dünyaya fayda ve güzellik saçmaları sebebiyle kendilerinden Allah razı olsun… Sanki yağan rahmet yağmurlarının damlaları…

Onlar, öyle de bir tevâzudadırlar ki bu yazılanları okusalar hemen yırtıp atarlar. Bir hiç olduklarının, âciz olduklarının yazılmasını isterler. Öyle bir haddi de yazar kendinde bulamıyor. Hele herhangi birimiz bir an için bile olsa insanlığa armağan ettikleri yaşanmışlıklarının bir yudumunu halimizde tatsak içerideki bahçenin baharından aşklı kelebekler, zevkli güllerin selâmını getirirler. Böyle güzelliklerden de insan nasıl bahsetmeden durabilir ki…

Ne mutlu ki onlar bizi seçiyorlar. Seviyorlar ve eğitiyorlar. Böyle bir şansın içinde soluk alanlar için sorumluluk da yüksektir. Onların güvenlerini boşa çıkarmamak gerek. Hakkını vermek gerek. Lâyık olmak gerek. Gayret gerek. Biraz da acı gerek. Acıya gözler kapalı dalmak gerek ki Hz. İbrahim ateşe atıldığında nasıl yanmadığının idrakini yaşamak demek. Yaşanmışlıklar güzeldir. Yaşayanlar ise daha da güzel. Onlar hâlâ yaşıyorlar. Ölmüyorlar. Bir ömür vardır ki başlar biter. Fakat gerçek ömür ne başlar ne biter. Onların ömürleri de böyledir. Aktarabileceklerinin hududu yoktur. Her an dâimâ sevgiliden haber ederler. Hatırlatırlar. Sevdirirler. Daha da sevdirirler. Sevgi deryasının olmayan kıyılarına doğru bizleri genişletirler. Büyük lûtuflar içindeyiz, çok büyük… Şükür!

Deryasında Yok Olmak

Kâmil insanları herkes idrâkince anlar, lâkin bazı sultanlar vardırki onlardan biz kâmilin hakikatini dinleriz. Belki anlamayız ama dinleriz idraâk etmek için. Karınca kararınca, kabımıza ne düşerse artık…

20. yüzyılda yaşamış bir büyük mutasavvıf olan Kenan Rifâî nice erler yetiştirmiştir. Bu erlerden biride kendisinin dizinin dibinde büyümüş olan Meşkûre Sargut’tu. Meşkûre Sultan, efendisinden öğrendiği ilmi etrafındaki nasiplilere anlatırdı.O, Kenan Rifâî gözlüğünden ilmi tek tek herkesin kalbinezerk ederdi. Efendisi, canı, herşeyi Kenan Rifâî “Meşkûre seni gergef gibi ilmek ilmek işliyorum” demişti. Meşkûre Anne her hücresi Allah aşkı ile işlenmiş Allah’ın sanatının bir örneğiydi. O arınmış, temizlenmiş ve bu yolda gidenlere rehberlik etmek üzere vazifelendirilmişti. Tıpkı her Allah âşıklısı gibi yolunu kaybetmişlere, susuz kalmışlara derman olmaya memur edilmişti.

Bir mürşidin talebeleri arasında muhakkak fark vardır. Kimisi o deryayı seyreder, kimiside deryada yok olur. Meşkûre Annem ve Sâmiha Annem, Kenan Rifâî deryasında yok olmuş, O olmuş sultanlardandılar. Bir büyük veliyi tanımak için onun hakikatini gerçekten görmüş ve “o olmuş” birine ihtiyaç vardır. Meselâ Veysel Karânî Hazretleri Medine’ye gelmiş ve Peygamber vefât ettiği için O’nu görememişti. Bundan da büyük üzüntü duymuştu. Tek tek herkese O’nu sordu. Ebû Bekir “çok sâdıktı” dedi. Ömer “çok âdildi” dedi. Osman “çok edepliydi” dedi. Aslında hepside kendi vasıflarını Peygamber’de görmüşlerdi, lâkin Peygamber hem âdil hem sâdık hem de edepliydi. Sıra Hz. Ali’ye gelmişti. Hz. Ali’nin anlatımına göre Peygamber putları kırması için Hz. Ali’yi omuzuna çıkarmıştı. Hz. Ali “Aşağıya baktım, her yer Peygamber’in ayakları;hizâma baktım her yer Peygamber’in göğsü, yukarıya baktım her yer Peygamber’in cemâli” diye anlatmıştı. Ve Karânî’ye “Vallahi Peygamber’den başka birşey yok bu âlemde” demişti. Veysel Karânî Hazretleri de Hz. Ali’ye “Yalnız sen görmüşsün Peygamber’i” demişti.

Evet, bir kâmilin hakikatini görmek için kendinden geçip O olmak gerekir. İşte “O olan”da kendi hocasını en iyi şekilde temsil eder ve eksiksiz anlatır. Kulaktan dolma bilgi ile değil.

