Nûr İken Adı Oldu Meşkûre

Sosyal medyanın ilk tohumlarını atan mâlûm şahıs henüz Harvard’da öğrenciyken yeni bir devrin pimini çektiğinden haberdar mıydı acaba? Artık yaşa bakmaksızın cümlemizin yeni emziği sayılan akıllı telefonlarımıza müptelâ, dijital dünyada hayallerimize açtığımız alanlarda yaşıyoruz. Bu ifade şeklinin vücudumuza salgılattığı dopamin ile dijital dünyada hiç olmadığımız kadar renkli, hiç olmadığımız kadar cesuruz. Hele bir de bilgeyiz ki sormayın gitsin. Bilgece sözler, dijital kişiliklerimizden dökülen sebil inci taneleri… Pek çoğunun da atfedilen müellifine ait olup olmadığı meçhul. Durum o raddeye varmış durumda ki Hz. Pîr’in mübârek ism-i şerifi cümle erdemli sözlerin dijital dünyadaki mahlâsı sanki.

Hâşâ, tüm bu paylaşımları eleştirmek değildir niyetim; zaten yazının amacı da bu değil. Nihayetinde bu fakir de bu dijital dünyanın kendince oyuncusudur haddizâtında. Aksine dijital kişiliklerimiz aslında olmadığımız edep ve irfânı üzerine hâl olarak giyinmiştir çoktan. Dijital kişiliklerimiz gerçekte olmak istediğimizin bayraktarlığını yapmaktadır bir nevî. Gerçek olmayan bir dünyanın daha da gerçek olmayan bir mecrâsında ânı yaşayan, her şeye şükreden, tüm yaradılmışı seven, mutlu olmayı ıskalamayan mümbit bir derviş vahası vardır. Lâkin dünya sahnesinde beden giyinip rolünü oynamaya ve tekâmüle muhtaç ruhlar olarak dijital kişiliklerimiz kadar kolay şekilde “hal” üzere olabilseydik keşke.

Oysa “gerçek” dünyada gündelik sorumluluklarımız ve zorluklarımız var. Bize dünyayı “dar” edenler var. Başarıyı, mutluluğu ve kişiliği maddî ve aklî parametrelere bağlayan ve bizi ancak bu “norm”lara uygunsak mutlu, başarılı ya da güzel sayan bir anlayışın egemen olduğu bir dünya var. Erdemli olmayı dijital kişiliklerimizin üzerinden sıyırıp gerçek bedenlerimize giyinmek mi? Hodri meydan. Haydi kolaysa buyurun…

Kolay değil muhakkak, hiçbir devirde de olmamış. Her devir kendine has baskı ve zorluklarıyla karabasan gibi dolanmış sâlikin bacaklarına. Yine de yılmadan deneyeceğiz, niyet etmişiz bir kere. Lâkin ezelden nasipli bazı ruhlar var ki Allah’ın hikmetleriyle donanmış da gelmişler. Onlar aradığımız “hâl” üzere teşrif etmişler bu dünyaya. Varolan devrin koyduğu düzene uyum sağlamışlar, ancak o kural ve dayatmaları da zerrece “umursamadan”, aşmadan ve şaşmadan yollarında yürümüşler. Hayatın dünyasını “dar” etmek üzere kendilerine sunduğu zorlukları hediye kabul eder gibi baştâcı etmişler. O denli ki zorluklar karşısında ortaya koydukları teslimiyet, şükür ve tüm irfânî meziyetler, dijital kişiliklerimizin bile cesâret edemeyeceği kadar fevkalâdelikler içerir.

Bizim zaten sanal olan dünyada daha da sanal olan dijital gerçekliklerimize inat onlar gerçek diridirler. Birisinin adı da Meşkûre Anne’dir. Kendisiyle tanışmak ve birkaç anı biriktirmek şerefine nâil olmuş olsam da, kendisini tanımadığımı ve hâlâ tanımak için gayrette olduğumu hissederim.

Meşkûre Anne henüz küçük bir kız çocuğu iken yüksek idrak ve istikrar ile mürşidinin dizinin dibine koymuş ömrünü, bir daha da hiç kalkmamış oradan. Başında kavak yelleri uçması beklenen o en “havâî” yaşlarda kendi ifadesiyle “kâh var olup cemâle durmuş, kâh yok olup cemâli olmuş.” Şeklî olarak o huzurdan Efendi’nin âlem-i cemâle vardığı 1950’de kalkmış olsa da hep o huzurda kalmış, pür edep ve pür mutlulukla hep huzurlu, hep huzurda. Tâ ki vuslata kadar. Hayatı kolay yaşamamış ama her geleni lûtuf bilmiş. Eşiyle, evlâtlarıyla, malıyla sınanmış. Eşi haksızlıkların en büyüğüne mârûz kalıp tevkif edildiğinde Hz. Yusuf’a eşlik etmenin şükrünü yaşamış. Evine giren hırsıza aldıklarını helâl etmiş.

Her sabah, her akşam, her an efendisine niyaz etmiş. Ölüm dahî onu niyazda yakalamış. Hz. Mısrî “nur iken adı oldu Niyâzi” derken salt kendinden bahsetmez elbet. Kendi gibi Hayy isminin bütün sultanlarınadır hitâbı muhakkak. O ezelden nasipli kâmil ruhlar her halleriyle bize örnek olmak için vardırlar. Ezelden ebede elimizi tutmak, tökezlediğimizde ayağa kaldırmak, dünyayı kendimize “dar” etmemize müsaade etmeden hakikati bize göstermek için yaşarlar. Dünyayı ayakta tutan kolonlar ve kirişlerdir onlar.

İşte o büyük sultanlardan biri de Meşkûre Anne’dir. Nûr-u Muhammedî’nin bir başka vechesi olarak varlığından dolayı hâlaâ şükrettiğimiz ve hep şükredeceğimizdir.

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın