İstanbul Günleri-7: Çarşamba’da Ağyar Yok, Zıtlar Var

İstanbul Geceleri’nin tam ortasındayız. Yedi ay önce başladığımız yazı dizimizde Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını izliyor, İstanbul semtlerini geziyoruz. Kitabı yarıladık, yedi semt gezdik, yedi tane semt daha var.

Yarı yola gelince şöyle bir dönüp bakma ihtiyacı duyuyor sanki insan. Bu yazılara başlarken benim nâçizâne arzum Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, kendi İstanbul parçalarımı biraraya getirmek ve sizi biraz gezdirmek, biraz da düşündürmekti. Kâh istiğrak göklerinde kanat açan, kâh ara sokak izbelerinde ve dükkânlarında dolaşan onun fikir kuşunun hep bize yol gösterdiğini hissettim. Hem zâhiri ve hem bâtını, hem dışı hem içi idrak edebildiğim kadar, temizlemeye çalıştığım gönül aynamdan yansıyabildiği kadar iletmeye çalıştım.

Sâmiha Anne’nin anlattığı semtlerin şimdiki görünüşünü aktardık bu satırlarda. Gezilerimizde oradaki târihî yerler, geleneksel sanatlarımız, ve an’anelerimiz karşımıza çıktı. Sâmiha Anne’nin doğduğu semt Şehzadebaşı ile mâziyi tahassür ettik. Geçmişin tohumunu ne değişmesin diye ambarlarda çürütelim, ne de toptan çöpe atıp gönül toprağımıza uymayan yabancı tohumlar ekelim dedik. Mâzi tohumunu hâl tarlamıza ekelim ki gelecek nesiller nafakalansın istedik. Beyazıt ile halk-ı cedid dedik. Her nefesin yeni bir fırsat, bir diriliş olduğunu öğrendik; bu fırsatı yakalamak için Sâmiha Anne sanki kendimize kendimizden saklı hayat ve bekā iksirine tekrar dudak değdirmemizi öğütledi.

Süleymaniye’de Koca Sinan’a gıpta ederken diledik ki milli romatizmle nesiller gönül milliyetçisi olsa, millletimize ait güzellik ve değerler aşk ve şevk hâlinde yürekte hissedilse… Artık yok olmuş semt Sandıkburnu’nda var ve yok, mânâ ve madde üzerine konuştuk. Beşer idrâkinin en eski dâvâsı varoluşa değindik.

Aksaray’da “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylılara misafir olduk. Pek çok Türk ailesi için geçerli olabilecektir ki; imanları taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktardıklarını gördük. Tavukpazarı’na uğradık. İnci tavuk pazarında satılmaz dense de, bu semt sayesinde “İstanbul Günleri” gerdanına inci gibi bir anı bulduk, ekledik. “A.. Sâmiha’ya bak, yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor” darken, onu görenler, biz de yazdıklarını okuyalım ondan edep öğrenelim dedik.

Bu ay Çarşamba’dayız. Aslında Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabınında sırada Çırpıcı var ama izninizle sırayı bozuyoruz ve bizim “İstanbul Günleri” yazı dizimizin ortasına Çarsamba’yı oturtuyoruz. Belki de geçen ay edep konusunda öğrendiklerimizi hemen uygulamaya çalışalım diye. Çünkü öğrendik ki ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır.’ Birlikten çokluğa gelindiğini hatırlamak, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek… İşte Istanbul’un en tutucu semti taasup ehli Çarşamba’ya giderken bu düşünceler aklımda, uzun etek ve ceket üstümde, kendimi ara sokaklara bırakıyorum.

O ara sokaklar bizi Çarşamba pazarına getirdi, yolda da Konaktan ve Sâmiha Anne’nin yaşamış olduğu evin önünden geçip büyüklerimizi andık. Diğer semt pazarlarından Çarşamba’nın farkı herhalde başının ve sonunun görülmeyişidir. Sağa sola kıvrımlarla her yerler pazar. Sebze meyvanın yanısıra dizi dizi şirin bebek kıyafetleri, rengârenk kumaşlar, danteller, düğmeler, çeşit çeşit başörtüleri sıralanmış. Ben pazarın yanısıra bu tutucu semtin insanını da merak ettiğim için pazarda alışveriş edenleri inceliyorum. Evine yemeklik götürme telâşı, kılık kıyafet satılan tezgâhlara şöyle bir bakıp fiyat sorma ve ufak tefek alışverişlere bakınca diğer semt pazarlarındaki semt sâkinlerinden bir farklılık veya ’ötekilik’ görmüyorum.

