Yazılar

Editörden (Temmuz-Ağustos-Eylül 2018)

Merhabalar Her Nefes Dostlarımız,

 

Temmuz-Ağustos-Eylül 2018 sayımızda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün Kerim Vakfı’nın desteğiyle 9-11 Mart 2018 tarihlerinde organize ettiği I. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunulan bildirilerin dergimiz için hazırlanan özetlerini yayınlamaya devam ediyoruz. Buna ek olarak, vazgeçilemez konumuz “Allah aşkı ve hayatımızda tasavvuf”, dergimizdeki yerini korumaya devam ediyor.

 

Ramazân-ı Şerif’in bereketinden Kurban Bayramı’nın lûtfuna yöneldiğimiz bugünlerde, temennimiz Ramazân-ı Şerif’te Rabbimizin lûfettiği sınırsız bereketten, Kurban Bayramı’nda nefislerimizden geçerek Rabbimize kul olma nimetine O’nun istediği gibi ilerleyebilmektir. Bugünlerin kıymetini bilelim inşaallah.

 

15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Gününü ve 30 Ağustos Zafer Bayramını da içine alan bugünlerde, vatan müdâfaası yolunda, bu millet ve memleket için canını hiçe sayıp şehâdet şerbetini içmiş tüm şehitlerimizi de rahmetle, sevgiyle ve saygıyla anıyoruz.

 

Onlar, vatan müdâfaası için şehâdet şerbetini içerken, hem bu ülkenin münbit toprağında yetişen insanımızın cesâretini hem de “önce vatan!” diyerek kişisel çıkar ve benliklerin ötesine geçmek sûretiyle vatan uğruna kurban olmanın hakikatini bizlere gösterdiler. Allah bizleri kahraman ceddimize lâyık kılsın. İnşaallah haklarını bizlere helâl etsinler; zîra onlar canlarını bizler için verdiler. İnşaallah bizler de –inşaallah- helâl ettikleri emânetlerine onlar kadar sahip çıkabilelim.

 

Bugünlerin ruhumuza rahmet, gönlümüze bereket ve hizmet aşkı olması temennisi ile eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olarak, mütevâzı sayımızı sizlere sunuyoruz. Hoşgeldiniz.

 

Sohbetler (Temmuz-Ağustos-Eylül 2018)

 

– “Bütün bu görünen kesret, hakikatte vahdettir. Harem-i Şerif’te binlerce insan bulunur, kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur’an okur, kimi salât ü selâm getirir, kimi yâ Resûlallah! diye nida eder. Fakat bu seslerin bir araya gelmesinden hâsıl olan sadâ, bir Hû sesidir.

Hep Hû duyulan cümlesi bir hoşça sadadır. Amma ne nevadır. Bütün renklerin birleşmesinden beyaz renk zuhur ettiği gibi, bütün seslerin birleşmesinden hâsıl olan sadâ da Hû sesidir!”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 35.

 

*****

Sûret ve mânâ hakkında konuşulurken:

– “Kırk sene dervişlik etmiş bir kimseye: Bir müşkülünüz varsa buyurun sorun! demiştim. O da sual olarak, tesbihi çekerken nasıl tutmak lâzım geldiğini, düz tutulursa Sırat’ın kolay geçileceğini ve daha buna benzer çeşit çeşit sualler sordu.

Tesbihle Sıratın alâkası ne? İster yukarı tut, ister aşağı… hiçbirinin fâidesi de yok zararı da.

Sen kendine bak, kendini doğru tut. Bu kâfidir.

Sırat, tesbihin suretiyle değil, mânâsıyle alâkalıdır. Tesbih demek, Allah’ı tenzih etmek, birlemek demektir; bunu yapabiliyor musun?”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 38.

 

******

  • İki defa doğmayan melekût ve semâvattan ileri geçmez, deniyor. İkinci doğuştan maksat, ihtiyârî ölüm değil midir?
  • “Birinci doğuş, cümlenin malûmudur: Anadan doğmak. İkinci doğuş ise ihtiyârî ölümdür. Yoksa tabiî ölümle ölen kimse, tabiat anasından ikinci defa doğmuş olmaz. Tabiî ölümle ölenler ekseriya anâsırda kalır, ileri geçemezler. Hadîs-i şerîfde de: İrâdenle öl, saadetle hayat bul! buyuruluyor.”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 39.

 

“FUAT SEZGİN HOCA”

 

Yaklaşık sekiz yıl kadar önce güneşli bir bahar günü Gülhane Parkı’nda geziyordum. Ulu çınarların üzerine yuvalanan leylekleri, harika çiçek düzenlemelerini seyrederken karşıma büyük bir küre çıktı. Günümüz coğrafî verilerine çok yakın, fakat yine de bazı eksikleri olan bir dünya haritasının üzerinde neredeyse tüm kıtaları görmek mümkündü. Bu kürenin ne olduğunu merak edip yerde duran levhaya baktım: Halife Memûn zamanında (9. yy) yaptırılan dünya haritası. Bir an şaşırdım. Bize öğretilene göre, Dünya’nın küre şeklinde olduğunu ilk bulan Galileo Galilei idi. Küre, iki katlı, uzunca, zarif fakat Gülhane’nin doğallığını bozup ön plana çıkmayacak kadar mütevâzi bir binanın önüne yerleştirilmişti. Binanın kapısında “İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi” yazıyordu. Mühendislik eğitimi almış biri olarak derin bir merak uyandıran bu müzeye girmeye karar verdim.

İçeride coğrafyadan tıbba, kimyadan matematiğe, astrolojiden biyolojiye kadar tüm ilimler üzerine Müslüman bilim adamlarının hizmetleri tasvir edilmişti. Aslına uygun modelleri, el yazmalarının orijinallerini, buluşların ana temalarını anlatan modelleri gezerken geçen zamanı anlayamadım. Binanın iki katında uzun iki koridor olarak düzenlenmiş müzenin çıkışına geldiğimde, güvenlik görevlisi artık kapatma zamanının geldiğini haber verdi.

 

Fuat Sezgin Hoca’yla ilk tanışmam müzenin çıkışında sergilenen birkaç kitabı vâsıtası ile oldu. Sadece İslâm Bilim Tarihi değil, genel anlamda Bilim Tarihi hakkında bu ufuk açıcı çalışmaların sahibi hocamızı daha yakından tanımak için sergilenen kitaplardan birini satın almak istedim. Maalesef bu kitaplardan hiçbiri müzede satılmıyordu. Günün geri kalan kısmını Eminönü’nde ve Kadıköy’de bulabildiğim en büyük kitapçılarda Hoca’nın kitaplarını arayarak geçirdim. Tek bir kopya dahi bulamadım. Sonunda internet üzerinden sipariş vererek sabırsızlık içinde beklemeye koyuldum.

 

“Bilim Tarihi Sohbetleri” Fuat Hoca’nın hayatı, fikirleri ve İslâm Bilim Tarihi hakkında ilgi çekici bulguları hakkında çok kısa bir kitap. Bu kitapta Hoca’nın günde on yedi saatini adadığı çalışmalarını, ilmi uğruna vatanından ihraç edilişini, kimseye gönül koymadan, azimle ve sebatla Almanya’da çalışmalarına hangi şartlarda devam ettiğini okudum. Almanya’ya ilk geldiğinde neredeyse açlık çekecek kadar yoksul olmasına rağmen, çalışmak istediği dal olmadığı için başka bir konuda kendisine teklif edilen akademik görevi reddedişi karşısında bir dostu ona çok kızmış. Ancak yıllar sonra, ortaya çıkan eseriyle Kral Faysal Ödülü’ne lâyık görülünce bu dostu kapısını çalıp seneler önce verdiği tepkiden dolayı kendisinden af dilemiş.

 