Kuşkusuz her bir talebe mürşidi için önemli ve değerlidir. Talebe Peygamber ahlâkını giyindikçe güzelleşir ve dünyadaki maksadına erer. Lâkin veliyi sonraki kuşaklara anlatma vazifesi O’nda yok olmuşlara verilmiştir.

Fethi Gemuhluoğlu

Geçenlerde bir vefat haberini internetten aldım. Bir Fâtihahediye etmek için isme baktım: Emine SuzanGemuhluoğlu. Mâlûm, çok sık rastlanan bir soyadı değil. Bu soyadını taşıyan bir ağabeyimi hatırladım hemen. Tanıdığı olup olmadığını sordum.“Evet” dedi, “Suzan Yengem… Merhum Fethi Amca’mın eşi…”

Ertunga Ağabey’i spor yaptığım kulüpte tanıdım. Sadece kendi geçtiği yoldan geçip sporcu olabilmeye çalışan o zamanki biz gençlere hizmeti dokunsun diye bizlerle beraber olur, işinden gücünden, sosyal hayatından fedâettiği zamanı bizlerle harcar, maçlarımızda bizlere mânen ve maddeten destek olurdu. On beş yaşlarında genç bir sporcuyken onun seyretmeye geldiği maçlarımızda şevkimizin ne kadar da arttığını hâlâ hatırlarım.

İlk karşılaşmamızda tekrar Fethi Amca’sından konuşmaya başladık. On yıl kadar önce Yeni Zelanda’da yaşarken Türkiye’den başbakan himâyesinde bir heyetin orayı ziyâret ettiğini, bu ziyâret sırasında uzmanlık alanı olan hayvancılıkla ilgili konularda heyete rehberlik yapma fırsatı bulduğunu anlattı. Soyadını duyunca başbakan kendisiyle tanışmak istemiş. Benim sorduğum gibi, Fethi Gemuhluoğlu’yla bir akrabalığı olup olmadığını merak etmiş. Amcası olduğunu öğrenince bir saat kadar sohbet etmişler.

Cemâlnur Hocam’a bu bahsi anlatınca, Fethi Bey’in ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu, Türkiye’de millî değerlerle yetişmiş birçok önemli kişinin üzerinde hakkı olduğunu anlattı fakire. “Çocuklar ne olur bu büyüklerinizi tanıyın. Arkadaşlarınızla bir araya gelince onlara duâ edin. Kitaplarını okuduysanız arkadaşlarınızla paylaşın. Onların da bilgilenmesini sağlayın. Bu büyükleri tanımanız çok önemli!”dedi.

Fethi Gemuhluoğlu’nu o zamana kadar tanımamış olmanın hicâbıyla hemen araştırmaya başladım. Dostluk üzerine irticâlen yaptığı bir konuşmanın metnini okudum. Konuşmanın başında verdiği selâm dahîşâheser. Mâneviyat ve dünyevî ilmin muazzam bir dengeyle harmanlandığı, peygamber ümmeti azametinin dervişâne bir nezâketle sırlandığı, kullanılan kelimelerdeki zenginliğe bakılarak doğaçlama bir konuşma olduğukat’iyen düşünülemeyecek bir metin…

Fethi Bey hakkında söylenenlerde çok etkileyici. O kadar çok insanın yetişmesinde hizmeti olmuş ki, sâdık sevenleri onun bu hasletini hâlâ dillendiriyorlar. Belki de onu en iyi özetleyen, Necip Fâzıl’ın hakkında söylediği şu sözlerdir: “Kendisine hiçbir tecelli zemini aramayan bir tevekkül zarfına bürülü, sessiz ve sedâsız, ortada görünenlere su taşıyıcı, fikir sakası Fethi Gemuhluoğlu.”

Ertunga Ağabey’in bir özelliği de elli yaşını aşkın olmasına rağmen, televizyonda en popüler yarışmalardan biri olan Survivor’a katılmış olması. Orada da babacanlığı ve canayakınlığı ile izleyiciler üzerinde müsbet bir intibâ bırakmıştı. Bu muazzam insan hakkında kısa sohbetimiz ardından bana üzülerek söyledikleri çok haklı ve gâyet düşündürücüydü: “Bir eğlence programına çıktığım için beni tanıyanların sayısı, maalesef rahmetli amcamı tanıyanların sayısından daha yüksektir.”

Kocaman bir bina düşünün. Bu binayı kuvvetli rüzgârlara, depremlere ve diğer felâketlere karşı ayakta tutan tek şey temelidir. O temel güçlü değilse, binanın mukavemetini arttırmak mümkün değildir. Koca yapıyı ayakta tutan bu parça dışarıdan bakana gözükmez. Çünkü toprağın altındadır. Fethi Gemuhluoğlu, Sâmihâ Ayverdi, MeşkûreSargut, Cemil Meriç, Semiha Cemâl ve daha niceleri… Eğer bugün ayakta kalabiliyorsak toprağın altındaki o temeller sâyesindedir.