Biraz daha çevreyi tanımak için adımlarımı pazar yerinden uzaklaştırıyor, İstanbul’un manzaralı tepelerinden birine konumlandırılmış selâtin camilerden Yavuz Selim Camii’ne yönleniyorum. Sâmiha Ayverdi’nin anlatımı ile “…Oturduğu seddin üstünde bir arslan göğsü gibi kabararak, Haliç ile tekmil o kıyılara bakan Sultan Selim Câmii’ni ve ilme verdiği payeyi kıyamete kadar dile getirmek ister gibi, bir âlimin atının ayağı ile çamurlanmış cübbesini sandukasına örttüren Yavuz”un camiine giriyoruz. Yavuz Selim’in emriyle oluşturulan ve Kānûnî zamanında eklemeler yapılan bu eserin mimarı Sinan mı yoksa başka bir mimar mı, tartışmalıymış. Üç kapılı avlusu, geniş bahçesi, muhteşem manzarası bu caminin en etkileyici özellikleri. Avluda yapılan Ramazan geceleri hazırlıkları arasından geçip türbelere ulaşıyorum. Yavuz Selim ve kızlarının yanısıra burada Sultan Abdülmecid’in türbesi de var. Sultan Abdülmecid’in Yavuz Selim’e büyük bir sevgisi varmış, buraya gömülmek istemiş. Türbe mimarisinde iç dekorasyonun bu iki han döneminde nasıl farklılaştığı ve Abdülmecid zamanında batı tarzına dönüldüğü görülebiliyor.

Tekrar Çarşamba semtine yöneliyoruz ve Sâmiha Ayverdi’nin söz ettiği “…Çinileri, panoları, on altıncı asrın zirveleşmiş birer zevk örneği olan Mehmet Ağa Camii” ni bulup bir uğrayalım istiyoruz. Yolda semtin merkezi denilebilecek sokağında ilerlerken semt sâkinlerinin giyinişinden ”Arabistan’da mıyım Türkiye’de miyim?” diye içimden geçirdim. Sağlı sollu bu tür kıyafet satan dükkânların yanısıra pek çok dinî kitap basan yayınevinin merkezleri de dikkatimi çekiyor. Ara sokaklardaki Mehmet Ağa Camii’ne ulaştık. Kafamı çinilere bakmak için tam içeri sokuyorum ki camii dış duvarına konumlandırılmış camiinin çinili içinin güzelliklerini göremeyen kadın bölümüne yönlendiriliyorum. Bu semtte kurallar katı, kalıplar sert.

Namaz saati geliyor. Kadınlar tarafında saf tutanlara bakıyoruz; mânâsını arayan acemi tesettürlü, onun kıyafetini eleştiren ama kalbinin temiz olduğunu uman tecrübeli ihtiyar, ihtiyarın yanında hiç gıkını çıkarmayan gelini. Diğer yanda mânâsını arayana omuz değdirse de o yöne bakmayan baştan aşağı siyah çarşaflı, bir de âidiyet hissi arayan âniden ortaya çıkıp saf tutan Suriyeli küçük kız. Aklıma Sâmiha Anne’nin sözleri geldi. ”Bu kubbelerin altına kimler dolup boşalmaz? Cenneti göklerin üstünde, cehennemi ise yedi kat yerin altında sanan ve birine erişmek, ötekisinden de yakasını kurtarmak için hazin hazin telaşlanan âbid (ibâdete düşkün), bunların ikisinin de yeryüzünde, hayır hayır kendi gönlünde olduğunu kabul etmiş âşıkla aynı safta durur, aynı zemine secde eder, fakat aralarında hayatla ölüm kadar gayrılık vardır.”

Devam eder Sâmiha Anne: ”Zaten dünya, yalnız bir camii kubbesi altında mı ayrılık ve gayrılıklarını ortaya koyar? Belki o kubbe altı, bu ayrılık ve gayrılık çekişmelerinin uyuşma ve yatışma temrinleri (alıştırma) yaptığı bir tâlim meydanıdır ve insanoğlu, orada elde ettiği temkin ve salâbeti (inançtan doğan kuvvet) günlük hayat sahnesinde de kullanmaya çabalar.”

Gezimizi sonlandırırken, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek, ötekileştirmemek, farklılıklar olsa da birliği hatırlamak dileği ile Sâmiha Anne’nin bize aktardığı Ken’an Rifâî’nin sözleri ile bitirelim: “Ağyar (başka) yok, zıtlar var.”

Not: “Çarşamba”le ilgili düşüncelerinizi, anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz: elifkdinler@gmail.com veya Instagram elifkdinler

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın