“Keşke Kalemine İnseydi…”

Aysel Yüksel Hanımefendinin yazdığı “Sır Kâtibi” kitabında Sâmiha Ayverdi’den aktarılan “Dört duvar arasında oturup da ah vah etmenin, üzülmenin kimseye faydası olmaz; görülen aksaklıkları alâkalılara bildirmek, beğenilen hususlarda da gene alâkalıları teşvik etmek lâzım” cümlesi ve kendisinin sürekli gördüğü yanlışları yetkililere bildirdiğine dair verilen örnekler beni epey düşündürdü. Hatta askerî bir lisenin İngilizce eğitime geçmesi kararı hakkında yöneticilere yazdığı mektup, mektubu dikkate almayarak kararı uygulayan ve 9-10 sene sonra “yanlış bir uygulama” olduğunu fark edip eski sisteme geçen yetkililerin “Bu konuda iki mektup aldık. Eğer iki mektup daha gelse bu kararımızdan dönerdik” demeleri, yukarıda bahsettikleri gibi, yanlışlıkların yazılmasının ne kadar önemli olduğunu fark ettirdi bana.

Gördüğü bir yanlışlık karşısında “yüreğine indiğini” söyleyen birine, Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” demesi beni çok etkiledi. Bu satırları okuduktan bir-iki gün sonra Trabzon, Rize ve Kars’a ziyaretlerim oldu. Bu ziyaretler sırasında gördüklerim beni çok üzdü. Trabzon ve Rize’de doğal güzelliklerimizi hiç düşünmeden turist geliyor diye bozmamız, yolu yapılan ve ulaşılabilir kılınan doğal güzelliklerin etrafına hemen, hiç vakit kaybetmeden çarpık yapıların yapılması, tabela, menü, lokanta ve dükkân isimlerinin Arapça yazılması, kocaman Arapça yiyecek afişleri, renk renk ışıklarla bezenmiş otel ve market tabelaları, hayvanların otlaması gereken yaylaların otellerle ve devâsâ büyük salıncaklarla kaplanması, lokantalarda Arapça müzik çalınması ve bir Türk olarak kendi yurdunda buna muhatap olmak, üstelik temizlik ve çevre düzeni açısından karşılaşılan görüntüler sonucunda aklıma hemen Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” sözü geldi. İlerleyen günlerde Kars’a ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış Ani’ye de ziyerette bulunduk. Orada gördüğüm bakımsızlık, terkedilmişlik, unutulmuşluk, “bu şehir ülkeme mi ait?” dedirtti bana. Özellikle de Kars’ın ve sonrasında Ani’nin Ermenilerden alınması için harcanan onca emek sonucunda bu mu olmalıydı diye düşündürttü.

İstanbul’a döner dönmez, bunları nasıl yazmalıyım, hangi kanalı kullanmalıyım dedim kendi kendime. Yetkililere yazmadan ve onlardan bir cevap almadan, sanki şikâyet eder gibi sosyal medyadan paylaşmayı doğru bulmadım. Sâmiha Ayverdi böyle yapmazdı gibi geldi. Önce bir yazayım, yeterli ve gerekli cevabı alamazsam farklı yollara giderim diye düşündüm. Peki Sâmiha Ayverdi olsaydı nasıl yazardı, üslûbu nasıl olurdu, hangi kanalla mesajını iletirdi?

Rahmet Kapısı kitabında anlattığı üzere Sâmiha Ayverdi’nin Fatih’te kesilen ağaçlar yerine ağaç dikmesi sonucunda ağaçları söktüren yönetime karşı tutumu, diktirdiği ağaçların bir daha sökülmesi ve devamında aldığı aksiyonlar, beni üslûbu, naifliği, en önemlisi de ince zekâsı ve azmi konusunda çok düşündürmüştü. Aslında tam bir anne gibi… Yapılması gerekeni yapıp zararlı bir oyuncağı vs. ortadan kaldıran kendisi değilmiş gibi mutfağa giden bir anne…