Ona öfkelenen dostu gibi, ben de Fuat Hoca’yı anlamakta güçlük çekiyorum. Doktoramı bitirdikten sonra, ilime akademisyen olarak hizmet etmekten vazgeçmiştim. Günümüzün birçok bilim insanıyla tanışma fırsatım oldu. Nobel ödüllü hocaların derslerini dahi dinlemek nasip oldu. Fakat hiçbirinde, Fuat Hoca’nın ilme olan aşkını göremedim. Fuat Hoca’nın on yedi ciltlik eserinde anlattığı kimya ilminin kurucusu Câbir İbni Hayyân, devesinin adımlarını sayarak ve trigonometri kurallarını uygulayarak ekvatorun uzunluğunu çok küçük bir hata ile hesaplayan Birûnî ve daha niceleri Fuat Hoca’nın uzak diyarlardan kardeşleriydi âdetâ. Bu muazzam müfekkirler, ilim adına ne bulsalar inceleyip “ben değil, o buldu!” diyebilecek tevâzuyla Yunan bilim mirasını günümüze taşıyanlardı. Onlar atıflı bilim metodunun temellerini hadis ilmiyle kuran, yaptıkları hizmette ancak kendi katkılarının altına imza atıp hocalarının ve seleflerinin isimlerini yaşatanlardı. Fuat Hoca’nın deyişiyle, bilgilerini kendilerine ait bir metâ değil, insanlığın ortak değeri olarak görüyor, sahiplenmek yerine paylaşmayı arzuluyorlardı. Hepsinden önemlisi, ilmi bir ticârî kazanç değil, mânevî bir doyum aracı ve Allah’ın sünnetini keşfetmede bir vâsıta olarak gören hizmetkârlardı. Bu sebeple birçoğu, tabiat ilimlerinin yanı sıra, kelâm, hadis, tasavvuf gibi mânevî ilimlerde de ilerlemişlerdi. Fuat Hoca’yı günde on yedi saat çalışma şevkiyle dolduran belki de bu yitik kardeşlerine duyduğu hasretti.

 

Meşkûre Annemizin, imansız ilimin sonunun ahlâksızlığa varacağı hakkında uyarısını tekrar duyar gibi oldum. Günümüz teknolojisi ne kadar ilerlese de dünya ileri mi yoksa geri mi gidiyor kestirmek güç. Bilimsel gelişmelerin artık tek amacı güç tesis etmek, kâr etmek, şöhret sahibi olmak, ödül almak oldu. Fuat Hoca’nın da kardeşlerinin yanına gitmesiyle etrafımızda bu aileden kaç kişi kaldı, kim bilir?

 

Dileğim odur ki, Hoca’nın hizmetleri boşa çıkmasın. Onun eserleri vâsıtası ile günümüz dünyasından çok farklı bir âlemi hep beraber keşfedelim. Sevgili Peygamberimizin deyimiyle inananlar olarak “yitik malımız olan ilmin” peşine düşelim. O yolda nefsimizi bilelim, Rabbimizi bilelim.

 

Fuat Hocam, nûr içinde yat!

İNSÂN-I KÂMİLDEKİ FERDİYET TECELLÎSİ

 

Tasavvuf literatüründe, Hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşat ile rehberlik eden kimseye, şeyh, mürşit denmektedir. Mürşid-i hakikî ise sadece Hz. Peygamber’dir (Hakîkat-i Muhammedî). Dünyâ âleminde zâhir bir velî üzerinden irşat vasfını yürüten asıl mürşit her zaman Hz. Muhammed’dir ve bu hiçbir zaman değişmez.

 

Tasavvufta mürşit olan insân-ı kâmil ney veya ayna metaforlarıyla anlatılabilmektedir. Mürşit, ayna gibi sadece kendisinde görüneni gösterendir, ney gibi sadece kendisine üfleyenin sesini verendir. O, kendinde tecellî edeni gösterici bir berzahtır. Mürşit, Allah’tan başka varlığın olmadığını “yokluğuyla” anlatan, gösterendir.

Tecellî kelimesine baktığımız zaman ise ana anlamının “görünme, belirme, görünür olma, zuhur etme” şeklinde olduğu görülmektedir. Tecellî, kelime anlamı itibariyle tecellî eden ve edilenin varlığını gerektirir. Kişi veya eşyâ, kaynağı kendinde bulunmayan bir etkiyi kendi üzerinde gösterme, bir zuhur yeri olma niteliği taşır. Zuhurun olması için bir mazharın olması gerekir. Bir mazhar varsa da, onda bir zuhur eden var demektir. Bu ikilik, görme işleminin olması için gerekli zemini sağlamaktadır.

 

Görme işlemi için gerekli olan, bir görünenin bir de görenin olmasıdır. Ancak görünen ve görecek olan hâli hazırda ortada bulunsa da bu görme işlemi kendiliğinden gerçekleşmeyebilir. Yaradılışın yani bu ikiliğin gāyesinin “görme-şâhit olma” eyleminin gerçekleşmesiyle açığa çıkmaya başlayacağı kabul edilirse, varlığın bir mânâ bulması onun “görme-şâhit olma” niteliğini taşımasına bağlıdır. Nitekim insanın Müslüman olması da Allah’ın varlığını bilmesi ve kabul etmesine değil, kelime-i şehâdet getirmesine bağlanmıştır. Şâhitlik ise görmeden gerçekleşemeyen bir durumdur.

 

Bu doğrultuda, “görünen-gören” ikiliğindeki amacın hâsıl olabilmesi için iletişim şablonuna bir üçüncü faktör olarak “gösteren” girmektedir. Bu üçlü iletişim sahası, varlığı anlamlı kılacak bir bütünlük arz etmektedir. Görünen Cenâb-ı Hakk ile onu görecek olan kişi arasında doğru iletişim kurulması açısından ihtiyaç duyulan insân-ı kâmil, “gösteren” görevini îfâ etmektedir. Ancak kul olan insân-ı kâmilin Cenâb-ı Hakk’ı gösterişi de kendinden kaynaklı bir durum değildir. Burada Ferd ismiyle tek olan Allah, kendini ancak kendisi ile göstermektedir.

 

Ferd kelimesinden türeyen ferdiyet, “Teklik, birlik, vahdâhiyet” anlamını hâizdir. Ferdiyet makāmı, aynı zamanda cemü’l cem makāmı olarak da adlandırılmaktadır. Cemâlnur Sargut, Hz. İbrâhim kitabında “…Kişi bütün farklılıkları bir görürse Allah ismini idrak etmiş olur. Biraz daha tekâmül ederse cemü’l cem makamına çıkar. O zaman da Allah ismini bu sefer herkesin âyân-ı sâbitesinde seyretmeye başlar. Bu mertebe âmâ mertebesidir. Bu da Muhammedî kemâlin son mertebesidir.” der. Bu makāmı daha açık olarak ise şöyle özetler: “Cem demek, her şeyin Allah’tan olduğunu idrak etmek demek. Ettik; başka biri kalmadı, cemü’l cem’de sen tekrar dünyaya dönersin ve ama yalnızsındır; ve Allah’ın istediği gibi dünyada hareket etmeyi etrafına öğretirsin.”

 

Bu noktada yalnızlık vardır artık. Allah’ın ferdiyet sıfatı, ikincisi olmayan bir tekliği ifade etmektedir. Bütün oluş, o tekliğin içindedir ve kişi o tek nokta hâlindedir. Hiçlik olarak adlandırılan bu durumda varlığın silinmesi, tasavvufî düşünceye âşinâ olmayan çevreler tarafından şahsiyetsizlik şeklinde yanlış algılansa da bu durum aslında kesin olarak şahsiyet hâline gelmekten, ferd olmaktan ibârettir. Şahsiyet, hüviyet yalnız Allah’a âittir. İşte insân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsi, o tek hüviyetin, tek şahsiyetin hâkimiyeti ve yalnızlığıdır.

 

İnsân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsini anlamak için birkaç örnek üzerinden gidilebilir. Ebu’l Hasan Harakānî Hazretleri’nin mürşidlerinden olduğu belirtilen Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz. şöyle demektedir:

 

“Allah’ı Allah arar, Allah’ı Allah bulur, Allah’ı Allah bilir!

Allah’tan başka Allah’ı talep eden biri bulunsaydı, Allah’ın iki olması lâzım gelirdi.”

 

Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz.’nin bu sözleri, Ferideddin Attar’ın Tezkiretü’l Evliyâ’sında yer almakta ve Attar onun için “dergâhın cüretkârı” tārifini kullanmaktadır.

 

Sâmiha Ayverdi, Hancı kitabında bu mânâyı açarak, biraz önce bahsettiğimiz iletişim şablonundaki “gösteren” vazifesiyle yükümlü insân-ı kâmile şöyle seslenmektedir: “Ey Hakk’ı bildiren, O’na götüren, perdeyi kaldırıp O’nu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!”

 

Yine Sâmiha Ayverdi, Mâbette Bir Gece eserindeki şu cümlesiyle bu mânâyı bir derece daha açmaktadır: “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlıktır.” Anlaşılmaktadır ki, görünen-görünmeyen/yokluk-varlık açılımı ile insân-ı kâmilde tecellî eden “gösterici” kudret, yine Allah’ın ferdiyetiyle zuhura gelmektedir.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

Attar, Feridüddîn. Tezkiretü’l Evliyâ, Çev. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa, 1984

Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2010

Ayverdi Sâmiha. Hancı, Kubbealtı Neşriyatı-30, İstanbul, 2011

Ayverdi Sâmiha. Mâbette Bir Gece, Kubbealtı Neşriyatı-2, İstanbul, 2014 (Ocak)

Cîlî, Abdülkerîm. Hakîkat-i Muhammedîyye, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2012

Cîlî, Abdülkerîm. Âriflerin Mertebeleri, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2014

Hücvirî, Ali b. Osman Cüllâbî. Keşfu’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 2. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 3. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 6. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 8. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 10. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

Mısrî, Niyâzî-i Muhammed. İrfan Sofraları, Çev. Süleyman Uludağ, Emel Matbaası, Ankara, 1971

Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Dîvân-ı Kebîr’den Seçme Şiirler, Çev. Mithat Baharî Beytur, MEB Yayınları, İstanbul, 1995

Rifâî, Ken’an. Şerhli Mesnevî-i Şerif. Kubbealtı Neşriyatı-76, İstanbul, 2010

Rifâî, Ken’an. Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı-75, İstanbul, 2014

Rifâî, Ken’an. İlâhiyât-ı Ken’an. Haz. Mustafa Tahralı, Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyatı, İstanbul, 2013

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Âdem, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Şît, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. İbrâhim, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen), “Niyâzî-i Mısrî İrfan Sofraları-1”, Nefes Yayınları, İstanbul, 2017

Sargut, Cemâlnur. Allah’ıma Sefere Çıktım, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. Açık Denize Yolculuk, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

 

“Dijital Dünyanın Evlâdı! Bu Tanımlar Seninle Konuşuyor!”

 

Mâruf el-Kerhî (ö. 200/815): “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların elindekilerden ümid kesmektir.”

 

Sor…! Hakikati almak denince, bir yerde olduğu ve bunu elde etmenin olanaklı olduğunu anlıyorsun değil mi? İstersen alabilirsin. İnsanların elindekilerden vazgeçmesi, elindekileri bırakması, elindekileri terk etmesi yerine “ümid kesme” fiilinin özellikle kullanılması, elimizde olanların varlığının sürekliliğine dâir ipucu verirken, onlarda “hakikat”in bulunamayacağını da delil değil mi? Hadi, “Elinde olanlar nelerdir?” ve “Hakikat nedir?” sorularını ayrı ayrı irdelele. “Hakikat nedir?” sorusunu henüz sormadıysan bile asırlar öncesinde sorulmuş olması seni şaşırtsın!

İçinde yaşadığımız evrenin, karşılaştırıldığında büyüklüğü bir mikron bile olmayan “ben” veya bir yaşam boyu “ben”in sahip olacağı maddî-mânevî kazanımlar sayesinde algılanması mümkün müdür? Dün seni mutlu eden lego oyuncağın bugün mânâsız geliyor ise cep telefonunda oynadığın oyun da yarın sana aynı oranda hatta daha fazla mânâsız gelecektir. Doğru mu? Sahip olunan son model bir bilgisayar sadece belli bir dönem için son modeldir. Sahip olunan son model bir araba yeni modeli piyasa sürülene kadar en iyisidir. Sahip olunan en son bilgi sadece Cern’den gelecek bir haber ile eskir. Neye el atsan andan öncesinde neye sahip olsan bir sonrasında kalacaksın. Bilgiye ulaşmadaki sınırsız kabiliyeti sahip olmak istediklerin için hapsettiğin yer “sen”sin. Bu âlemi algılamada elindekinin yetersizliğini gör. Sınırsıza doğmuş bir nesil, sınırlı ile yetinebilir mi? Sor!

 

Semnun el-Muhib (ö.297/909): “Tasavvuf, ne senin bir şeye sahip olman, ne de bir şeyin sana sahip olmasıdır.”

Sorgula…! Nelere sahipsin? Şükürler olsun ki, yaşadığın evin, okumaya hak kazandığın okulunun kıymetini bilirsin. Bunlar değil sorduklarım. Maddî olanları değil, -onlardan ümid kesmen gerektiğini gördük-, ötesini soruyorum şimdi. Bir şeye sahip olma hırsı modern dünyanın en önemli yalanı. Daha başarılı olursan daha çok sevilirsin. Daha güçlü olursan daha başarılı olursun. Daha katı ve ulaşılmaz olursan daha güçlü olursun. Denedin; oldun ya da olamadın bu değil önemli olan. Sorgulayacağın şey, varacağın sonuç olmalı! Daha başarılı, daha güçlü, daha katı olunca sıfatların konuşur, sen değil. Başarının esiri mi oldun? Güçsüzlüğe tahammülün var mı? Ya parasız kalmaya? An gelir, sahibi olmak için çırpındığın mânevi hazlar, sahibin olur. “En”lerin sahibi olmanın ardından “En”lerin kulu olmak geliyor. Dikkat! Bak ne diyor Muhib? Tasavvuf öyle bir yol ki, ne sahipsin ne sahip olunan. Özgürlüğü hissedebiliyor musun? Seni hiçbir şeyin sınırlayamayacağı tek yolu görebiliyor musun? Bırak –iyelik eklerini. “Muhib”in anlamına kilitlen: Âşık, seven. Sorgula: Bir şeye sahip değilsen, bir şey sana sahip değilse, yol nereyedir? Yolun “aşk” yoludur, evlât! “Muhabbet” yoludur… Sonsuzdur. Bitmez, tükenmez. Bir kez “aşk”a düştün mü görürsün, ne sen kalmış ne ben, ne sahip ne sahip olunan… Sorgula! Yolu sorgula!

 

Ebu’l Hüseyn el-Nuri (ö.295/907): “Tasavvuf, nefsin bütün hazlarını terk etmektir.”

 

Öğren…!  Aşka yürümen için ipuçlarını verme vaktidir. Nefisle çoktan tanıştın ama artık adını koyma vaktidir. Koskoca galaksi, o galaksideki minicik dünya, minicik dünyanın içindeki noktadan küçük sen, dünyevî hazların için yaratılmış olamazsın değil mi? Mânâ bu kadar basite alınabilir mi? İnsan bu evrendeki en komplike canlı, biliyorsun. Donanımı en üst seviyede olan, içinde âlemin bütün sırlarını barındıran… Arada kendini kedi, köpek, ağaç, toprak gibi hissetmen çok normal. Onlar da içinde, sende kezâ. Her şeyin tek bir kapta toplanması, müthiş bir zenginlik. Bu zenginliklerin farkında olmalısın. Bu zenginlikleri uyum içinde yaşamalısın. Âlemin müthiş âhengini yansıtabilirsen, senden mutlusu yok. Hepsi uyum içinde olunca hârika! Ama unutma ki her uyum, uyumsuzluğu ile var. Gece, gündüz olmadan mânâsız. Yaz, kış olmadan… Bir diğerinin değerini anlamak için zıtlıklarla öğrenmek büyük şans. Karşıtlıklar senin içinde iki kavramda yer eyler evlât. Biri “ruh”, diğeri “nefs”. Seni yöneten duygulardan, hallerden bahsediyorum.

 

Önce şu soruma cevap ver: Davranışlarını belirleyen sebep nedir? Zor bir soru. Pek çok cevap da verebilirsin. Ama öğren ki ortak payda sadece iki tane. Korku ve ümit. Nefs her ikisi için de sağlam bir enstrüman. Korktuğun veya ümit ettiğin için yaptıklarını bir düşünsen ne çok örnek bulacaksın. Korku ve ümit “aklınla” değil, “kalbinle” dile gelir, fark ettin mi? Seni sen yapan davranışlarını yöneten merkez “kalb”in ta kendisi, öğren! Aklın pek kıymetli, hiç söz yok! Çünkü seçimlerinle yaşıyorsun ama kalbin bin kat kıymetli. Seni mutlu ve mutsuz eden o çünkü.

 

Hatırlatırım, “muhib” âşık demekti. Aşkın mekânı neresi? Kalp şüphesiz. Ve önümüzde iki seçenek var. Kalbini kime verirsin? Ruh da istiyor, nefs de. “Nefs nedir, anlamadım” deme sakın, zirâ içindeyiz. Şu dünyada yaptığımız her şey; arzuların, heveslerin… Ruh ne peki? Bak gördün mü, asıl soru farklıymış. Biri olmadan diğerini anlamak olmuyormuş. Her şeyi terk ettiğinde elinde kalana ruh desem… Sadece “sen” desem… Tüm sıfatlardan, eşyadan, maddeden yokluk hâli desem. Sınırsız, sonsuz, zamansız, mekânsız desem. Ruhunu kalbine oturt, yürü evlât. Nasıl mı? Cevabı “yolda” öğren desem!

