Öldükçe Dirilen

 

Kalemi, kıpırdamıyor.

Gözleri, görmüyor.

Kalbi, atmıyor.

Günü batmış.

Gafletin gölgesine bürünmüş.

Kendini kendinden kurtaramamış.

Âlem, içine doğmuşken…

 

Gün doğuşuna hasret,

Tekrar kavuşmaya çalışıyor.

Unutuyor ki

Kendi kendine değil,

Kendinden kendine kavuşulur ancak…

Günün en karanlık vaktinde

Az kala ümidini yitirecek.

 

Ümitsizlik olmaz!

Geri tekâmül olsa da duruyor.

Hareketsiz kalıyor.

Rahmet dolu dünyasında

Bir nidâ kulağında;

“Ah, teslimiyet!”

 

Kulağından içeri

Geldi sultanı.

Varı ve yoğu yaktı.

Taşırdı.

Coşturdu.

Kavuşturdu.

Kendine geldiğinde

Sultanı gitmişti.

Geriye kalan, Aşk’a kaldı.

 

Artık Umut ediyor;

Kalemini kendi tutmasın.

Ten gözünden görmesin.

Kalbi, kendisi için atmasın.

Gün, içinden doğsun.

Kendinden kurtulsun.

Gördüğü şu rüyâda,

Bir dem ölüp

Bir dem dirilsin…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan İlişkileri Güçlü Eleman Aranıyor

 

İnsan ilişkilerinin güçlü olması diye bir yetkinlik var. İş dünyasında her çalışandan beklenen, bütün iş ilânlarına bir madde olarak eklenen, iç ve dış müşterileri memnun etmek için olmazsa olmaz koşul olduğu düşünülen, büyülü, süslü bir yetkinlik. Ama on yıllık iş hayatım boyunca, özellikle kurumsal şirketlerde izlediğim kadarıyla bu yetkinlik ne yazık ki insanla ilişki kurmaktan çok, monolog bir anlayışla kendini pazarlayabilme stratejisi olarak algılanıyor. Yani ne kadar iyi rol yapıp mutluluk dağıtabiliyorsanız, insan ilişkilerinizin o kadar güçlü olduğu düşünülüyor.

Aslında çalışanlar bilir; iş hayatındaki “farklı anlayış biçimleri” arasında insan ilişkileri konusu belki de en masum olanıdır; meselâ başkalarına ait ne kadar fazla açık yakalayabilirseniz, ne kadar fazla “biliyorum“ derseniz o kadar dikkatli ve yoğun çalıştığınız anlamına gelebilir. Ya da öyle olduğunuzu zannedersiniz desek daha doğru olur, neyse…

Fakat şunu bilmeli ki çok fazla konuşup etrafınıza çok kişi toplayabiliyorsanız, bu insan ilişkilerinizin güçlü olduğu anlamına gelmez.

Espri yapabilme ve insanları güldürebilme kabiliyetiniz de insan ilişkileri konusunda başarılı olduğunuzun bir göstergesi değildir.

Menfaatleriniz doğrultusunda çok iyi cümleler kurabilme ve ikna edebilme yetkinliği, sizi iyi iş çevirebilen bir insan yapar fakat insan ilişkileriniz iyi denilemez.

Peki insan ilişkilerinin güçlü olması ne demektir?

Zaten gayet iyi bir şekilde anlaşabildiğiniz insanların dışında, sizinle zıt meşreplere sahip tüm insanlarla/iş arkadaşlarınızla kolaylıkla iletişim kurabiliyorsanız, bir insanın sizi zorlayan her türlü davranışına rağmen ona kızmadan, anlamaya çalışabiliyorsanız, birine kızmış olsanız bile kendi penceresinden bakıldığında onun da kendince haklı olduğunu düşünebiliyor ve haklı olduğu hassasiyetlerini dikkate alarak ona yaklaşabiliyorsanız, insan ilişkileriniz son derece iyi ve güçlü demektir. Yani işin özü şudur ki ne kadar sûfî iseniz iletişim becerileriniz de o kadar iyi demektir.