Özellikle gençlerimizin gerçek entelektüelleri, gerçek mânevî zenginleri, medeniyet sancağımızın gerçek sahiplerini çok iyi tanımaları gerekiyor.

 

 

İnsanı Anlamak ve Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü

2015 yılı benim için bir eğitim çeşitliliğinin hayatımda baskın olduğu bir yıl oldu çok şükür. Senelerdir katılmak istediğim pek çok eğitim vardı ve ben o veya bu nedenle bunları sürekli olarak ertelemekteydim. Hani bahanelere ihtiyaç duyduğumuz anda onlar her dâimhazır ve nâzır olarak kendilerini “ama”larla belli ederler ya, işte ben de o pek çok “ama”nın arasına sıkışıp bir türlü gereken adımları atamamıştım. Koçluk eğitimine katılmak istiyordum, ama… Yüksek lisans yapmak istiyordum, ama… NLP’yi öğrenmek istiyordum, ama… Velhâsıl nasıl oldu da o ilk adımı attım bilemiyorum ancak geçtiğimiz yıl hepsi bir sıraya dizildi, kendi içlerinde anlam bağları oluşturdu ve ben bu doğrultuda yol kat etmeye başladım. Benim zihnim genel olarak “bütün” üzerinden yürüme eğilimindedir ve bu da bana öğrendiğim şeyleri birbiriyle bağdaştırıp bütünlemeye çalışırken heyecan verici, coşkulu bir motivasyon olarak geri döner.

İnsan kaynakları alanında çalışan birisi olarak mesleğim icâbıinsanı haritalar üzerinden okuma konusunda bir yatkınlığım varfakat bu sene haritaların insanı anlamak için önemli birer araç olduklarını görmekle birlikte insanın kendisi olmadıkları hakikatine uyandım.(Bu arada “siz hâlâ insana kaynak gözüyle mi bakıyorsunuz” diyenlere şunu söylemek isterim: “Evet, hâlâ insana, insanlığın yegâne kaynağı gözüyle bakıyorum,çok şükür.)  Uyandım diyorum çünkü bir şeyi lâfta bilmek ile o bilgiyi içselleştirmek ve onunla yürümek arasında gerçekten büyük fark varmış. “Bilmek, bulmak ve rengine boyanmak” da bu içselleştirmeye dikkat çeken ne güzel bir cümleymiş meğer.

Daha önceki yazılarda da sözünü ettiğim kişilik envanterleri, insanların metaprogramları, temsil sistemleri, tipolojiler, spiraller, vs. gibi her bir araç bu anlamda bizlerin insanı anlaması, insana ve onun potansiyeline dâircümle kurması konusunda oldukça güçlü birer harita olarak önemli olmakla birlikte yine de insanın kendisi değil.Çünkü insan,hem onlar hem de onlardan çok ama çok daha ötesi. Bir defa haritalar çizildiği andan itibârensâbittir, tâki bir sonraki çizilene kadar. Oysa ona konu olan, her dâimbir değişim içerisindedir. Her an yeni bir işte, yeni bir oluştadır. Hâl böyleyken tembelsin, dağınıksın, dikkatsizsin, akıllısın, akılsızsın, analitiksin, sosyalsin, asosyalsin gibi etiketleri de yıllarca alnımıza yapıştırıp dolanmak ne yazık! Evet, bu haritalar bize o an için ne üzere olduğumuz, nasıl davranmaya meyilli olduğumuz konusunda çok güçlü fikirler verebilir ama insan, davranışlarındanibâretdeğildir ki. Davranışlar değişebilir ve zaman içerisinde değişmektedir de zaten. Öte yandan kabullendiğimiz ve ister istemez benimsediğimiz etiketlerimiz ise bu davranış değişikliğini gerçekleştirmemizin, bir anlamda tekâmülümüzün önünde belki de hiç farkına varmadığımız dağlar gibi olabilir.

CemâlnurHoca’nın pek çok defa “insanları size bakan yüzleriyle değil Allah’a bakan yüzleriyle değerlendirin” dediğini duymuştum. Önceleri ne yalan söyleyeyim bu cümle bana biraz ikiyüzlülük çağrıştırıyor gibi gelmişti. “Nasıl yani, insanın iki farklı yüzü mü var?” diye düşünmüştüm. Oysa şimdi anlıyorum ki bu cümledeki “size bakan yüzü” onların davranışlarını, “Allah’a bakan yüzü” ise değerlerini ifade ediyordu. Bir değer varlığı olan insanın aslında kim ya da ne olduğuna dair en yakın cümleleri ancak onun değerleri seviyesinden kurabileceğimizi ise henüz kısa bir süre önce farkettim ve bende bu farkındalığı uyandıran ise, aldığım koçluk eğitimleri oldu. Hakikaten ilim Çin’de de olsa gidip almak lâzım çünkü bazen Çin’deki ilim gelip mirasyedi gibi üzerine oturduğumuz, evdeki ilim hazinesinin kilidini açabiliyor. Bu nedenle disiplinlerarası çalışma konuları muazzam bir zenginleşme potansiyelini içinde taşıyor.