Yazılarını, önerilerini, itirazlarını öyle yumuşak ama net ve kişiselleştirmekten uzak yazıyordu ki, mücadelesini öyle bir sükûnetle veriyordu ki, ara ara “Ben onun gibi yazamam, kızgınlığımı belli ederim ya da ters bir ifade kullanırım, çirkin bir durum oluşur, vazgeçeyim” bile dedim. Sonra “artık biliyor olma”nın, özellikle de O’nu seviyor ve izini takip ediyor olmanın bana bu mesuliyeti yüklediğini hissederek oturdum bilgisayarın başına… Tam o ara öğrendiğim CİMER’e yazma fikri işimi çok kolaylaştırdı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanlığına, Rize Belediye Başkanlığına, hem sitelerinden hem de CİMER üzerinden bu dört konuyu (Trabzon, Rize, Kars şehir merkezi ve Ani) yazdım, ilgili birimlere yönlendirdim. Bilgi, tecrübe, yetki ve sorumluluk sahibi olanların kendileri olduğunu, bu doğal güzelliklerin halkın bilinçsiz ve para hırsı ile târumar edilmesine izin vermeyeceklerine inandığımı belirttim. Şikâyet olarak değil, bir vatandaşın önerisi olarak değerlendirmelerini özellikle istedim. Üslûbuma çok dikkat etmeye çalıştım, konuyla ilgili değerlere vurgu yapmaya çalıştım. Ve her şeyi maddeler halinde sıraladım. Düşündüm ki, içlerinden birkaçı bile yapılsa kârdır.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan telefonla aranarak, Trabzon ve Rize ile ilgili talebimin alındığı, inceleneceği ve tarafıma dönüş yapılacağı konusunda bilgilendirildim. Bir süre sonra da CİMER’den Kars şehir içi ile ilgili cevap aldım. Aldığım cevap beni tatmin etmese de, yetkililerin kulağına biraz da olsa kar suyu kaçırmış olduğum umudundayım. Şimdi diğer konulardaki cevapları bekliyorum. Bu sırada her şeye bu gözle mi bakmaya başladım bilmem, bir olumsuz durum gördüğümde kime yazabiliriz, ne öneri ile gidebiliriz şeklinde düşünür buluyorum kendimi. Yazılabilenleri yazmaya çalışıyorum.

Sanki Sâmiha Ayverdi, sessizce izliyor beni , Onun izlerini düşe kalka takip edişimi…

Sevil

HALUK DURSUN’UN ARDINDAN

Kurban Bayramı’nda ve Muharrem ayı öncesinde çok kıymetli bir arkadaşımızı, dostumuzu, Türk milletinin çok önemli bir şahsiyeti olan büyük âlim, hoca, Haluk Dursun’u kaybettik. Kaybetme kelimesini ben hiç sevmem. O, her iki âlem için bir kazançtı. Mutlaka ki her şeyiyle faydalanılacak bir vücuttu ki Allah onu kurban olmaya seçmişti. Daha Emin Işık Hocanın hasretine dayanamaz ve onun bu âlemden öbür âleme göçüşüne alışamazken, yine bir dost, bir sevgili, bir hakîkat adamı, bir âlim, büyük bir hocayı öbür âleme yolcu etmenin hem acısını hem zevkini yaşıyoruz. Onun kurban gittiği muhakkak, Allah onu kurban olarak seçmiş. İnsanın en büyük dileği ölüm ânında yani son amelde Allah’a hizmet edebilmek ve O’nun istediği şekilde, O’nun sevgilileri arasında öbür âleme göçmektir. Şehit olmak ise bu derecelerin en yükseğidir. Bazıları mânevî şehit olur, Emin Işık Hoca gibi… Bazıları maddî-mânevî şehit olur, Haluk Dursun gibi… Doğrusu hepimiz bu maddî-mânevî şehitliğe tâlibiz ama her şeyi Allah bilir. Dileriz ki son nefesimiz onlarınki gibi Allah’a yakın, Allah’ın istediği şekilde olsun.

Biz Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin “Benden yararlanın, ne zaman öleceğimi bilemezsiniz.” sözlerini önemsedik. Hocam, bilmiyorum sizden hakikatiyle yararlanabildik mi? Türk milletinin size ihtiyacı olduğu muhakkak. Fakat şu da muhakkak ki Hz. Ali’nin dediği gibi, kılıç kınından çıktığında çok daha faydalı olabiliyor. Biz iman ediyoruz ki öbür âlemden bu âlem için çalışacak ve bizlere huzur, mutluluk dağıtacaksınız, inşaallah Türk milletinin yücelmesi ve yükselmesi için katkıda bulunacaksınız. İnşaallah yattığınız yer nurlar içinde olsun. Nûrunuz vasıtasıyla Allah bizi de aydınlatsın, bütün güzellikler sizlerin ve bizlerin üzerimize olsun. Hayırla gidin hocam, şeb-i arûsunuz mübârek olsun.

HİZMETLE YANAN ÇERAĞ

 

İnsan ya başkalarının kusurlarıyla ya da kendi süsü püsü ile uğraşmaya meyillidir. Gözünü dışarıya dikip kendi kusurlarını görmemek için elinden geleni yapar. Birçoğumuz bu halde iken, Kars’ın mânevî sultanlarından olan Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri (v. 1033) de vaktini ve enerjisini halka hizmet ile geçirmiş bir âriftir. Bütün büyük üstadlar gibi Hz. Harakānî’nin örnek hayatı, sözleri ve mânevî tasarrufu bugünümüze ışık tutup bize yol göstermektedir.

Feridüddin Attar’ın eserinde onun hayatını ve yaşayışını özetleyen bir sözü şöyledir: “Âlim sabah kalkar ilmini arttırmak için çabalar; zâhid de zühdünü arttırmak ister; Ebu’l-Hasan ise bir kardeşin gönlüne yücelik ulaştırma derdindedir.” Bu söz bize ârifin hayatını da özetler niteliktedir. Böylece âlim, zâhid ve ârif arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. Buna göre, âlim daha çok ilmi ile, zâhid ise daha çok ibâdet ile uğraşır. İkisi de aslında kendi nefsini düşünmektedir. Âlim daha çok bilince Allah’a yaklaşacağını umar, zâhid ise daha çok ibâdet ile Allah’ı bulacağını zanneder. Oysa Hz. Harakānî, Allah’ı bulma ve O’na kavuşma yolunun halka hizmet olduğunu söyler. Tabiî ki ilmi ve ibâdeti küçümsemez; her ikisi de gereklidir. Fakat Harakānî’nin önceliği halka yardım etmek ve bu vesile ile kendi nefsinden önce başkasını düşünmektir.

Menkıbelerinden ve hakkında yazılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla Harakānî her şeye hizmet etmiştir. Onun için ırk veya din önemli değildir. Harakānî’nin sadece insanlara değil, yaradılmış her şeye hudutsuz bir hizmet aşkı vardır. Bunu şu söz ile ifade etmektedir: “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini verin ve dinini ve inancını sormayın; zirâ Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır.” Ebu’l-Hasan bu yüce gönlü ile halka hizmet etmiş, böylece Hakk’a erişmiş ve O’nda yok olmuştur. Kısacası bu husus tasavvufun öğretilerinden biri olan Hakk’a hizmetin halka hizmet olduğu hususuna işaret etmektedir.

Bin yıl önce Anadolu’yu mayalayan Ebu’l-Hasan Harakānî bugün de bize o gün yaktığı çerağ ile seslenir ve Allah’a ulaşmak için hizmetin önemini hatırlatır. Kendi nefsimizle uğraşıp kibrimizi veya aşağılık kompleksimizi parlatıp cilâlamak yerine, kendimizden önce başkasını düşünüp ruhumuzu parlatıp cilâlamamızı söyler.

Meşkûre Sargut Hâtırasına

Efendim, Allah hepinizden râzı olsun.

Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün misyonu, Meşkûre Sargut’un 86 yıllık ömründe, hayal ettiği bir hakikati gerçekleştirdi. Farklılıkların bir araya gelişi, aslında farklılıkların olmayışı ve her yolun Allah’a giden bir yol olduğu ve gideceğimiz yerin bir olduğu mânâsını öğretti annem bize. Tasavvufun global bir lisan olduğunu, bütün ülkeleri, bütün dinleri, bütün yolları, bütün mezhep ve meşrepleri birleştiren yegâne yol olduğunu öğretti Hocam Ken’an Rifâî bize. Ve bu yolda en büyük çalışmayı -ben böyle diyorum, affınızı niyaz ediyorum ama- devrimci olduğuna inandığım -Peygamber’in de böyle olduğuna inanıyorum ben- bir hanımefendi yaptı: Sâmiha Ayverdi.

Kendisi bir kalıp içine girmeden, bir şekil oluşturmadan Allah yolunun inceliklerini mürid-mürşid ilişkisi içinde, gerek kitaplarıyla, gerek hayatıyla, gerek yaşantısıyla, her şekilde peygamber ahlâkıyla, yaşayan Kur’an olarak bize öğretti. Bu yolda, önemli olanın insan olmak, merd makamına ermek olduğunu, cinsiyetlerin önemi olmadığını bize öğretti. Bu, biz kadınlara ümit verdi. Yani bizim mutmainne mertebesine erebileceğimiz müjdesini verdi. Kendi hakikati ile bunu gösterdi.

Yaşantısıyla örnek bir anne ile yetiştik biz. Hayatımızda bir tek gün, annemi mutsuz ve huzursuz görmedik. Her hâdiseden memnun olma sanatını mürşidinden öğrenmişti. Şikâyet yok, dâima memnuniyet, şükür ve hamd vardı. Âfiyet için dua ederdi. Çocuklarımız burada iki sene master yapıyorlar, bazen üç seneye uzuyor bazen dört seneye uzuyor. Tasavvuf masterı yapıyorlar. Ama biz 86 yıllık ömründe, burada öğrenilenlerin hepsinin nasıl yaşandığını annemin hayatından öğrendik. Kendisi, Hocası Sâmiha Ayverdi için “Biz aynı mânâ yastığına baş koyan iki dostuz, mürid-mürşidiz.” derdi. Hocasının bayrağını ömrü boyunca taşıdı, “benim hocam Sâmiha Ayverdi” derdi. Başta Ken’an Rifâî Hazretleri, fakat bugün onun bayrağını Sâmiha Ayverdi taşıyor, derdi. Bize mürşid sevgisini öğretti. Mürşidin bir varlık olmadığını, ondan Allah’ın tecelli ettiğini öğretti. Ondan öğretenin, Kur’an ve Peygamber olduğunu gösterdi. Biz de bunu ömrünün her saniyesinde, Sâmiha Anne’nin şahsında gördük ve şâhit olduk.

Bugün hem annemi hem de onun mübârek hocasını anmanın zevkiyle ben mestim. Ben iman ediyorum ki, bir büyük, kendisi için konuşacakları, kendisi seçiyor. Bu yüzden, gelen ve bütün onun için konuşacaklara teşekkür ediyorum. Allah razı olsun, bu günler bakın ne kadar güzel birliklere sebebiyet veriyor. Büyük sultanlar teşrif ediyorlar. Onların hakikatlerinde çocuklar, öğrendikleri şeylerin nasıl tevâzuyla yaşandığını görüyorlar. Kendileri makam olarak çok yüksekken, burada bu tevâzuyla, bu edeple bize öğrendiklerinin yaşama şeklini gösteriyorlar. İşte böyle mürşidlerle yaşamanın verdiği zevkiyle, biz iki kardeş, bugünün hazırlanmasından çok mutlu olduğumuzu ve her sene bugünde annemin adı altında bir mübâreğin, bir başka yolun ama aynı mânânın yolcusunun anılacağının müjdesini size vermek istiyoruz.

Bütün gelenlere teşekkürler ediyoruz. Bu kalabalığı görmek de çok zevk. Ayrıca iki tane güzel haberimiz var. Birincisi, annem ile ilgili master yapan İlahe Hanım’a teşekkür ediyoruz. Hârikulâde bir tez hazırladı. Böylece annem burada bir program içinde master tezi olarak hazırlanıyor. Kitabı da basılacak inşallah. İkincisi, eğer Allah lûtfederse, 2020 Nisan’ında, Harvard Üniversitesi’nde bir Kenan er-Rifâî Sempozyumu yapılarak -üniversite talep etti- iki günlük bir çalışmayla hocamızın mânâsında, tasavvufun bütün dünyaya tesir eden, ne kadar önemli bir lisan olduğu birkaç panelle –iki gün sürecek- anılacak. Bu da bir mânâ olarak bize lûtuf olarak gelecek. İnşallah Allah sevgililerini dünyanın her yerinde anmayı ve İslâm Tasavvufunun güzelliğini, birleştiriciliğini, hoşgörüsünü, sevgisini, insanları ötekileştirmeden, “ötedeki teki” hâline getirişini, hep birlikte analım, sevelim sevilelim ve bu dünyadan zevk alalım.

Son olarak, Kenan Rifâî Hazretleri’nin yeni basılan kitabı Tuhfe-i Ken’an’dan bir cümle okumak istiyorum. Açtığım zaman bana gelen bir cümle: “Hastalık, mümine tesir etmez. Mümininin en güzel duâsı kendi için âfiyet dilemesidir.”

Allah hepimize maddî-manevî âfiyet versin inşallah. Teşekkürler ediyorum.

 

Not: 10 Şubat 2019 tarihinde Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile ortaklaşa olarak düzenlenen “Meşkûre Sargut Hâtırasına” Programı’nın “Sâmiha Ayverdi Paneli”nden önce yapılan açış konuşmasıdır.

Hepimizin Hikâyesi

Bir varmış bir yokmuş… Ezel âleminden bir isim bir cisim giyip bu âleme gelmiş. Gelmiş de daha ilk andan itibaren arzularının ve isteklerinin esiri olmuş. Yemek yemek, oynamak istemiş, canı o an ne istiyorsa ağlayarak ve bağırarak arzularının gerçekleşmesi için uğraşmış. Gel zaman git zaman, bu cisim büyümüş, arzuları hiç bitmemiş, hep istemiş, aldıkça kendini özgür sanmış. Kaybettikçe kendini esir addetmiş. İşte bu hikâye aslında dünyanın hikayesi imiş. Bu hikâyenin bazı karakterleri şanslı imiş. Bu şanslılar, bu dünyada kaybolmuş olduğunu, maksadını unuttuğunu hatırlatacak olan bir bilge ile karşılaşanlarmış.

Bilge, tıpkı bir rehber gibi kaybolmuşlara yol gösterirmiş. Bilge, yol gösterir ve bu yolun inceliklerini anlatırmış. Kaybolmuşların asıl maksadı, önündeki yolları en kısa yoldan geçip geldiği yere gitmekmiş.  Bilge dermiş ki, “Bu âlemde mutlu ve huzurlu mu olmak istiyorsun? O zaman hâdiselerden memnun olma sanatına eriş ve hizmet et.”

Sadece iki şey mi? Başına gelenden memnun ol, kabullen ve hizmet et! Aslında çok kolay gibi görünen bu iki şey, uygulamaya çalıştıkça pek de kolay değil sanki.  

Bilge, “Bazen hizmet birine gülümsemektir. Öyle ya, Peygamberimiz gülümsemek sadakadır der.” demişti.

Bilge ile karşılaşan bazıları bu sözü kāle almamış, bazıları biraz uygulamış ve bir işe yarayıp yaramadığını göremeden çekip gitmiş, kimileri kendinde bir fark görünce “ben oldum” deyip kendi yoluna gitmiş. Son kalanlar da, öğrettiklerini tam uygulayamasa bile onun gösterdiği yoldan gayret ile gitmiş. Nice vadiler geçmiş, nice dağlar aşmışlar… Yolun sonunda maksat hâsıl olmuş, geldikleri yere sağ sâlim kavuşmuşlar. Ama bu sırra ancak onunla sonuna kadar gidenler erişmiş.

Bu kıssadan bize düşen hisse, hâlinden memnun ol, kabullen, affet. Affetmenin en güzel yolu başkaları için bir şey yapmakmış. Henüz yapamıyorsan bile vıdıvıdı yapma, gayret et, bilgeyi dinle, çünkü o, bu yolu kimbilir kaç kere aştı ve kaç cismi hakikatine kavuşturdu.  

Son Perde

Bir dervişin gidişine tanık oldum. Bu mekândan nasıl gidilir, öğretti bana. “Hâl etmek ne ola ki?” derdim. Anladım… “Kanserle savaşıyor” diye düşünürdüm hep. Gidişinin ardından idrak ettim ki, savaş değil danstı yaptığı eylem. Tıpkı semâ gibi… Gelen misafirinin etrafında dönerek uyumla, zarâfetle, Rabbinin mûsıkîsi ile uyumlu bir ibâdetti deneyimini taşıyışı. Olanı sevgiyle kabul edip bu üç boyutlu fânî dünyada üstüne düşen rolü oynayarak savaşır”mış” gibi yapıp aslında Sevgili’den geleni sevgiyle bağrına basarak gülümsemiş etrafa.

Bu bedende evlâdı olarak seyrettiğim onun filminin ardından, “Sevgili’ye en doğru şekliyle gitmek için geldik sanırım” diye düşündüm. Seyahatin tamamı elbette önemliydi, ama her filmin son sahnesi, her kitabın son örgüsü değil miydi gönlümüzde taht kuran? O zaman bizim seyahatimizin kapanışı Sevgili’ye yaraşır olmalı ki, bu yolculuğun bir mânâsı olsundu… Bütün mevzû, O’na, gülümseyerek, hasretle, dansla, düğünle, semâ ile gitmekti. Galiba bu son sahneye bizi hazırlayan, yolculuğun bütünü. Her an eyvallah bilincinde, her an O’nunla hâl-hamur olmadan o güzel kapanış çok imkân dahilinde görünmüyor. İlmek ilmek son sahnemizi örüyoruz yol boyunca. Her adımı, her anı idrâkle bilerek, hissederek geçirmek gerekiyor. Burada daha mühim bir düğüm çıkıyor önümüze… Böyle bir gücümüz var mı? Bilmem, bilemem…

Biz ilmek ilmek örebilir miyiz? Yoksa sadece Sevgili’nin ezelde ördüğü ilmekleri saymaya mı geldik? O zaman da, bari gayrette yakalasın Sevgili diyerek hiç değilse istikametimizi O’na çevirmek lazım galiba. Varsa ezel nasibimizde idrak etme lûtfu, son sahnede gül açar belki diyerek, bir gayretle gübresini suyunu vermek lazım tohumun. O tohum ruh ise, gübresiyle suyu aşk, sabır ve özlemle yüzümüzü hep Sevgili’ye dönmek olsa gerek…

Tam anlamıyla sırrı idrâk edemesem de, perdenin arasından sızan bir damladan hissettiğim şu ki: Yolculuğun kendisi keyifli olan; ama hâl ehli isek, uyanık isek, mürşidimizin ayak izlerinden gidebiliyor isek… Hâlâ en mühim sahnenin buluşma anı olduğunu düşünüyorum. O ana da, bizi yolculuğun kendisi hazırlıyor. Velhasıl kelâm, yolculuğu da hazırlayan O olduğuna göre, ezelden ebede gidişimizin pazarlığını yapıp “Belî! ” demişiz her şeye.

Şimdi seyredip âlemi, seyahatin idrâkle keyfini çıkarıp, her dâim O’nunla hâl-hamur olmaktan başka yapacak bir şey yok zannedersem… Son perde için, en yüksek becerilerimizi Sevgili’nin izni ve desteğiyle sergilememiz dileğiyle efendim…

Lâl

 

 

Orkestra Zikreyledi

 

Kerim Vakfı’nın proje ortaklarından olan Nef Vakfı’nın yeni girişimleri olan Nef Filarmoni Orkestrası, ilk konserlerine besmele kabilinden Kenan Rifâî Hazretleri’nin beste ve güftelerinden oluşan bir repertuvar ile başladı. 10 Ocak günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşen konser, “İlâhiyât-ı Ken’ân”dan seçilmiş olan güfte ve bestelerle dinleyicilere ulaştı.

Çok yoğun bir katılımın olduğu gecede, hiç boş koltuk kalmadığı gibi dinleyiciler, merdivenlere oturdu. Yeni bir oluşum, büyük bir ilgi ile karşılandı.

Doç. Dr. Mustafa Tokaç’ın sanat yönetmenliğini, Orhan Şallıel’in şefliğini üstlendiği konserde 21 eser seslendirildi. Şeref solisti olarak konserin son bölümünde Ahmet Özhan’ın yer aldığı konserde Ufuk Yürüç, Murat Irkılata, Ömer Faruk Belviranlı ve Serkan Kocadere de solist olarak sahneye çıktılar. İstek alkışı üzerine solistler sahneye yeniden çıkarak, “Rifâî Seyyid Ahmed’dir figânım” eserini birlikte seslendirdiler. Konserin ardından Nef İcra Kurulu Başkanı Erden Timur, teşekkür konuşması gerçekleştirdi.

Hafif adımlar ile

3 senedir kendi sitemde blog yazıyorum ancak en çok bu yazının konusunu bulmakta epey zorlandım. Yazı talebi geldiğinden beri -belki 10 gündür-  aklımın bir köşesinde hep bu yazı vardı. Ancak olmuyor, olmuyor, olmuyor, istediğim konuyu ve anlatımı tam bulamıyordum.  Sonra düşündüm ki niye bu kadar çabalıyorum? Mükemmel bir yazı yazmak zorunda değilim. Kimseyi etkilemek zorunda da değilim. Ben sadece davete icabet etmek ile sorumluyum. Bu yüzden kendimi aradan çekince işte aradığım konuyu buldum 🙂 İddiasızlık!

Son 3 senemi idrak etmeye çalıştığım bir konu; iddiasızlık. Her ne kadar anlatabilirim bilmiyorum ancak sosyal medyada tesadüfen okuduğum ve mest olduğum bir sözü sizinle paylaşmak istiyorum.

“Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel, kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için en değilim. Daha değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım.”

Bu sözün yeri belki de en sonda olmalıydı ancak sonrasında da söylemek istediklerim var. Bu yüzden en başa aldım.

Kendi iç dünyasını keşfetmek isteyenler olarak yaptığımız çok büyük bir hata var. Hepimiz kendimiz ile bir savaş halindeyiz. Kendimizi tanımak uğruna o kadar çok yıpranıyoruz ki ne yazık ki bunu bile nefsaniyete dönüştürüyoruz. Bir seviyeye kadar nefs ile savaşmak doğru iken bir seviyeden sonra ne gariptir ki nefs ile savaşmak da nefs oluyor. Sürekli bir kendimiz ile uğraşma durumundayız. Adeta hepimiz evliyalık yarışına girmişiz. En bilge kişi biz olmalıyız, en mübarek de biz, aynı o hikayelerde anlatıldığı gibi… Yemeği de kesmeliyiz, uykuyu da. Hayatımızda zor bir olay ile karşılaştığımız zaman dimdik durmalıyız vb… Halbuki bırak kardeşim kendini. Ne diye kendimiz ile bu kadar çok uğraşıyoruz. Ne diye bunca sıkıntı? Aslında bir sebebi var. Kendimize bunu söyleyemesek bile bunun altında “en bilge kişi ben olmalıyım” arzusu yatıyor. Ancak bilgelik, kendinle samimi olmaktan geçiyor. Gerçek bilge kişi, iyiliğin-kötülüğün ve doğrunun-yanlışın da üzerinde olan kişidir. Hata yaptığında kul olduğunu öğrendiği için sevinen bir peygamberin ümmetiyiz. Hâşâ onunla yarışmak gibi bir amacımız olmamalı. Mutlaka hatalar yapacağız. Bu elimizde değil. Sürekli aynı hatayı tekrarlamak da ayrı bir sorun ancak aşırı çabalamak da ayrı bir sorun.

Yaşım daha çok küçük. 23 yaşındayım. Bu yüzden bana söz söylemek düşmez. Ancak 7 yıllık yolcuğunda ne öğrendin deseler sadece zevk almayı derim. İlk yıllarıma baktığımda ne kadar karmakarışık düşüncelere daldığımı görüyorum. Son yıllarımda ise aslında kimsenin kimseden üstün olmadığını fark ettim. Önceden kendini tanımanın düz bir yol olduğunu ve en sonunda gerçek kendimiz ile karşılaşacağımızı düşünürdüm. Ancak şimdi ise yolun yuvarlak olduğunu, herhangi bir sonunun bulunmadığını anladım. Bu yüzden hızlı da gitsen, yavaş da gitsen aslında hep aynı noktadasın. Belki bu doğrudur, belki yanlış. Belki iyi biriyim, belki kötü. Ne önemi var ki… Veee şöyle bir uzaktan hayatımıza baktığımızda yaşadığımız üzüntülerin hepsinin bir iddiaya bağlandığını görüyoruz.

Cümlelerimi Virginia Woolf’un bir başka güzel bir şiiri ile bitirmek istiyorum. Bunu da çok çok çok beğendim. Herkese sevgiler 🙂

Ne hoş bir güzelliği vardır;
Hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.
Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların,
Onurlu bir yaşamı seçenlerin…