Bir Avuç Aşk

Bir varmış, bir yokmuş… Ucu bucağı olmayan bir derya varmış ve içinde binlerce yolcusuyla pek çok gemi yol alırmış bu deryada… Her geminin rotası meşrep olarak birbirinden farklıymış; hâliyle kimi yolculuklar çetinmiş kimi de kolay… Ama bütün yolcuların bu sonsuzlukta varmak istediği hakikat ve gönüllerindeki aşk birmiş…

Aralarında bir de küçük bir kız varmış. Cenâb-ı Allah, imtihanlarını eline tutuşturup onu “Yokluk” isimli gemiye göndermiş ve kaptana emanet ederken de “Ona beni öğret, beni sevdir” demiş. Kızcağız, aşkın hüküm sürdüğü bu geminin kaptanını zâhirde hiç görmemiş ama mânâsını taşıyarak yolundan giden sevgililer “Bize emânettir” diye tutmuşlar onun ellerinden… Her zaman ona örnek olmuşlar, yüzünü fânî olandan bâkî olana çevirmişler.

Bir yandan da dünyanın tuzaklarına dalıp “nefis”le tanışmış küçük kız. Kimi zaman olduğu yerde saymış kimi zaman da düşüp yaralanmış. Ama ne büyük bir lûtuf ki Cenâb-ı Allah, o küçük gönüle iman tohumunu ekmiş. Küçük kız da gönlüne kulak verip minik ellerinin tutabildiği kadar yapışmış sevgililerin eteklerine ve onların himmetleriyle büyümüş. Derken, yıllar geçmiş ve onlar, Hakk’a kavuşmuşlar.

Küçük kız yalnız kalmamış elbette. Zâhiren göremese de Cenâb-ı Allah, geminin kaptanı ve onu büyüten sevgililer her an onunlaymış. Ama kızcağız yine de kendisini bu yolculukta yalnız hissediyormuş. Bir mürşidin rehberliğine, nazarına ve muhabbetine çok açmış. Hiç farkında olmasa da gönlü böyle bir arayıştaymış… Çünkü mânen daha çok küçükmüş. Önünde uzun bir yol varmış. Sonra bir gün hiç beklemediği bir anda o sevgili çıkmış karşısına…

Daha ilk görüşte küçük kızın gönlü o sevgilinin aşkıyla dolmuş. Bu hal içinde günlerini geçirmiş ama ne çare ki bir zaman ayrılık gelip kapıya dayanmış… Sevgiliyi tekrar göreceği günü beklerken uzun bir süre kendisine ne olduğunu idrak edememiş. Çünkü hayatında böyle bir şeyi ne hissetmiş ne de yaşamış. Ruhu, beden kafesinin parmaklıklarını zorluyormuş adeta… Koşup kavuşmak istediği ise Hakk’ın o sevgiliden yansıyan hakikatinden başka bir şey değilmiş aslında…

Zaman akmış, günler birbirini kovalamış… Küçük kız, yanında olduğuna inandığı geminin kaptanına gece gündüz o sevgiliyi anlatmış. Sonunda Cenâb-ı Allah bahşetmiş ve vuslat gerçekleşmiş… Bakmış ki birbirlerinden uzak kalmalarına rağmen hiçbir şey değişmemiş. Aksine o sevgiliden de küçük kıza bir muhabbet akıyormuş. Bu ucu bucağı olmayan derya, sevgilinin gözlerindeymiş sanki… O nazar ettikçe küçük kızın ruhu yavaş yavaş işleniyormuş.

Şimdi küçük kız, âvâre bir su misali, sevgilinin lûtfedeceği kaba dolmayı diliyormuş. Onun arzu ettiği şekle girip boyasına boyanmak ve bu vesileyle Hakk’a vâsıl olmak için…

 

Mehveş Eşitkoş

Mutluluğun Reçetesi Var mıdır?

İki kardeş hayâl edin; aynı anda annelerinin rahmine düşmüş, dokuz ayı birbirlerine sarılarak annelerinin karnında geçirmiş ve aynı anda dünyaya gözlerini açmış iki kardeş… Aynı ortamda, aynı ekonomik, sosyal ve kültürel yapıda, aynı zaman diliminde doğmuş ikizler: Ali ve Fatma, benim canımın güzel canları…

Tamamen aynı ekosistemin içinde büyüyen bu bir elmanın iki yarısı olan yeğenlerimle geçen bayram, bayram alışverişine beraberce gittik. Güzel insanlardan hep duyageldiğim “okunacak en güzel kitap, hayattır” sözü sanki bir kere daha can buldu, ete kemiğe büründü. O gün ikisinin de istedikleri bayram hediyelerini alırken içinde bulundukları ruhsal durum, bana “mutluluğun kaynağı nedir?” sorusu üzerine tefekkür etmek için çok güzel bir fırsat yarattı. Neredeyse tüm dış değişkenlerin sabit olduğu bir ortamda (zaman, mekân, ebeveyn, ekosistem… vs.) bu ikiz kardeşlerin sahip oldukları mutluluk seviyeleri arasındaki gözlemlenebilir bu fark “Mutluluğun kaynağı nedir?” sorusunu bir daha düşünmeme neden oldu.

Kendileri dışında tüm değişkenlerin aynı olduğu bir ortamda birinin sahip olduğu mutluluk ve diğerinin ise aradığı mutluluk acaba neydi? Bu konu üzerine farklı birçok kaynaktan okumalar yaptıktan ve bazı görselleri izledikten sonra kendi çıkarımlarımı sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bugün sizlere kısaca mutluluk hakkında yapılan çalışmalar sonucunda ispatlanan iki olgudan bahsedeceğim. Bunlardan biri mutluluğun dış etkilere bağlı olmadığı, diğeri ise insanların aslında neyin kendilerini mutlu ettiğini bilememeleri.