Aksi halde sahip olduğunuz yetkinliğin adı güçlü insan ilişkileri değil, başarılı menfaat oyunculuğu olur.

Kimseye işini öğretecek bir hadde sahip değilim elbette ama şöyle bir fikrim var: Eğitmenlerin, psikologların, sosyologların, malzemesi insan olan her türlü iş ehlinin muhakkak Mevlânâ’yı okuması lâzım. Aksi halde yapılan işler “bence” eksik kalır, kemâlini bulmaz. Keşke bütün şirketlerin bünyesinde tasavvuf konusunda uzman olan bir kişi/grup olsa ve çalışanlara tasavvufî değerler çerçevesinde etkinlikler, eğitimler düzenlense. Tüm çalışanlar bu bakış açısı ile çalışmaya ve birbirleri ile iletişim kurmaya yönlendirilse…

Zira herkesin kendi zihinsel, bedensel ve ruhsal yapısı içinde değerlendirildiğinde son derece haklı olduğunu ve insanın mutlu olmasının bir başkasını mutlu etmeye bağlı olduğunu anlaması, “sürdürülebilir” bir bakış açısı olarak, ancak tasavvufî değerleri benimsemesi ile mümkün olur. Sadece bu iki bakış açısına sahip olmak bile insanın çalışma hayatında birçok şeyi değiştirir. Birlikte çalışma, ekip olabilme, motivasyonu ve verimliliği artırma, işlere yeni bakış açıları kazandırma gibi amaçlar doğrultusunda, şirketlerin özel ve büyük bütçeler ayırarak düzenledikleri ama -şahsî kanaatime göre- pek de faydalı olmayan birçok etkinlik yerine daha kısa yoldan, daha az zamanda, daha az mâliyetle, daha fazla verimliliğin sağlandığı yeni çalışmalar yapılabilir.

Ne diyelim? İnşallah zaman içinde bu şekilde yeni bir organizasyon kültürü doğar…

 

İyimserlik 4,5

 

Yazımın başlığını okuduğunuzda “bu da ne demek şimdi?” dediğinizi duyar gibi oldum. Kişilik envanterleri ile haşır neşir olanlar bilir; envanterlerde insanların iyimserlik seviyesini de ölçen sorular vardır ve bunlara verdikleri cevap doğrultusunda 1 ile 10 arasında bir skalada, hayata karşı ne kadar pozitif baktıkları skorlanır. Son zamanlarda farklı yaş ve meslek gruplarından yaklaşık 200 kişiye uyguladığımız envanterlerin iyimserlik ortalamasına baktığımda gördüğüm ortalama değer ise 4,5 oldu. Bu kişilerin bazıları geleceğe 9 seviyesinde umut dolu bakarken bazıları ise 1 seviyesinde endişe ve belirsizlik dolu bakmaktaydı. Bir de ortalarda, duruma göre kâh umutlanıp kâh “gidişat kötü” diyenler vardı elbette.

Geçenlerde Dr. Marilyn Atkinson’ın henüz Türkiye’de yayınlanmamış olan bir kitabına erişebildim. Oradaki bir hikâye oldukça dikkatimi çekti ve bu yazıyı yazmama neden oldu. Hikâye şöyleydi:

Bilim dergilerinden birinde çalışan bir araştırmacı, dergisinin özel bir çalışması için devrin önemli bilim insanları ile görüşerek onlardan önemli bilim insanları tarafından sorulabilecek en önemli soruları toplamaktadır. Bu amaçla Einstein’a gelir ve büyük bir bilim insanı tarafından sorulabilecek en önemli sorunun ne olabileceğini sorar. Bir 10 dakika kadar düşünen Einstein, “bence herkes tarafından sorulması gereken en önemli soru şudur” der. “Acaba evren dost mu yoksa düşmanca bir yer mi?”  Bu soru karşısında şaşıran araştırmacı, “nasıl olur da sorulacak en önemli soru bu olur?” cevabını verir. Bunun üzerine ünlü âlim devam eder: “Eğer evren dostumuzsa zamanımızın geri kalanını köprüler inşa etmekle geçiririz. Yok eğer düşmanca bir yerse bu defa da ömrümüzün geri kalanını duvarlar örmekle geçireceğiz demektir. Bir karar vermek zorundayız!”