Tabii burada yine çok güçlü bir vizyona değinmeden edemeyeceğim: “Tasavvuf sadece ilâhiyatçılar tarafından değil,disiplinlerarasıbir şekilde çalışılmalıdır” diyen ve bu düsturla Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nünkuruluşuna öncülük eden Cemâlnur Hocamızın vizyonuna… Bu konu üzerine en az bir yazı daha çıkar ve müsaade ederseniz yazmakta oldukça zorlanan bendeniz bunu yedekte saklamayı arzu eder.

İkincisi, bizlerin insanı anlamaya dâirher çabamız, onu bulunduğu seviyeden anlayamayacağımız hakikatiyle tekrar tekrar yüzleşmemize ve çok daha alt seviyelerden tarif etme çaresizliğimize dönüşmekte. Günün sonunda neyi kendi ürünü cinsinden anlamaya çalışıp da muvaffak olabiliyoruz ki? Einstein’ın da dediği gibi hangi sorun onun yaratıldığı seviyede çözülebilir ki? Gücün yarattığı sorunların güçle, ilkesizliğin yarattığı sorunların ilkesizlikle, cehâletinyarattığı sorunların cehâletleçözülemediği gibi aklın yarattığı sorunların da yine salt akılla çözülebilmesi pek mümkün değil gibi görünüyor. Aklı bırakmaktan söz etmiyorum ama yanına başka yoldaşlar da eklemek gerektiğini düşünüyorum. İnsanı anlamaktan buraya nasıl geldiğimize bakacak olursak, şu günün ve yakın geleceğin bu konuyu kendisine dert edindiğini hepimiz görebiliyoruz. Bu nedenle özellikle batıda gözler çok keskin bir şekilde insan beyni üzerine çevrildi ve beynin en mükemmel haritalarını çıkarmak üzere önemli bir grup bilim insanı yola koyuldu bile. Sinan Canan hocanın kitaplarında dikkat çektiği gibi bir kere daha bir şeyi kendi ürünü cinsinden anlamaya çalışmak üzere âlimler “Bismillah” dedi. Şahsen ne bulunacağını çok merak ediyorum ama bu gayretleri küçümsediğimden değil bilakis insanın hakiki potansiyeline giden yolda beynin gerçek rolünü ve yerini anlamada önemli ipuçları sunabileceğine duyduğum inançtan. Peki sonrası? Sonrası için artık başka bir bakış açısına, farklı bir paradigmaya ihtiyaç olacaktır diye naçizane düşünmekteyim.

İnsan beyni üzerine uzmanlığı esas alan bir üniversitede Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulması ne güzel, ne mânâlıbir tevâfuktur. Tam da yukarıda sözünü ettiğim o bakış açısına, o paradigma dönüşümüne zemin yaratabilecek, disiplinler arası çalışmayı teşvik eden, insanı bulunduğu seviyeden anlayabilmeyi değil, en üst seviyeden, onu yaratanın seviyesinden görebilmeyi gaye edinmiş muazzam bir platform… Önyargılardan ve kalıplardan sıyrılmış pırıl pırıl bir vizyon. Güneşin Batıdan da doğabileceğine inanan ve ilmi Çin’de aramaktan korkmayan yine de bu toprağı mayalayanlardan bir an olsun kopmayan cesur, ilerici, girişimci ve bir o kadar da vefakâr bir gayret…

 

Editörden (Ocak 2016)

Merhaba Dostlar,

“Cân-ı Candır” 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri gecesini konu alan Ocak 2016 sayımıza hoşgeldiniz. Bu sayıda Aralık 2015’te idrak etmeye çalıştığımız Mevlid Kandili için hazırlanan bu özel geceyi geceyi konu aldık. Bu gecede, geleneksel olarak takdim edilen “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri, Türkiye’den Doç. Dr. İbrahim Kalın’a ve yurtdışından Rene Guénon’a verildi. Bizler de Her Nefes ekibi olarak oradaydık. Bu çok özel ve çok güzel, bereketli ve feyizli gecede yaşadıklarımızı, dilimizin döndüğü, aklımızın ve inşaallah gönlümüzün alabildiği kadar paylaşalım istedik.