Prof. Dr. Dan Gilbert, psikoloji ve sosyoloji referanslı olmak üzere uzun yıllar boyunca interdisipliner birçok çalışma yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarının en can alıcı noktalarını içeren “the surprising science of happiness” başlıklı TED-Talks konuşmasında, yapılan tüm çalışmalarının neticesinde, mutluluğun sentezlenen bir durum olduğunu ve hiçbir dış faktöre bağlı olmadığını deneysel çalışmaların sonunda elde edilen ölçümler ile tüm dünyaya ispatlamaktadır. Öyle ki, Amerika’da büyük ikramiyeyi kazanan bir insan ile bir uzvunu kaybeden bir insanın bir yıl sonra nasıl başlangıçtaki mutluluk seviyelerine döndüğünü anlattığı bölüm, insanın dış etkilerden kısa bir dönem için etkilendiğini fakat bir müddet sonra -tâbir-i câizse- özüne geri döndüğünü anlatmakta. Ayrıca bazen bizim “özgürlük” diye yorumladığımız bazı durumların (örneğin seçme özgürlüğü ve bunun getirdiği çok sayıda seçenek arasında kalmışlık hâli gibi), aslında düşündüğümüzün aksine bize mutluluk değil, daha çok karmaşa ve huzursuzluk getirdiğini ve dolayısıyla da aslında insanların neyin kendisini mutlu ettiği konusunda gerçekte çok fazla da fikri olmadığını uzun yıllar süren bilimsel araştırmalarına dayalı olarak anlattığı bir konuşma.

İnsanların kendilerini neyin mutlu ettiği konusunda aslında çok da fazla bilgiye sahip olmadıkları, Ekonomi dalında Nobel kazanan tek psikolog unvanını taşıyan Daniel Kahneman’ın da “Beklenti Teorisi” teorisinin de temel noktasını oluşturmaktadır. Kahneman, insanların mutluluk için şart olarak kendilerine bir çok maddî kriter koyduklarını, ancak belirli bir yaşam standardına ulaşıldıktan sonra mutluluk ile madde arasındaki korelasyonun (ilişkinin) gittikçe zayıflayarak azaldığını insanların verdikleri binlerce karar üzerinden yapılan çalışmaların sonucunda ispatlamıştır. Bundan sonrası için mutluluğu salt madde üzerinden tarif etmek ise insanı, daha tatminsiz, daha huzursuz ve daha mutsuz bir noktaya sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendi kişisel tecrübelerimiz üzerinden konuya yaklaştığımızda da anneannelerimizden ve dedelerimizden çok daha konforlu bir hayat sürdüğümüz halde, olaylar karşısında onlardan daha fazla şikâyet eden bireyler olmamız da bu farkındalığı kendi özel tecrübemizden çıkarımlamamıza yetecektir.

Görünen o ki, bizler mutluluğunun dış değişkenlere bağlı olmadığını ve kendini gerçekte neyin mutlu edeceğini bilmeyen Âdem oğlu ve Havva kızlarından oluşmuş bir dönemin parçalarıyız ve bizden öncekiler gibi bizler de hayatlarımızda mutluluğu aramaktayız, istemekteyiz. Bir mâbede çekilip bütün gün izole bir ortamda, -adına her ne dersek diyelim- “O”nu düşünerek vaktimizi geçiremediğimize ya da çok az uyaranın olduğu izole bir yaşantıda tam konsantrasyonla her an büyük bir farkındalık içinde bir dağ evinde ya da bir ovada yaşayamadığımıza göre, günümüzün şartları ve mevcut ekosistem içinde nasıl mutlu olunabileceğine dair yapılan bilimsel araştırmalar ve sonuçları üzerine konuşmak için bir sonraki sayımızda buluşmak üzere…

Sevgiyle, mutlulukla kalın.

Hoşçakalın.

Aşk Biziz

Sûrete bakıp da bizi hor görme
Eyyub’un özündeki hâl biziz

Sözümüz yâredir avam işitmez
Dili dudağı dikilmiş lâl biziz

Hakk emrin tutar akıl sır ermeziz
Musa’yı Nil’de taşıyan sal biziz

Sadakattir aşımız ey erenler
Kıtmir’in önündeki yal biziz

Derviş kâinatta bizi okur durur
Kitaptaki elif biziz, dal biziz

Gafil neylese de bizi göremez
Renksiziz lâkin ak biziz al biziz

Mâşukun nazarıyla ekiliriz
İçinde bostanlar gizli dal biziz

Ruhun şifâsı bizim sırrımızdır
Lokman’ın elindeki bal biziz

Sırtımıza binen mîrâca çıkar
Burak’ın ayağındaki nal biziz

Gökhan Yıldırım

Bir Gönül Adamı: Sabri TANDOĞAN

Emekli Danıştay Üyesi Sayın Sabri TANDOĞAN’ın 18.08.2015 tarihinde vefat ettiğini üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Merhuma Allah’tan rahmet, yargı camiasına ve yakınlarına başsağlığı dileriz.

Merhum Sabri Tandoğan Beyefendiyi nasıl tanıdım tam hatırlayamıyorum. Yaklaşık bir sene kadar önce, zannediyorum bir arkadaşımın bahsetmiş olduğu bir facebook grubu vesilesiyle kendisinden haberdar olmuştum. O zamandan sonra da fırsat buldukça yazılarını okumaya, sohbet kayıtlarını dinlemeye ve sözüyle, haliyle etrafına neşrettiği hakikat aydınlığından nasibim kadar istifade etmeye çalıştım. Hâlen, bu yorucu ama zevkli hayat yolculuğumda elimden tutan, yol gösteren büyüklerimden bir büyük olarak gördüğüm bu mübârek insana, hele irtihallerinden sonra nasıl teşekkür edebilirim… Belki ancak, bu kutlu insanların yolundan giderek, ayak izlerini takip ederek, yap dediklerini yaparak ve yapma dediklerinden kaçınarak…

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun internet sayfasında yayınladığı yazının başında yer alan taziye mesajı, emekli bir yüksek memurun vefatını kamuoyuna bu satırlarla duyurmuş. Ama kendisi hakkında, bu mesajın ifade ettiğinden daha fazla malumata sahip değilseniz, bu, koca bir ummanın yanından yürüyüp geçmeye ve ondan ne bir koku ne de bir ses duyamamak bahtsızlığına benzer ki, bundan zannederim o verici, iyi ve güzeli paylaşmaktan adeta lezzet duyan muhterem şahsiyetin ruhu muazzep olur.

Aslında kendisi hakkında söz söylemek fakire düşmez; bu satırları yazmaktan maksadım da, kendisinden bahsetmekten ziyade, bu asil ve temiz insanın varlığından, bilmeyenleri haberdar etmektir.

Sabri Tandoğan engin hayat tecrübesiyle ve muazzam hafızasıyla hayatının neredeyse her kesitinden size yaşanmış örnekler sunuyor; kâh Ken’an Rifâi Hazretleri’nden konuşuyor kâh Yunus’la dile geliyor ve herhalükârda iyi, temiz, güzel ve asil olana dâvet ediyor… O, insan ruhunun kıymet ve hakikatinin idrakiyle, onu her türlü pasından, bulanıklığından arındırmak için çok basit reçetelerle çözüm sunuyor. Hayatın içinde, onu her şeyiyle kuşatmış ve hâdiselerin tesir edemediği bir rûhî kudretle müsterih ve hayran, yol gösteriyor. Nefsinin hâkimi, sözü de edâsı da ruh kesilmiş büyük insan…

Sabri Tandoğan Beyefendi, 18 Ağustos’ta Hakk’ın rahmetine kavuştular, geride pek çok öğrencisi, seveni kaldı… Ama dile getirdiği, yaşadığı ve öğrettiği prensipler ölümlü değil; hakikat yolcusu, olur da bir ses duymak, koku almak ister diye biz kendi sözlerinden oluşan bir demet gül sunalım ve son söz olarak da diyelim ki: “İnna Lillâhi Ve İnnâ İleyhi Raciûn”…

***

“Gülün yetiştiği ortama bakalım. Ne görürüz? Çamur, gübre, kireçli su… Ama o ortamdan rengiyle, kokusuyla gözleri ve gönülleri kamaştıran, erişilmez güzellikte bir gül çıkıyor. Çevresinden hep şikâyet eden insanlara gül örneğini veririm. Gül gibi olmak… Bütün insanlara faydalı, bütün insanlara karşı sevgi ve saygı dolu… Neden karınca gibi, biz de o yola girmeyelim…”

***

“Edepli insan kendine karşı da edepli olandır. Önemli olan, yalnız başına kaldığı zaman da Allah onu görüyormuş gibi edepli, ince, zamanını en güzel şekilde değerlendiren bir insan olabilmektir. Nasıl olsa yalnızım, kimseler görmüyor diye, lâuba­li, derbeder, çirkinlikler içinde olmak aslında Hakk’ı bilmemek demektir. Biz görmesek de O bizi görüyor. Biz farkında olmasak da O farkında. Neyi kimden gizleyeceğiz? ‘Ben size şahda­marınızdan daha yakınım’ demiyor mu?”

***

“Ve edep denilince akla, ister istemez Paşa Dede geliyor. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Hiçbir kelimenin tasvir edeme­yeceği kadar edepli, ince, zarif bir insandı. Edebin ta kendisi, yaşayan, canlı bir örneği idi. Bir gün Edip Atam Beyefendi tele­fon etti ve Paşa Dede’nin geldiğini, kendilerinde misafir oldu­ğunu söyledi. Gittim. O gece Paşa Dede ile tanıştım. Aradan otuz yıl geçti. Hâlâ anısını içimde sımsıcak saklarım. Hangi mi­safir geldiyse her defasında o yaşlı vücudundan beklenmeyen bir çeviklik, harikulâde bir zarafet, edep ve incelikle ayağa kalkıyor, saygıyla, sevgiyle, özlemle o şahsı selâmlıyor, o otur­madan yerine oturmuyor, zamanın en büyük insanına gösteri­lecek hürmeti o şahsa gösteriyordu. Nihayet içeriye ev sahibinin torunu Deniz girdi. Deniz o zaman beş yaşında, tatlı, sevimli bir kız çocuğu idi. Misafirlerden biri dayanamadı. ‘Sevgili Paşamız, kendinizi niye böyle yoruyorsunuz? Yazık değil mi? Beş yaşında bir kız çocuğu hürmetten ne anlar?’ deyince, Paşa Dede hiç unutmuyorum, o muhteşem cevabını verdi. ‘Ah efendim, bizler bu yavrucuğa sevgi, saygı, edep, incelik, ihtiram göstermezsek bu yavrucak bütün bu güzel hasletleri nereden öğrenecek?’ buyur­dular. Aradan yıllar geçti. Ama bu sözü, bu sözdeki derinliği, yüceliği hiç unutamadım. Bir meşale gibi ışık tuttu bana. Yıllar­dır içimi aydınlatıyor, ışıtıyor. Ve edep kelimesi nerede geçse hep Paşamızı hatırlıyor, ürperiyorum.”

***

“İstediğiniz kadar en iyi malzemeden nefis bir börek yapınız. O, fırının alevleri içinde çıtır çıtır pişip nar gibi kızarmayınca neye yarar? Bizim de içimizde güzel duygular, güzel düşünceler olabilir. Ama hayatın alevleri içinde pişmedikçe neye yarar? O acıları, ıstırapları, çileleri sineye çekip her gün biraz daha iyiye, güzele, mükemmele gitmeye çalışmadıkça nasıl hamlıktan, çiğ­likten kurtulur, olgunlaşabiliriz? Bunun hayatta bir tek örneğini bana gösterebilir misiniz? Yiyip içip keyif sürerek, vur patlasın çal oynasın yaşayarak hangi insan hayatta çiğlikten, basitlikten, kabalıktan, hoyratlıktan kurtulabilmiş, sevmenin, vermenin, pay­laşmanın güzelliğini duyabilmiş ve yaşayabilmiştir? Resûlullah Efendimiz ‘Allah şâhittir ki hayatta kimse benim kadar acı ve ıstırap çekmemiştir’ buyuruyor.”

***

“Nasıl Hazreti İbrahim ateşe atılırken inancını, teslimiyetini bozmadı. Rabbim beni yakmaz, beni korur dedi. Ve ateşin için­de gül bahçesi oluştu. Günümüzde de o yolda olan güzel in­sanlarımız var. Şartlar ne kadar ağır olsa onlar yine sabırla, sükûnetle, edeple, ‘Rabbim beni sınıyor, inşallah bu sınavımı da yüz akıyla verip mânâ yolunda bir basamak daha çıkacağım’ diyorlar ve ‘Hak’tan gelen şerbeti içtik Elhamdülillah’ın huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Allah onlardan razı olsun. Onlar ne güzel insanlar…”

 

Not: Yazılar, “Gönül Sohbetleri (Sabri Tandoğan’la Gönül Sohbetleri)” isimli Facebook grubunun sayfasından alınmıştır.

 

Ziya Sühan

Adana’nın Maarif Müdürü Kenan (Rifâî Büyükaksoy) Bey ve Eğitimci Yönü

Bu zamana kadar Adana’ya sayısız milli eğitim müdürü gelmiş geçmiştir, hepsine hizmetlerinden dolayı teşekkür ederim. Peki Adana’nın eğitim tarihine göre en önemli maarif müdürlerinden biri kimdir desem? Üstelik Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine Milli Eğitim Bakanlığını teklif ettiğini söylesem? Sanırım merakınız daha da artmıştır. Bu kişi Osmanlı döneminde 1886-1889 yıllarında Adana’da görev yapmış olan maarif müdürlerinden biri olan Kenan Bey’dir. Adana’ya 1880-1885 yıllarında görevli olarak gelen Abidin Paşa 1883 yılında öncelikle askeri rüşdiye daha sonra Mülkiye İdâdîsi denilen târihî Kız Lisesi binasını yaptırmıştır. Adana’daki idâdînin “mülkî” olması önemlidir çünkü o devirde daha çok zirâî, sınâî ve ticârî idâdîler bulunuyordu (1). Mülkî idâdîler devlet adamı yetiştirme amaçlı liselerdi.

1867 yılında Selânik’te dünyaya gelen Kenan Bey, Filibeli varlıklı tüccar bir ailenin oğlu olarak babası memur Abdülhalim Bey’in ve annesi Hatice Cenan Hanım’ın kararıyla Balkanlar’da çıkan huzursuzluktan sonra İstanbul’a yerleşmiş, eğitimini de yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Recâizâde Mahmut Ekrem  gibi dönemin aydın isimlerinden ders alarak iyi bir Fransızcayla ve dereceyle tamamlamıştı. İlk önce Hâriciye Nezâreti’nde memur olarak müşavirlik yaparken bir yandan da Dârü-l Fünun’da (üniversite) hukuk fakültesini bitirdi. Bir arkadaşının tavsiyesi ile kurum değiştirerek Maarif Nezareti’ne geçen 19 yaşındaki genç memur önce  Balıkesir Maarif Müdürlüğü’ne gönderilmiş, burada 11 ay kaldığı süre boyunca mûsıkî ve ney dersleri almış, çocukluğundan beri annesinin kendisini emânet ettiği, mânevî  dünyasını şekillendiren  Kādirî şeyhi Edhem Efendi’den ara ara Bursa’ya giderek de uzak kalmamıştı.

Adana’nın hicrî 1308 (1891) salnâmesine göre genç bir memur olan Kenan Bey 1886 yılında Adana maarif müdürlüğü için Balıkesir’den Çukurova’nın sıcak topraklarına ayak basıyordu. Genç maarif müdürü 90 öğrencisi olan Adana mülkiye idâdîsine (lise) gelir gelmez, karşısında 10 öğretmeni üstleri yırtık pırtık durumda bulup nedenini sorduğunda 10 aydır maaş alamadıklarını öğrenmiş. Aylık 100 kuruş olan maaşlarını neden alamadıklarını sorduğunda ise, şehrin ileri gelen bir hâkiminin yakını olan Danyal isimli kişiye maarifte lüzumsuz bir iş için ayda 2000 kuruş ödendiğini, bu kayırma yüzünden öğretmenlerin maaşlarını alamadıklarını öğrenmişti. Hemen maarif meclisi âzâlarını çağırtarak aldığı karara derhal uyulmasını, uyulmazsa görevi teslim almadan İstanbul’a geri döneceğini belirterek bu kişinin işine meclis kararı ile son verdirmiştir. (2) Kenan Bey  Adana’da bulunduğu zamanlarda merkez haricinde Mut, Silifke, Gülnar, Anamur’a kadar uç coğrafyalara giderek okullar açmaya, en uzak köylere giderek halkı eğitimin önemi konusunda uyandırmaya çalışmıştır. Bu ulu amaç uğrunda bir keresinde Anamur harabeleri civarında atıyla kaybolarak ıssız ve hırçın coğrafyada ölümden dönmüştür. Ayrıca ilginç bir tesadüftür ki Adana’nın köylerine yaptığı yine böyle  bir ziyaret sırasında bir köyde zeki, bilgili ve edebiyatı da kuvvetli bir öğretmen görerek böyle bir insanın köyde durması ziyandır lisede daha faydalı olur düşüncesi ile Adana idâdîsine aldırır fakat daha sonra bütün çıkan dedikoduların kaynağının bu insan olduğunu öğrendiğinde çok üzülür. Adana’dan Konya’ya ayrılmak üzere iken şehirde kolera salgını başlar ve ilk can veren de bu adam olur. Bu yüzden Sohbetler kitabında Adana yıllarına ait bu olay için öğrencilerine merhametin hakikati üzerine şu öğüdü vermiştir: “Mahzun mahzun oturan bir kedi görüyorsun. Ne olurdu bunun bir kanadı olsaydı deme. Çünkü kanadı olsaydı serçe kuşlarının neslini tüketirdi.”(4).

Adana ve çevresinde kolera nedeniyle karantina uygulaması olduğundan Tarsus’ta zorunlu olarak beklediği zamanda boş durmak âdeti olmadığından Camille Flammarion’un “Dünya’nın İnkılâbı” isimli kitabını Fransızcadan Türkçeye çevirir. Memuriyet için Konya’ya vardığında Balkanlar’da durumun daha karışması nedeniyle sağlam idarecilere ihtiyaç duyulduğundan Konya yerine Manastır Maarif Müdürlüğü’ne atanır. Daha sonra sırası ile Üsküp, Trabzon, Medine, İstanbul Maarif Müdürlükleri yaparken mânevî  dünyasını da tasavvuf yolunda geliştirerek Kādiri, Rifâî, Mevlevî, Şâzelî tarikatlarından icâzet alır. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin şerhi, bıraktığı en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir.

1925 yılında tekke ve zâviyelerin kapatılmasına dâir kanun çıktığında kendi dergâhı olan Ümmü Kenan Altay Dergâhı hakkında “Bir gün tekrar açılacaktır ama akademi olarak açılacaktır” diyerek kendi eliyle kilidi asar. Bu olaydan sonra modern Müslümanlık anlayışının 20. asırda nasıl olması gerektiğini anlatmak amacıyla İstanbul Fatih’te bulunan konağında sadece tasavvuf ve Mesnevî sohbetlerine devam eder. Münevver bir kesimden oluşan kadınların ve erkeklerin bir arada olduğu yapısıyla İstanbul’da entellektüel dergâh olarak da bilinen buradaki sohbetleri, kendisinin çok saygı duyduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün de dikkatini çekmiş, ulu önder eğitim alanındaki tecrübesinden dolayı kendisine Milli Eğitim Bakanlığı teklif etmiş, kendisi ise teşekkür ederek bu görevi kabul etmemiştir (5). 7 Temmuz 1950 tarihinde Kenan Rifâî Büyükaksoy bu âlemden ebediyet  âlemine göç etmiştir.

Mânevî öğrencilerinden Cemâlnur Sargut Hanım, Kenan Rifâî’nin “tasavvuf bir gün akademilerde okutulacaktır” sözünün gereğini 2009 yılında Amerika’da North Carolina Üniversitesi’nde “Kenan Rifâî İslâmî Araştırmalar Seçkin Profesörlük Kürsüsü” kurmak sûretiyle gerçekleştirerek ve daha sonra da 2010 yılında Çin’de Pekin Üniversitesi’nde “Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları” kürsüsünü kurarak önemli bir ilki başarmıştır.

 

KAYNAKLAR:

(1) Dr. Gözde Ramazanoğlu, Adana’da Tarih Tarihte Adana, s. 90

(2) Sâmiha Ayverdi, Dost, s.12

(3) Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri, Kenan Rifâî ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık, s. 33

(4) Kenan Rifâî, Sohbetler, 2.cilt, s. 485

(5) http://egoistokur.com/ataturk-seyh-kenan-rifaiye-milli-egitim-bakanligini-teklif-etmisti/

Ekrem Akçal

İstanbul Günleri-7: Çarşamba’da Ağyar Yok, Zıtlar Var

İstanbul Geceleri’nin tam ortasındayız. Yedi ay önce başladığımız yazı dizimizde Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını izliyor, İstanbul semtlerini geziyoruz. Kitabı yarıladık, yedi semt gezdik, yedi tane semt daha var.

Yarı yola gelince şöyle bir dönüp bakma ihtiyacı duyuyor sanki insan. Bu yazılara başlarken benim nâçizâne arzum Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, kendi İstanbul parçalarımı biraraya getirmek ve sizi biraz gezdirmek, biraz da düşündürmekti. Kâh istiğrak göklerinde kanat açan, kâh ara sokak izbelerinde ve dükkânlarında dolaşan onun fikir kuşunun hep bize yol gösterdiğini hissettim. Hem zâhiri ve hem bâtını, hem dışı hem içi idrak edebildiğim kadar, temizlemeye çalıştığım gönül aynamdan yansıyabildiği kadar iletmeye çalıştım.

Sâmiha Anne’nin anlattığı semtlerin şimdiki görünüşünü aktardık bu satırlarda. Gezilerimizde oradaki târihî yerler, geleneksel sanatlarımız, ve an’anelerimiz karşımıza çıktı. Sâmiha Anne’nin doğduğu semt Şehzadebaşı ile mâziyi tahassür ettik. Geçmişin tohumunu ne değişmesin diye ambarlarda çürütelim, ne de toptan çöpe atıp gönül toprağımıza uymayan yabancı tohumlar ekelim dedik. Mâzi tohumunu hâl tarlamıza ekelim ki gelecek nesiller nafakalansın istedik. Beyazıt ile halk-ı cedid dedik. Her nefesin yeni bir fırsat, bir diriliş olduğunu öğrendik; bu fırsatı yakalamak için Sâmiha Anne sanki kendimize kendimizden saklı hayat ve bekā iksirine tekrar dudak değdirmemizi öğütledi.

Süleymaniye’de Koca Sinan’a gıpta ederken diledik ki milli romatizmle nesiller gönül milliyetçisi olsa, millletimize ait güzellik ve değerler aşk ve şevk hâlinde yürekte hissedilse… Artık yok olmuş semt Sandıkburnu’nda var ve yok, mânâ ve madde üzerine konuştuk. Beşer idrâkinin en eski dâvâsı varoluşa değindik.

Aksaray’da “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylılara misafir olduk. Pek çok Türk ailesi için geçerli olabilecektir ki; imanları taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktardıklarını gördük. Tavukpazarı’na uğradık. İnci tavuk pazarında satılmaz dense de, bu semt sayesinde “İstanbul Günleri” gerdanına inci gibi bir anı bulduk, ekledik. “A.. Sâmiha’ya bak, yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor” darken, onu görenler, biz de yazdıklarını okuyalım ondan edep öğrenelim dedik.

Bu ay Çarşamba’dayız. Aslında Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabınında sırada Çırpıcı var ama izninizle sırayı bozuyoruz ve bizim “İstanbul Günleri” yazı dizimizin ortasına Çarsamba’yı oturtuyoruz. Belki de geçen ay edep konusunda öğrendiklerimizi hemen uygulamaya çalışalım diye. Çünkü öğrendik ki ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır.’ Birlikten çokluğa gelindiğini hatırlamak, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek… İşte Istanbul’un en tutucu semti taasup ehli Çarşamba’ya giderken bu düşünceler aklımda, uzun etek ve ceket üstümde, kendimi ara sokaklara bırakıyorum.

O ara sokaklar bizi Çarşamba pazarına getirdi, yolda da Konaktan ve Sâmiha Anne’nin yaşamış olduğu evin önünden geçip büyüklerimizi andık. Diğer semt pazarlarından Çarşamba’nın farkı herhalde başının ve sonunun görülmeyişidir. Sağa sola kıvrımlarla her yerler pazar. Sebze meyvanın yanısıra dizi dizi şirin bebek kıyafetleri, rengârenk kumaşlar, danteller, düğmeler, çeşit çeşit başörtüleri sıralanmış. Ben pazarın yanısıra bu tutucu semtin insanını da merak ettiğim için pazarda alışveriş edenleri inceliyorum. Evine yemeklik götürme telâşı, kılık kıyafet satılan tezgâhlara şöyle bir bakıp fiyat sorma ve ufak tefek alışverişlere bakınca diğer semt pazarlarındaki semt sâkinlerinden bir farklılık veya ’ötekilik’ görmüyorum.

Biraz daha çevreyi tanımak için adımlarımı pazar yerinden uzaklaştırıyor, İstanbul’un manzaralı tepelerinden birine konumlandırılmış selâtin camilerden Yavuz Selim Camii’ne yönleniyorum. Sâmiha Ayverdi’nin anlatımı ile “…Oturduğu seddin üstünde bir arslan göğsü gibi kabararak, Haliç ile tekmil o kıyılara bakan Sultan Selim Câmii’ni ve ilme verdiği payeyi kıyamete kadar dile getirmek ister gibi, bir âlimin atının ayağı ile çamurlanmış cübbesini sandukasına örttüren Yavuz”un camiine giriyoruz. Yavuz Selim’in emriyle oluşturulan ve Kānûnî zamanında eklemeler yapılan bu eserin mimarı Sinan mı yoksa başka bir mimar mı, tartışmalıymış. Üç kapılı avlusu, geniş bahçesi, muhteşem manzarası bu caminin en etkileyici özellikleri. Avluda yapılan Ramazan geceleri hazırlıkları arasından geçip türbelere ulaşıyorum. Yavuz Selim ve kızlarının yanısıra burada Sultan Abdülmecid’in türbesi de var. Sultan Abdülmecid’in Yavuz Selim’e büyük bir sevgisi varmış, buraya gömülmek istemiş. Türbe mimarisinde iç dekorasyonun bu iki han döneminde nasıl farklılaştığı ve Abdülmecid zamanında batı tarzına dönüldüğü görülebiliyor.

Tekrar Çarşamba semtine yöneliyoruz ve Sâmiha Ayverdi’nin söz ettiği “…Çinileri, panoları, on altıncı asrın zirveleşmiş birer zevk örneği olan Mehmet Ağa Camii” ni bulup bir uğrayalım istiyoruz. Yolda semtin merkezi denilebilecek sokağında ilerlerken semt sâkinlerinin giyinişinden ”Arabistan’da mıyım Türkiye’de miyim?” diye içimden geçirdim. Sağlı sollu bu tür kıyafet satan dükkânların yanısıra pek çok dinî kitap basan yayınevinin merkezleri de dikkatimi çekiyor. Ara sokaklardaki Mehmet Ağa Camii’ne ulaştık. Kafamı çinilere bakmak için tam içeri sokuyorum ki camii dış duvarına konumlandırılmış camiinin çinili içinin güzelliklerini göremeyen kadın bölümüne yönlendiriliyorum. Bu semtte kurallar katı, kalıplar sert.

Namaz saati geliyor. Kadınlar tarafında saf tutanlara bakıyoruz; mânâsını arayan acemi tesettürlü, onun kıyafetini eleştiren ama kalbinin temiz olduğunu uman tecrübeli ihtiyar, ihtiyarın yanında hiç gıkını çıkarmayan gelini. Diğer yanda mânâsını arayana omuz değdirse de o yöne bakmayan baştan aşağı siyah çarşaflı, bir de âidiyet hissi arayan âniden ortaya çıkıp saf tutan Suriyeli küçük kız. Aklıma Sâmiha Anne’nin sözleri geldi. ”Bu kubbelerin altına kimler dolup boşalmaz? Cenneti göklerin üstünde, cehennemi ise yedi kat yerin altında sanan ve birine erişmek, ötekisinden de yakasını kurtarmak için hazin hazin telaşlanan âbid (ibâdete düşkün), bunların ikisinin de yeryüzünde, hayır hayır kendi gönlünde olduğunu kabul etmiş âşıkla aynı safta durur, aynı zemine secde eder, fakat aralarında hayatla ölüm kadar gayrılık vardır.”

Devam eder Sâmiha Anne: ”Zaten dünya, yalnız bir camii kubbesi altında mı ayrılık ve gayrılıklarını ortaya koyar? Belki o kubbe altı, bu ayrılık ve gayrılık çekişmelerinin uyuşma ve yatışma temrinleri (alıştırma) yaptığı bir tâlim meydanıdır ve insanoğlu, orada elde ettiği temkin ve salâbeti (inançtan doğan kuvvet) günlük hayat sahnesinde de kullanmaya çabalar.”

Gezimizi sonlandırırken, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek, ötekileştirmemek, farklılıklar olsa da birliği hatırlamak dileği ile Sâmiha Anne’nin bize aktardığı Ken’an Rifâî’nin sözleri ile bitirelim: “Ağyar (başka) yok, zıtlar var.”

Not: “Çarşamba”le ilgili düşüncelerinizi, anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz: elifkdinler@gmail.com veya Instagram elifkdinler

Editörden (Temmuz-Ağustos 2015)

Merhaba Her Nefes Dostlarımız,

Bu sayımızda konumuz “Umre” ibâdeti, doğrusu böyle bir konu nasıl yazılabilir, anlatılabilir ve paylaşılabilir bilemiyorum. Mâlûm, bir şarkı sözü vardır, “Aşk yaşanır, anlatılmaz” diye… O mübârek topraklarda olmak bir başka hâldir… Âciz bir beşer olarak, her zaman, âlemlere rahmet o mübârek sevgilinin yaşadığı yerlere gidince, aslında herkes kendince ve kendine göre, ama muhakkak dolu dolu zamanlar yaşıyor diye düşünmüşümdür. Herkes kendi yaşadığını bilir ve anlatır. Her giden, oradan ihtiyacı olanı, ihtiyacı olduğu kadar alırken, hangi huyunu ve sevmediği hangi özelliğini ne kadar verebiliyor? Doğrusu bilemiyorum. Allah oralarda bulunup bırakmak istediklerimizi oralarda bırakmayı ve inşaallah oraların nuru ile nurlanmayı isteyen herkese nasip etsin.

Velhâsıl bu ayki konumuz da diğer konularımız gibi çok güzel ve özel bir konu… Ama sanırım, biraz daha kişiye özel, biraz daha gönlümüzde yer eden bir konu. Belki biraz mahrem, belki sadece gönül diliyle anlatılan ve anlaşılan bir konu. Bilemiyorum… Bildiğim, Hz. Mevlânâ’nın aşkın ne olduğuna dair kendisine gelen soruya “Ben ol da bil!” demesi gibi, kişiye özel ve ancak o kişinin yaşadığı şekliyle anlamamız gereken bir konu olduğudur.

Biz de Her Nefes ekibi olarak, sizlere kendimizce yaşadıklarımızdan, özlediklerimizden ve hissettiklerimizden bir sayı hazırladık. Bu sayımızda yer alan yazılar arasında ilk defa umreye giden, umreye giden ve bir süredir gidemeyerek orayı çok özleyen, hasret çeken tüm dostlardan kelâmlar var. Biz bu sayımızı çok beğendik. İnşaallah sizler de beğenirsiniz. Her zamanki gibi ve elbette kusurları bize, güzellikleri her şeyin sahibine âit olan bir sayımıza daha hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Temmuz-Ağustos 2015)

Kâmil üstadı bulan, cemâli bulur. Ne kadar mevcudat varsa, hepsi de o kâmilin kalbi vâsıtasıyle Hakk’ı bulmaya çalışır.

Yârin yüzü, Hakk’ın cemâlidir. Hacca gidenler, taşı toprağı tavaf ederler. Bir gönül ele getir ki hacc-ı ekberdir. Bin kâbeden bir gönül evlâdır. Kâbe’ye gitmek için ihrama bürünürler, yâni esvaplarından so­yunurlar. Gönül kâbesine teveccüh eden âşıklar ise iki cihandan soyunurlar. Onların ihramı budur.

Kâbe, Sübhân’m rızâsı mahallidir. Çünkü oraya Allah’ın rızâsı için gidilir. Gönül ise Rahman’ın müşâhede edildiği yerdir. Binâenaleyh bir gönül, yerler ve göklerden dünya ve kâinattan Kâbe-i âlîşân’dan daha yücedir. Ne mutlu o kimseye ki hakîkî Arafat olan ârif-i billâhı bulur ve onda Hakk’ın cemâlini seyreyler.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 317)

****************

Dünyâya gelmekten maksat, ruhu kemâle erdirmek, kâmil insanı bulmaktır. İlmi burada bulamadınsa Çin’e kadar gideceksin. Bu husus­ta mazeret makbul değildir. Çünkü dünyâya gelmekten maksat budur. Benim evlâdım, ailem var, onlar ile meşgul olmam, onlar için çalışmam lâzımdır, da desen yine mazeretin makbul olamaz. Evlâdın ve ailen ol­duğu için yemek yemiyor musun? Şu halde ruhunun gıdası için de ça­lışman, onu aç bırakmaman lâzım. Taşı toprağı arayacağına insanı ara… İlmullâhı, kâmil insanı ara… Seyahatler edip hacca gidiyorsun. Git. Fakat yalnız taşı toprağı ziyarette kalma… İnsanı bulup onu tavaf et!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 549)

****************

Hocamız bir gün evvel Hırka-i Şerif Camiinde geçen bir hâdiseden bahsediyordu:

“Dün camide dolaşıyordum. Üç dört kadın gelerek Harem-i Şerif maketinin önünde durdular ve bana dönerek: Beyefendi bu nedir? de­diler. Hücre-i Saâdet’tir, Resûlullah Efendimizin kabirleridir, dedim. Kadınlar hayret ettiler, şevk ve tehalükle tavaf ve ziyaret ettiler. Dü­şündüm ve kendi kendime: Allah isterse onların bu ziyaretlerini Hi­caz’a kadar gitmiş gibi de kabul eder, dedim. Çünkü amel, niyetin için­de gizlidir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 62)

 

Umre Hakkında

Kâbe’nin üç sütunu dört köşesi vardır. Yani Fâtiha’nın yedi âyeti insanın cemâlinde olan yedi işaret demektir ki ateş, hava, su ve topraktan ibaret dört unsur ile akıl, ruh ve nefse işarettir. Bu üç sütun, Peygamberimiz’in üç özelliği üzere yapılmıştır: “Müctebâ”, “Murtazâ”, “Mustafâ!” Bir kimse ki şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet derecelerinden geçerek temizlenirse, bu makamları idrak eder. Yani bakın, gönül Kâbe’si böyle inşa edilir.

Peygamber nefsi ile beğenilmiştir. Allah onun nefsini beğenmiş, onun nefsini tekâmül ettirmiş sâfiye makamına çıkarmış, içinde Allah’tan başka bir şey barındırmayan nefsini ve aklını seçmiştir. O akıl çok güzel bir akıldır. O akıl, idrak makamında bir akıldır. Ve onunla Peygamber’i kendine yakınlaşmıştır. Mustafa yakîn, en yakın olan, onunla arasında mesâfesiz olan demek.

Şimdi bu üç sütun ile başlayan ve Hamd ismiyle tamamlanan Kâbe’nin o köşesinde Hacerü’l-Esved denen mânâ taşı var. Aslında görüyoruz ki Peygamber’in mânâsı etrafında tavaf ediyoruz. Onun gönlü ve gönlünün mânâsı etrafında tavaf ediyoruz. Bunun için önce ihram giyiyoruz.

İhram giymek, “tüm nefsi arzu ve isteklerden temizledim Allah’ım, bende bana ait bir şey kalmadı, artık huzuruna çıkmaya hazırım” demektir. Bunu yapmazsak huzura çıkamayız. Abdest alıp, ihram giyip, huzura çıkarız.

İhram, beyaz, iki parça, dikişsiz bir örtüdür. Âdetâ kefen giymiş ve geçici hayatın bütün sıkıntılarından kurtulmuş, Allah’a yönelmiş, bir nevi “ölmeden önce ölme” makamına yükselmiş kişinin kıyafetidir. Bunun iki parça olması, Allah’ın azamet ve kibriyâsının o kişinin üzerinde tecellî ettiğine delildir. Mânevî anlamda ise, kulu görmekten vazgeçip Allah’a odaklanmak demektir. İhram giyerek niyetlenilir ve tavafa başlanır. Hacerü’l Esved’den izin alınır.

Hacerü’l-Esved ruha işarettir. Ebû Kubeys Dağı’nın sarsılıp yarılmasıyla ortaya çıkmıştır. Sanki ruhun sıkıntı ve belâlar sonucunda vücutta ortaya çıkışı gibi. Nefsânî kuvvetlerin kalbe galip gelip istilâ etmesiyle beyaz iken karardığı söylenir. Bu yüzden Hacerü’l-Esved’den izin almak, ruh makamındaki Peygamber’den veya Allah’ın Hayy isminden izin almaya benzer. Hacerü’l-Esved’e bakınca akla Tîn Sûresi gelebilir. “Biz insanı en güzel sûrette yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.”

İhram giyip ya da hanım olduğumuz için ihram mecburiyeti olmadan huzura çıktığımızda, niyetlenip izin alınca birinci şavta başlarız. Bu Allah’ın Hayy isminin vücudumuzda tecellî etmesi için yapılan bir dönüştür. Yani hayatımızı Allah’ın hayatına bağlarız.

İkinci şavt, ilmimizi Allah’ın ilmine, üçüncü şavt irademizi Allah’ın iradesine, dördüncüde kudretimizi Allah’ın kudretine, beşincide işitmemizi onun işitmesine, altıncıda görmemizi onun görmesine, yedincide ise konuşmamızı onun konuşmasına bağlarız ve şu hadis zuhur eder: “Ben onun işiten kulağı ve gören gözü olurum.”

Böylece bir tavaf tamamlanmış olur. Bu durumda şu hâller ortaya çıkar:

“Allah’ım Hayy sıfatı ile beni dirilt! Senin Hayy sıfatın ile beni dirilt ki, Kâbe’ye gelmekten maksadımı hâsıl edeyim. Neyin etrafında döndüğümü bileyim, her şeyi idrak edeyim.”

İkinci dönüşte, “Allah’ım kuvveti kudretini bana nasip et ki, ben senin kuvveti kudretin ile dirileyim”, üçüncü dönüşte “Allah’ım bana ilminle tecellî et. Yani bende isminle ortaya çık! Sana ait bir şeyle ben ortaya çıkayım”, dördüncü dönüşte “Bu kadar güzelleştim bana nefsimi idare gücü ver! Nefsim çıksın aradan!”, beşinci, altıncı ve yedinci dönüşlerde, “Allah’ım benden gören sen ol, Allah’ım benden işiten sen ol, Allah’ım benden konuşan sen ol” diye niyaz edilir.

Sonuçta o hâle geliriz ki artık tavaf bittiğinde ortada ben diye bir şey kalmaz. Allah irade etmiştir, kul Allah’a tam teslim olmuştur kurbanlık koyun gibi! Sonra namaz kılar, şükrederiz. Namaz şükürdür, secde yokluktur, hiçliktir! Kâbe’ye bakarak o hakîkate bakarak şükrederiz!

Kılınan namazın mânâsı vücudumuzda Allah’a ait olan ismimizin ortaya çıkmasıdır. Sonrasında Zemzem içeriz. Zemzem kelime anlamıyla “Sus” demektir. Nefis susar, ruh baştan aşağı ilim kesilir. Zemzem hakîkat ilmine ulaşmak demektir.

Sonra sa’y yaparız! Safâ ve Merve arasında yedi kere gidip geliriz. Safâ halka ait sıfatlardan soyunmak, Merve ilâhî sıfatları giyinmek demektir. Yedi kere gidiş gelişin sonucunda Allah’ın sıfatıyla sıfatlanmış olarak saçımızı kestiririz ki, iddia ve benlikten kurtulduğumuzu anlayalım diye.

Bazı sembollerin mânâları şudur:

Umre veya hac sırasınca güzel koku sürmeyi terk; isim ve sıfatlardan soyunup zâta yönelmek demektir. Sürme çekmeyi terk; mucize görse de onu anlatmayı terk demektir. Cinsî münasebeti terk; vücutta tasarrufu terk etmek demektir. Mikat, kalp demektir. Arafat, mârifet makamı, ârif olmak demektir. Müzdelife, makamın yükselmesi; Mina, mânevî isteklerimize kavuşmak; üç kere şeytan taşlamak, vücudumuzdaki nefs, tabiat ve âdetleri taşlamak demektir. Vedâ tavafı, hidâyete ermek demektir.

Umrenin bittiği anki zevki anlatmam mümkün değil. Allah nasip etti, ben çok umre yaptım, o zevk için umre yaptım. O vazifeyi yapmış olmanın, o temizlenmeyi ummuş olmanın, Allah’ın mânâsını giyinmeye hazırlanmanın zevki ile, genelde gece yarısı umre bittiğinde duyduğun mutluluğu, huzuru, zevki hiçbir şekilde anlatmak mümkün değil. Artık sen yoksun. O öyle bir zevk.

 

(Yukarıdaki metin şu kaynaktan alınmıştır: Cemâlnur Sargut, Kur’an ile Var Olmak, Nefes Yayınevi, İstanbul, 2014, s. 149-153.)

Umre Yolu

“Yol gönüldür. Gitmek, kendiliksiz kendine gitmektir, bilmek ve bulmaktır.”

Ken’an Rifâî

Henüz umreye gidemedim. Doğrusu bu yolculuğu hasretle bekliyorum. Yazın sıcaklar bastırınca Mekke’yi düşünüp, bir yerde kalabalıkta sıkışınca Mescid-i Nebevî’yi düşünüp mutlu oluyorum, acaba nasıl olacak diye düşününce heyecanlanıyorum. Hacer’ül Esved’i öpebilecek miyim, öperken nasıl atlayacağım, bunları düşünmek bile şu anda yüzümü güldürüyor.

Hz. Peygamber’in huzuruna varma, yeşil halıda namaz kılma, Kâbe’yi ilk kez görünce hissedilen duygular… Gidenlere sorduğum, anlattıklarını içer gibi dinleyip içimde büyüttüğüm çok şey var. Evet, benim de param pulum yok ama bu işlerin parayla pulla olmadığını da sayısız örnekte gördüm. Yol açılınca, her şey yerini buluyor ve diyorlar ki “Bir bakıyorsun, oradasın!”

Yol açılınca demişken…

Bu yazıya başlamadan önce, Efendimin bir sözü vardı gönlümde. “Yol gönüldür. Gitmek, kendiliksiz kendine gitmektir, bilmek ve bulmaktır.” buyurmuşlar.

Anlamam gereken tek bir şey var.

Bilmem gereken tek bir şey var.

Bulmam gereken tek bir şey var.

Kendim…

Yol, gönlüm… Umre yolculuğu da benim bu âlemde kendi hakikatime gidişimin belki bir provası… Tek bir parçası olduğum o bütünü bu âlemde seyredebileceğim; yalnızca o mânâya odaklanabileceğim bir fırsat umre. İster Kâbe olsun, ister Mescid-i Nebevî; ister insan-ı kâmilin huzuru olsun, isterse bir taş… Hepsi ayna, hepsinde kendimi göreceğim. Yeter ki bu fırsatı değerlendirip gördüğüm her şeyin kendimi tanımam için olduğunu göz ardı etmeyeyim…