Okuduğum andan itibaren zihnimden bir türlü çıkartamadığım bu anekdot beni de bir seçim yapmaya zorluyordu içten içe. Zor günler geçiriyoruz, şüphesiz! Güvenlik kaygısı bir taraftan, bildiğimiz konfor alanlarımızın bir bir sarsıldığını görmek bir taraftan, dünyanın dönüşüm hızı bir taraftan, belirsizlik diğer taraftan. İyi de hâl böyleyken biz ne yapacağız? Hangi yöne gideceğiz, nelere değer atfedip nelerden ferâgat edeceğiz? Dönüşeceğiz kaçınılmaz şekilde ama neye dönüşeceğiz?

Hepimiz ülkemizde ve dünyamızda olup bitenleri yakından izlemeye, hissettiğimiz belirsizlik duygusunu bir nebze daha belirginleştirebilmek adına olabildiğince çok bilgi toplamaya çalışıyoruz. Bir yerine 7 gazete, 14 haber kanalı, sosyal medya, açık oturumlar, komplo teorileri, gizli bin yıllık örgütler derken akla ziyan bir noktaya doğru adım adım ilerliyor gibiyiz.

Peki ya belirsizlik ve bilinmezlik perdesi aralanıyor mu? Pek öyle de görünmüyor. O perde aralanmadığı gibi bir de kafa karışıklığı, daha fazla şüphe, daha fazla kaygı ve bir kat daha örtüye bürünmüş yeni bir belirsizlik resmi çıkıyor karşımıza. Bizler ise biraz daha yorgun, biraz daha bıkkın, biraz daha yılgın… Tüm bu kocaman kocaman sorular karşısında “ben ne yapabilirim?” in cevabını aramayı unutan, “dönüşüm benden başlar” demeyi bir kenara bırakan bizler “ahh o güzel eski günler” diye içimizi çeke çeke otururuz. Oysa Einstein’ın da dediği gibi hepimizin ve her birimizin karar vermesi gereken çok önemli bir nokta var.  Ya inanmanın gücüyle iyimserliğimizi koruyup ve hatta güçlendirip köprüler inşa ederek birleştirenlerden olacağız ya da karamsarlığa ve kaygıya bürünüp duvarlar örerek ayrıştıranlardan… Birleştirmek ve ayrıştırmaktan kastım ise tamamen bireysel algı ve davranış seviyesinde ortaya çıkan hoşgörülülük, açık fikirlilik, sevgi ve özüne güvenli olma halinden başka bir şey değildir.

Bundan 6 yıl önce Cemâlnur Hoca’ya bazı öğrencilerinin 2012 yılında başlayacağı söylenen foton çağı hakkında sorular sorduklarına tanıklık etmiştim.  Hatta o zamanlar çok popüler olan bir Marduk senaryosu bile vardı. Zeminini Maya takviminin 5000 yıllık ömrüne dayandıran bu hikâyeye göre 2012 yılında dünya Marduk ile çarpışacak ve bir nevi kıyamet olacaktı. İşte tam da bu konuyla ilgili soruların da sorulduğu bir ortam oluşmuştu. Cemâlnur Hoca’nın verdiği cevabı hâfızama kazımışım âdeta… Kendisi, o çarpışmanın ve kıyametin sembolik bir anlamının olduğunu, yeni bir devrin bu yıllarda başlamakta olduğunu ve dünyada bilginin âşikâr olacağını, hakikatin hızla su yüzüne çıkacağını, bütün birliklerin parçalarına ayrılıp yeni birliklerin oluşacağını ve değişimin inanılmaz bir hıza erişeceğini anlatarak bu kuvvetli dönüşüme ise ancak güçlü bir inanca sahip olanların uyum sağlayabileceğini belirtmişti. Bu anlamda baktığım zaman iyimserliğin ve pozitif olana odaklanmanın da önemli bir inanç işi olduğunu hissetmekteyim. Çünkü iyimser olma hâli, doğası gereği geleceğe yani henüz elle tutulup gözle görülemeyene yönelik bir ruh halidir. Bu nedenle de bilmek değil inanmakla daha yakından ilgilidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz anda deneyimliyor gibi olsak da geleceğe yönelik bir tercih etme hâlidir. Verilmesi gereken bir karardır bir anlamda.

Yazımın başındaki “4,5”a dönecek olursak. Ortalamaya çok yakın görünüyor ve hattâ biraz da kanaat notu eklersek geçer not diyebiliriz. Yani bu 200 kişi üzerinden naif bir genelleme yaparsam bizim de toplum olarak durumumuz ümitvâr görünüyor. Ne deyim, iyimserim yani!

Bir Fil Hikâyesi

 

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlatılan fil hikâyesi beni her okuduğumda şaşırtır, etkiler. Karanlık bir ortamda bir fili nasıl tanımlarsınız? “Fili târif et!” dendiğinde, herkes bu devâsâ hayvanın bir uzvunu geçirecektir eline. Birisi kulağını, diğeri hortumunu, bir başkası ayağını yakalar ve bir şeye benzetir fili. Oysa fil bunların hiçbiri değildir; hepsidir belki ama tek başına hiçbir parçası fili bütünüyle temsil etmez.

 

Neden etkiliyor bu hikâye beni? Belki de her şeyi eksik, kusurlu gördüğümüze ilişkin iyi bir mesel olması, dünya hakkında açıklamalara muhtaç varlıklar olmamızı hatırlatması… Evet, belki de bu hikâyeyi seviyor olmamın sebebi bunlardır.

 

Mesnevî’yi açıp okur ve kaybolursunuz içinde…

 

Söyleneni anlarsınız belki ama tam olarak anlamının derinliğine varamazsınız…

 

Evet, iman ediyordum: Mesnevî’de anlatılanlar beni cezbediyordu; ama böylesine kapsamlı bir eser karşısında hep satıhta kalıyordum. Daha ilk on sekiz beyitte sarsılıp kendime geldiğimi; bu eseri ancak bir mürşid aracılığıyla kavrayabileceğimi hissetmiştim. Tam da bu endişeli ruh hâli içindeyken başımız sıkıştığında hep Hızır misali yetişen Kenan Rifâî Hazretleri’nin Mesnevî şerhi ilişti gözüme. Besmeleyle kitabı açtım ve daha ilk cümlede “Dinle!” diye başlayan metni duymaya, bu sözlerdeki derin mânâyı idrak etmeye başladığımı hissettim. Şerhin koyu renkle yazılıp vurgulanan kısmına geldiğimde yine bir eksiklik duygusuyla şaşırıyordum ama şerh bölümü bendeki şüpheyi alıp götürüyordu. Hepimiz kabımız ölçüsünce anlarız ama Kenan Rifâî Hazretleri bizi o dar kaptan kurtarır, bizi geniş bir perspektife yerleştirir. Böylelikle beyitte söyleneni, tıpkı fil hikâyesinde olduğu gibi, parçalı bir şekilde, yani kısmen anladığımızı ama mürşidimizin bizi bu noksan bakış açısından kurtardığını anlıyordum. Şerhle birlikte gelen coşku, parçadan bütüne sıçramanın verdiği neşeydi aslında. Efendim’le birlikte duymak, onunla anlamak beyitleri… Tasavvufî neşe bu olsa gerekti!

 

Hz. Mevlânâ’nın biz anlayalım diye kullandığı teşbihlerin, hikâyelerin hepsini Efendim’in gözlüğünden okumak, Mevlânâ’yı derinlemesine kavramak demekti benim için. Çünkü filin ne olduğunu anlamak, aslında hakikatin ne olduğunu idrak etmek anlamına geliyordu.

 

Eğer hakikate nüfuz etmek istiyorsak kendi noksan, parçalı görüşümüzü bir kenara bırakmalı, geniş bir perspektife, yani Efendimize doğru yelken açmalıyız. Belki O’nun sayesinde kabımız genişler de biz de bir gün kendi başımıza bir fili bütünüyle algılayabilir hâle geliriz.

İstanbul Günleri-8: Çırpıcı ile Zorluk ve Kolaylık

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek çıktığımız gezilerimize bir süre ara vermiştik, kusura bakmayın. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İstanbul semtlerini geziyor,  Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anıyor, bize aktardığı fikirleri de idrak etmeye çalışıyoruz. Dileriz ki O’nun fikir kuşu bize yol göstermeye devam etsin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

1950’lerin başında yazılmış ve o tarihten 40 yıl öncesinin aktarıldığı “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan ünlü mesire yerlerinden biri olan Çırpıcı’dayız bu ay. “Tarihin doğru konuşan dudağı şâhit ki, eskiden eğlenmek isteyen İstanbullunun emrinde hesapsız bağlar bahçeler ve mesireler vardı” diye anlatıyor Sâmiha Anne. Ayaspaşa, Tophane, Beşiktaş ve Fındıklı sırtları ve sahilleri, Çırağan Kasrı, Sâdâbad Kasrı, Küçüksular, Göksular, Kalender, Sarıyer gibi liste uzayıp gidiyor. Sadece “İstanbul Geceleri“ kitabında değil “Boğaziçinde Tarih“ ile de bu yerler hakkında bilgileniyoruz; İbrahim Efendi Konağı sâkinleriyle bu mesirelere gidiyoruz. Sâmiha Anne’nin kendi çocukluk anılarını serpiştirdiği eserlerinde de eğlencelerden nasibimizi alıyoruz.

Sâmiha Anne’nin anlatımıyla eğlenceye türlü vesileler bulan İstanbullu bir bayram, bir tatil, bir ramazan, bir yıldönümü vesilesiyle çoluğu çocuğuyla ile kendinden geçer gibi eğlenirdi… Sadece gülüp söylemek değil, ağlamakta da bir çeşit zevk bulmuştu zamanın İstanbullusu. Dertlenir durur, düşünücü olur ardından tekrar neşelenirdi.

İstanbul halkının eğlencelerini anlatan “İstanbul Geceleri” kitabının bu bölümünü okurken hayatın zorluklarının iyice hissedildiği, Osmanlının bu sıkıntılı döneminde, halkın ruh hâlini düşünmeden edemiyoruz. Acaba kitapta anlatıldığı gibi o dönem halkının her fırsatta eğlenceye akması mâzinin son âdetlerini hâlâ yaşıyor olması mı, yoksa dertlerini bir süre için de olsa unutma arzusu, yaşanan bu zor dönemi kolaylama yöntemi miydi? Gelin, eski zamanın rağbet gören mesiresi Çırpıcı’yı gezelim, gezerken de “zorluk ve kolaylık” üzerine düşünelim.

Zeytinburnu semtinin Çırpıcı mahallesine metro ile ulaşıyoruz. Veliefendi mahallesi ve Bakırköy ilçesine komşu olan Çırpıcı’ya giderken yolda Merkezefendi’ye de uğradık, Sâmiha Ayverdi’yi andık. Çırpıcı ile ilgili yaptığımız araştırmaya göre ortasından dere geçen, Çırpıcı çayırı adıyla ünlenmiş bu yer zamanında “Ayazma“ olarak da bilinmekteymiş. Bazı eski kaynaklar ise Çırpıcı’yı fetih sonrası Anadolu’dan gelip yerleşen boyacı ailelerinin ipleri, yünleri keçe ile halı türünden kumaş ve dokumalarını derenin suyunda yıkayıp parlattıkları yer olarak dile getirmekte. Kimbilir “Çırpıcı” adı da oradan gelmekte. I. Dünya Savaşı sırasında artezyen kuyularının açılması, 1945 sonrası çevresinde kurulan sanayi tesisleriyle mevkinin endüstriyeI niteliğini arttırmış ve 1950’lerde artık mesire özelliğini kaybetmiş.

Doğrusunu isterseniz bu gezimizde endüstrileşme ve yanlış şehirleşme ile gelen betonlaşma nedeniyle zamanın meşhur mesiresi Çırpıcı çayırını bulmayı ummuyorduk ama yerinde Çırpıcı Parkı’nı bulduk ve mutlu bir şaşkınlık yaşadık. Zamanın yeşilliğinin belki de örneklemesi olsa da, blok blok yapılar çevresinde baskıcı bir çember oluştursa da işte çayırımız. Bu son derece organize parka çayır demek komik, biliyorum. Yeşil alanları, futbol, basketbol sahaları, tenis kortları, kaykay alanı, hatta BMX parkı, yürüme ve bisiklet parkurları, çocuk parkları ve kafe ile Çırpıcı Parkı, ailece gelinip iyi vakit geçirilecek bir yer gibi görünüyor. Eğer bu kadar spor ve hava alma bize çok diyenler olursa hemen yanında kocaman bir de AVM var, isteyenler buyursun.

Çırpıcı’yı “İstanbul Geceleri” kitabında daha çok bir esnaf ve hovarda mesiresi olarak anlatmış Sâmiha Anne. O zamanın İstanbul halkının her kesiminin kendilerine ait eğlenme âdetleri varmış. Örneğin varlıklı evlerde hizmet veren zenci halayıkların baharı karşılamak için yaptıkları ot toplama merâsimleri sırasında Çırpıcı en kalabalık zamanını yaşarmış. Bunun yanısıra Çırpıcı, kabına sığmayan İstanbul delikanlısına zurna, darbuka, semâî, koşma, mâni ikram eden toplu esnaf eğlencelerine sahne olurmuş.

Şimdinin kabına sığmayan İstanbul delikanlısını Çırpıcı Parkı’nda düşünüyorum… Futbolunu oynayan, koşan, kafede nefeslenen, AVM’ye gezmeye, belki de sinemaya giden… Sanırım Çırpıcı, mekân olarak zamanın erozyonuna rağmen eğlendirme veya rekreasyon işlevini hâlâ sürdürmekte.

Bu arada eğlence anlayışımızın zamanla nasıl değiştiğini gözlemliyoruz sanki. Sâmiha Anne’nin anlattığına göre “Mahallî hayat, mahallî zevk, mahallî ruh terkiplerinin yoğurup şekillendirdiği İstanbullu, hangi sınıfa mensup olursa olsun, iç ve dış varlığında bu hususi atmosferin çesnisini, tatlı ve tabii istihâlelerle (değişim) asırlar boyunca yaşayıp nesilden nesile emânet ederken, mutlaka dedesinden getirdiği bir hava ve mutlaka torununa bırakacağı bir emâneti vardı” diyor.  Şimdi eğlencede mahallî farklar daha az gibi, nesillerin de birbirine aktardığı âdetler sınırlı.

Değişmeyen, insanın eğlenme ihtiyacı sanki. “İstanbul Geceleri” kitabının anlattığı Osmanlı’nın son dönemini düşünürsek, kötüye giden ekonomi, bulanık-perişan iç ve dış politika, kaybedilen topraklar halk üzerinde kimbilir nasıl olumsuz bir etki yapmaktaydı… Ama geçmişten getirdikleri eğlence âdetleriyle hem hüzünlenmişler hem de gülüp eğlenmişler, sanki içinde bulundukları zorlukları bu şekilde kolaylamışlar.

Şimdi de durum buna benzer değil mi? Çok şükür, hayatlarımız büyük dedelerimizinkinden çok daha ferah ama biz de kendimize göre zorluklarla mücâdelede değil miyiz? Bu dünyanın sınavları biter mi? O zaman bunları nasıl aşacağız, nasıl kolaylayacağız? Sâmiha Anne “Mektuplardan Gelen Ses” kitabında demiş ki: “Zorluk ve kolaylık ayrı ayrı birer kimyevî madde olsa, bunları birbirine karıştırdığımız zaman, o iki zıddan huzur hâsıl olur. Yeter ki, solüsyonları birbiri içinde eritmesini bilelim.“

Hayatı tadlandırmak, biraz da onu yaşayış tarzımıza bağlı olduğuna göre, hadi korukları pişirip bal gibi üzüm eyleyelim.