Elbette bu benzersiz geceyi hazırlayan tüm büyüklerimize, dostlarımıza ve arkadaşlarımıza, hizmet eden, geceye katılan ve elbette bu gecenin düzenlenmesine vesile olan herkese Hz. Peygamber’in mübârek ismi hürmetine hayırlar diliyorum.

Bu sayımızda Hz. Peygamber’imizin mübârek Ravza-i Mutahharası önünde yapılan gecemize katılabilen okuyucularımızla geceyi tekrar yaşamak ve katılamayan dostlarla da oradaki anlarımızı paylaşabilmek temennisi ile kusurları bizlere güzelliği gecenin sahibine ait olan Ocak sayımıza hoşgeldiniz ve safâlar getirdiniz, demek istiyorum. Hürmetlerimizle…

Yosun Mater

Sohbetler (Ocak 2016)

– “Cenâb-ı Hak kaleme yaz dedi ve kalem her şeyi yazdı. Lâ ilahe illallah yaz, dedi. Onu da yazdı. Ama, sıra Muhammed Resûlullâh’a gelince, kalem şakk oldu, ortasından yarıldı. Kamış kalemlerdeki çatlak gibi. Çünkü Resûlullah ilâhî aşka mazhardır. Onun için kalem bunu yazmaktan âciz kaldı.

Tıpkı Cebrâil Aleyhisselâm’m, Mîrac’da, Sidre’den öteye gidemeyince, Resûlullâh’ın “Ko yanarsam ben yanayım” deyip ileri geçtiği gibi.

Aşk, her şeyin, zikrin de fikrin de üstündedir. Ah! İbâdet de aşksız olursa işe yaramaz. Yüz binlerce tesbih çekmiş namaz kılmışsın, ne ehemmiyeti olur. Halbuki Süleyman Çelebi’nin dediği gibi:

Bir kez Allah dişe aşk ile lisan 

Dökülür cümle günâh misl-i hazan

Âşıkın yüreğinden fırlayan bir âhı, âbidin yüz senelik ibâdetini aşıp geçer. Sahâbeden bir zat, Harem-i Şerif’te kılınan sabah namazına yetişememiş, mescitten içeri girdiği sırada namazdan fariğ olunuyormuş. Teessüründen öyle bir âh etmiş ki bunu duyan bir başka sahâbe “Sen bana o âh’ı ver ben sana bütün bu cemâatin sevabını vereyim!” demiş.

Âşıkın âbı, cemâlullâhı görmekledir. Cemâli görerek edilen ibâdetle, Allah’ın emri olduğu için edilen ibâdet arasında ne kadar büyük fark vardır.

Fakat bu da kazanmakla olmuyor, Allah vergisiyle oluyor. Çünkü aşk Allah’ın sıfatıdır. Hadîs-i kudsîde de Cenâb-ı Hak “Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim…” buyuruyor. Cenâb-ı Hak kendi güzelliğini temâşâ için âlem aynasını halketti. Ve âlem aynasında da kendi cemâlini gördü. Bu âlem aynasının ruhu da kâmil insandır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 187)

******

Gece, Kandilli dağlarının arkasından ay doğuyordu.

–  “Baksanıza çocuklar, ay doğuyor. İşte, şu ilk görünen parçacık,
Âdem. Biraz daha yükselince Nûh, İbrahim, Mûsâ, Îsâ, nihâyet bedir
hâli, zuhûr-ı Muhammed gibidir.

Şimdi bunların nur cihetiyle, yâni ay olmaları itibâriyle asılları hep birdir. Aralarında fark yoktur. Lâkin ayın henüz doğarken neşrettiği hafif ve zayıf ziyâ ile bedir hâlindeki şavkı bir midir?”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 10)

Kâbe-i Vechin Tavâf Etmekteyim…

Efendim, Hazret-i Peygamber’in tenezzülüyle bir güzel Dost Gecesi’ni daha idrak ettik. Allah sevgililerine, Peygamber’e gösterdikleri aşk, sevgi ve Peygamber adı altında İslâm’a gösterdikleri lûtuf ve İslâm’ın mânâsını yücelten hakikatlerini anma şerefine nâil olduk.

Çok büyük birini, Rene Guenon’u, Abdülvâhid Yahya Beyefendi’yi anmak lûtfu bize nasip oldu. İbrahim Kalın Beyefendi’yi anmak da nasip oldu. Kendisinin İslâmofobya ile ilgili yaptığı büyük çalışmalar bize büyük ışık tuttu, Allah râzı olsun.

Ben bu güzel gecede çok güzel konuşmalar olacağına inandığım için Hocam Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin bizim aşkımızı çok güzel anlatan bir şiirini okumak istiyorum müsaade ederseniz.

Hocam şöyle buyuruyorlar:

 

Ya şefîa’l müznibîn, şemsü’l hüda şâhım meded

Hiç âzâd etmem kabul, kurbânınım şâhım meded

Âşık-ı meftûnunum bezm-i elestten ben senin

Şem’i aşkınla yanar pervânenim şâhım meded

 

Zulmet-i isyan ile kapkâre olduysa yüzüm

Şems-i lutfun nûru, nur eyler beni şâhım meded

Cümleden geçtim büründüm yokluğun ihrâmına

Kâbe-i vechin tavaf etmekteyim şâhım meded

 

Bir avuç toprak vücudum girdi bahr-i lutfuna

Merhamet, şefkat, inayet senden ey şâhım meded

Afvına layık değil gerçi vücud-ı pür zünûb

Rahmetin deryâsı hadsizdir, ulu şâhım meded

 

Derdimin dermânı ancak aşk u nûrundur benim

Dest-gîrimsin efendim, şâh ü sultanım meded

Sen inâyet kılmasan yer gök kabul etmez beni

Melce ü âmân-ı cânımsın benim şâhım meded

 

Her tarafta vechini görmekte cânım daima

Cümle âlem sensin ancak, gayrı yok şâhım meded

Taib ü müstağfirim ben cürmüm efzûn ise de

Dergâhından dönmem asla lutfu bol şâhım meded

 

Kuldan isyân u hatâ, şehden mürüvvetle atâ

Sen gibi sultâna kulda yok fütûr, şâhım meded

Hakk’a makbul bir işim yok, ben zebun-i nefsim âh

Din ü îmânım emânettir sana şâhım meded

 

Ya Resûlâllah, Cenân, Ken’ân da, cân da hep senin

Vuslatından etme mahrûm el-meded şâhım meded

Allah ayırmasın mânâsından ve dâim aşkında sabit kılsın bizleri efendim. Teşekkürler ediyorum.

(2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesinde Cemâlnur Sargut tarafından yapılan konuşmanın metnidir.)

2015 Özel “Dost” Ödülü Sahibi Rene Guenon Kimdir?

İslâm, Hint ve Çin tasavvuf doktrinlerini entellektüel seviyede ele alan ve modern dünyayı her yönüyle tenkit eden görüşleriyle tanınan Fransız mutasavvıf ve mütefekkiri Rene Guenon, 1886’da Fransa’da doğdu. Soy bakımından tamamen Fransız ve Katolik bir ailenin çocuğudur. Orta öğrenimini dinî bir okulda yaptı. 1902’de retorik öğrencisi olarak koleje başladı. 1903’te kolejin felsefe bölümüne girdi ve aynı yıl felsefe-edebiyat diplomasını aldı.

Ekim 1904’te Paris’te Collège Rollin’e matematik öğrencisi olarak yazıldı. Sağlık durumu el vermediği için üniversite öğrenimini bırakarak Paris’e yerleşti. Klasik öğretimin verdikleriyle tatmin olmadığını hissederek entellektüel ufkunu genişletmek için, o devirde rağbette olan “néo-spiritualiste” doktrinleri incelemeye yöneldi. Bir arkadaşı vasıtasıyla, “bâtın ve gizli ilimler” ile uğraşan “occultiste” bir cemiyetin ileri gelenleriyle tanıştı. Kısa zamanda ciddiyet ve titizliğiyle kendini kabul ettirdi. 1912’de Ezher şeyhi, Mâlikî âlimi ve Şâzeliyye tarikati şeyhi Abdurrahman İllîş el-Kebîr’in halifesi Abdülhâdî vasıtasıyla müslüman olup Şâzeliyye tarikatına intisap etti ve Abdülvâhid Yahyâ adını aldı.

1917’de Cezayir’in Sétif şehrindeki kolejde felsefe dersleri ile Fransızca ve Latince okuttu. Bu şehirde bulunduğu sırada Arapça’sını ilerletti. Muhtemelen bazı tasavvuf ehli kimselerle de tanıştı. 1918’de Fransa’ya döndü ve doğum yeri Blois’da felsefe öğretmeni oldu. Ertesi yıl öğretmenliği bırakıp Paris’e gitti. 1920’li yıllarda Paris Üniversitesi’nde kütüphaneci olarak çalıştı. Bu yıllarda evinde Hindû, Müslüman ve Hıristiyan ziyaretçileri kabul ederek sohbetlerde bulundu. Bazı dostlarının evinde Müslüman, Hindû, Yahudi ve Hıristiyan gençlerin devam ettiği toplantılara da katıldı.

1929’da tanıştığı Mısırlı mühendis Hasan Ferid Dina’nın dul kalan zengin eşi Marie W. Shillito’nun Abdülvâhid’in eserlerine büyük ilgi göstermesi ve Abdülvâhid’in eserlerini neşredecek bir yayınevi kurmayı düşündüğünü kendisine bildirmesi üzerine bu düşünceyi gerçekleştirmek için Abdülvâhid’in Mısır’dan bazı tasavvufî eserleri getirip bunları tercüme etmesi kararlaştırıldı. Abdülvâhid Yahyâ, bu maksatla Dina Hanım ile birlikte 1930’da Mısır’a gitti. 1931 kışında dostlarına Fransa’ya dönmekten vazgeçtiğini bildirdi ve Kahire’de, yeni memleketinin bütün örf ve âdetlerini benimsemiş “Şeyh Abdülvâhid Yahyâ” olarak yaşamaya başladı.

1934 Temmuzunda Şeyh Muhammed İbrâhim’in büyük kızı Fâtıma ile evlendi. Ertesi yıl arkadaşlarına mektup yazıp Paris’teki evini boşaltmalarını, kitap ve evrakı kendisine göndermelerini istedi.

1948’de Mısır tâbiiyetine geçmek için müracaat etti. Bu isteği ancak uzun teşebbüsler ve çok yüksek seviyede müdahaleler sonunda gerçekleşebildi. 1947’de bozulan sağlık durumu 1950’nin son aylarında daha da kötüleşti. 7 Ocak 1951’de vefât etti. Vasiyeti üzerine Seyyidinâ Hüseyn Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Derrâse Mezarlığı’na defnedildi.

Abdülvâhid Yahyâ eserlerinde daha çok Hindû doktrinlerini incelemek ve terminolojisini kullanmakla beraber, yeri geldikçe bütün dinlerden bahseder. İslâm tasavvufuna ayırdığı birkaç makale dışında İslâmiyet ve tasavvufa pek az yer verir; ancak bazı temel mefhumları, bilhassa “tevhid”, “vahdet-i vücûd”, “insân-ı kâmil”, “şeriat”, “tarikat” ve “hakikat” gibi mefhumları sık sık kullanır. Tevhid ve vahdet-i vücûdu düşüncesinin hem hareket hem de varış noktası olarak bütün yazılarında görmek mümkündür.

Sanskritçe ve Arapça’yı, Hint, Çin ve İslâm tasavvufu hakkındaki bilgilerini Doğulu üstatlardan şifâhî olarak öğrenen Abdülvâhid Yahyâ’nın tarikatlar Şâzeliyye ve Ekberiyye’dir.

“İslâm Tasavvufu” adlı makalesinde bütün an‘anevî doktrinler içinde şeriat ve hakikat farkının en açık bir şekilde İslâm’da ifade edildiğini, şeriatın herkes için müşterek, hakikatin ise yeterli kabiliyete sahip bir havas zümresine mahsus olduğunu belirtir. Ona göre İslâm tasavvufu herhangi bir dış tesirle doğmamıştır. Hz. Peygamber’e ulaşan bir intisap zinciri bulunmaktadır ve tamamen İslâmî’dir.

1904-1914 yılları arasında, az veya çok gizlilik vasfı taşıyan “occuliste”, “théosophiste” ve ispirtizmacı teşekküllere girip bunları içerden tanıma imkânını elde eden Abdülvâhid’e göre bu sözde ruhçu ve mâneviyatçıların görüşlerine dayanarak sağlam bir fikir binası kurulamaz. Onların görüşleri, değişik kelimelerle ifade edilen bir materyalizmden ibârettir.

Eserlerinde mevcut ve geçmiş bütün dinlerden bahseden ve modern Batı medeniyetini her yönüyle tenkit süzgecinden geçiren Abdülvâhid Yahyâ çeşitli din, fikir ve sanat çevrelerini derinden etkilemiştir. Fikirlerini benimseyenler Études Traditionelles dergisinde toplanmış, ölümünden sonra da bu dergiyi onun görüşleri doğrultusunda devam ettirmişlerdir. Titus Burckhardt (İbrâhim İzzeddin), Michel (Mustafa) Valsan, bazı fikrî ihtilâfları olmakla beraber İsviçreli Fritjof Schuon (Şeyh Îsâ), Martin Lings (Ebûbekir Sirâceddin), ve Ananda K. Coomaraywamy, onun ana fikirleri çerçevesinde kıymetli ilmî yayınlar yapmışlardır.

Abdülvâhid Yahyâ’nın eserleri İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Almanca gibi Batı dillerine tercüme edilmiştir. Kitaplarında René Guénon adını kullanmış, sadece Arapça yazdığı makaleler Abdülvâhid Yahyâ ismiyle yayımlanmıştır. On yedi kitap, beşi Arapça olmak üzere 350 kadar makale yazmış, makaleleri konularına göre derlenerek ölümünden sonra dokuz cilt halinde basılmıştır. Doğu ve Batı, Modern Dünyanın Bunalımı, Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, Vedanta’ya Göre İnsan ve Halleri, Hristiyan Mistik Düşüncesi, Büyük Üçlü gibi, Türkçe’de de yayınlanan birçok eseri bulunmaktadır.

(Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin Rene Guenon maddesinden yararlanılarak hazırlanmıştır)

Oğul Abdulvâhid Yahyâ’dan…

Öncelikle burada babam Şeyh Abdülvâhid Yahya René Guénon’un adını hatırlayan herkese büyük bir teşekkür etmeme müsaade etmenizi isterim. Ailesi adına hepinize teşekkür ederim. İzninizle Fransızca konuşmak istiyorum. Bu, babamın fikirlerine hürmet amacıyladır. Aslında Arapça konuşmam gerekirdi, fakat babamın düşüncesini onore etmek amacıyla Fransızca kısa bir konuşma yapmak istiyorum. Çünkü kitaplarının çoğunu bu lîsanda yazdı.

Hep beraber belgesel filmi izledik. Tahmin ediyorum çok tafsilâtlı bilgi verildi. Fakat yine de doğumundan ölümüne kadar hayatını özetleyen kısa bir sayfa okuyacağım.

15 Kasım 1886’da Blois’da doğan Abdülvahid Yahya genç yaşlarında Paris’e yerleşir.

Eserlerinin hayata geçirilmiş hâli olan yaşamında iki uzun dönem ve üç büyük eksen gözlemlemek mümkündür. Paris ve Kahire dönemleri: Paris’te bazı esasları oluşturacak ve Kahire’de bu esasları hayata geçirecektir.

Üç ekseni de kısaca, modern ve geleneksel olmayan dünyanın terki, metafizik esasların açıklıkla belirlenmesi ve mânevî tekâmül yollarının târifi olarak özetlemek mümkündür.

Bu üç etap, İslâm inancına çifte tasdik getiren etaplardır:

  1. Lâ ilâhe: Yanlış tanrıların, putların reddi.
  2. İllâ Allah: Vahdetin metafizik esâsını tasdik.
  3. Muhammedun Resûlullah: Kur’an’ı hayâta geçirme ve böylece Tanrı’ya ulaşmak için örnek.

Bu taslağı sayısız örnekte bulmak mümkündür. Bu örneklerden biri Hz. İbrahim’in (a.s.) güneşi, ayı ve ardından yıldızları tanrı zannedip sonunda bunların hepsinden geçerek tek hakîkî ilâhı bulmasıdır.

Şeyh Abdülvahid Yahya, ilk yazıları olan “Hindu Doktrinleri Çalışmalarına Genel Bakış”, “Ruhçu Yanılgı”, “Teozofi”, “Modern Dünyanın Bunalımı” adlı eserlerinde, modern dünyanın karışıklığına ve Okültizm gibi yanlış dinlere karşı çıkar.

Paris döneminin sonu ve Kahire döneminin başlarında yazdığı yazılarında metafizik konuları ele alır: “Vedanta’ya Göre İnsan ve Halleri”, “Yatay ve Dikey Boyutların (haç) Sembolizmi” ve “Varlığın Çeşitli Halleri”. Bağlı olduğu Kahireli şeyh İllîş el-Kebîr şöyle demiştir: “Eğer Hıristiyanlar haçın işâretini hâiz ise, biz Müslümanlar da mânâsını hâiziz.”

Kahire’ye yerleştikten hemen sonra yerel bir dergi olan “El-Mârife” dergisinde yazmaya başlar. Bir yandan dergi için geleneksel araştırma yazıları kaleme alırken, bir yandan da kitaplarını yazmaya devam eder. 1930’da başlayan bu dönem sırasında, makâleleri ve kitapları inisiyatik bir düzen önceliği göstermektedir.

Son kitapları arasında “İnisiyasyon Üzerine Gözlemler” ve “Sonsuz Küçüklükler Hesabı Esasları”nı sayabiliriz. Bu kitap eserlerinin bir sentezi gibidir. İlk bölümlerde modern matematikçilerin tezlerini ve formüllerini eleştirir. Ortalarda sadece tek olabileceğini isbatlayarak sonsuzluğun hakîkati üzerine düşüncesini geliştirir ve kitabın sonunda mânevî tekâmül modeline örnek olarak  “Entegral hesabın”  ve limite yaklaşmanın sembolizmine değinir.

Bu son kitabında temel üç noktaya matematik sembolizmi açısından değinilir.

René Guénon, 7 Ocak 1951’de, Kahire’deki evinde, eşi, çocukları ve dostlarının arasında vefât eder.

Teşekkürler! İzninizle, sahneyi terk etmeden önce babamı hatırlayan herkese teşekkür etmek istiyorum. Burada sayısız insanla tanıştım, tek tek isimlerini zikretmeden, özellikle Kerim Vakfı ve TÜRKKAD’daki tüm dostlarıma teşekkür ederek yakında görüşmek dileğiyle diyorum. Teşekkürler! Hoşçakalın!

(Rene Guenon’un oğlu Abdülvâhid Yahya’nın 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesinde babası adına ödül alırken yaptığı konuşmanın metnidir.)