 

Ebu’l Kasım el-Cüneyd el Bağdâdî  (ö. 295/909): “Tasavvuf, kalplerin, zâtî zaaflardan kurtulana dek arındırılması, insanın doğal yapısından kaynaklanan huylardan ayrılması, beşerî sıfatlardan sıyrılıp nefsânî iddialardan uzak durmak, ruhânî sıfatları kuşanmak, hakikat ilimlerine bağlanmak, hayırlı olanı yapmak, ümmetin bütün fertlerinin iyiliğini istemek, hakikate riâyette ihlâs ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tâbî olmaktır.

 

Bul…! Sınırsız, zamansız yol demiştim. Kalbinin tahtına nefsini değil, ruhunu oturt demiştim. “Kurtul” diyor Bağdâdî nefsin hastalıklarından. Ruh kalbe hâkimiyet kurunca kalp bedeni ona göre yönetir. Nefs, malın mülkün, şânın şöhretin kölesi yaparken, ruh bambaşka âlemlerde seni bekler. Yola çıkmanı gözler. Onu beslemeni ister. Görünenle değil, görünmeyenle ilgilen. İçinde bulunduğumuz dönem, bilinen ile bilinmeyeni açıklayamaya yetmiyor. Artık bilinmeyen ile bilinene isim koyuyoruz. Düşün ki başın ağrısa sinyal veriyor, ilâç alıyorsun. Ama başının neden ağrıdığını sorduğunda, hatta neden hastalandığını sorduğunda cevap “stres”. Bilinmeyen, elle tutulmayan, kendi adını dışa vurmayan, başka adlarla ortaya çıkan bir şey! O zaman ilim nedir diye sormak gerek. Gördüğün algıladığın, ölçtüğün biçtiğin mi? İlim “idrak”tir evlât. İdrak etmek ise her babayiğidin harcı değil.  İdrak ile doğuyorsun, o nimet sende var ama ne acı ki bir cep telefonu ekranında kaybediyorsun!

 

İlim hakikate ulaşmak için göstereceğin çabadadır. İlim, seni sen yapan değerin kaynağına ulaşmaktır evlât. Bu kaynak sana iki yolla anlatılmıştır. Bu kaynaklardan biri Kur’an, diğeri Kur’an’ın canlı örneği Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. En büyük kaynağın Kur’an. Düşün ki bir kaynak var; gelmiş, geçmiş, gelecek, tüm sırları söylüyor. Ne bir eksik ne bir fazla. Görünen şekillerde değil, yedi kat alt mânâsında ara gerçeği. Hakikate ulaşmak için fırsatın var. Nasıl bir derinlik nasıl bir zenginlik; bul!. Ne soruyor isen cevabı verilmiş. Lâkin yine bir yol gösteren lâzımdır. Canlı örnek ister insan. O da var evlât. Peygamberini tanı. Zarâfeti ve duruşuna ayrı bak, sosyal hayatına ayrı bak, ticârî ahlâkına ayrı bak; eşine nasıl davrandığına, yoksula nasıl yaklaştığına, imana nasıl dâvet ettiğine, ilme nasıl ulaştığına bak. İzle, oku, seyret, bul! Baştan aşağıya özümse, benimse. Ahlâkı, sevgiyi, aşkı, muhabbeti ondan, “okuma”yı ondan, yürümeyi ondan öğren ve daha önemlisi uygula! İşte ancak o zaman varoluşunun derinliğini, sendeki sıfatın, ne için bu dünyaya geldiğinin, neden bu âlemde bir nokta kadar yer kapladığının anlamını idrak edebilirsin. İdrak edenleri sor, sorgula, bul! İbn-i Arabî’yi ve Mevlânâ’yı iliklerine çekmeden ne kendini ne âlemi anlamlandırabilirsin. Bu büyük âlimlerin de rehberi birdir. Ölümlü olan vücudları gitmiş ama yüzyıllar geçmesine rağmen bilgelikleri hâlen bizledir. Sen demedin mi, çağ bilgi değil, bilgelik çağıdır. Bilge olan, uygulayandır evlât. Öğrendiğini yaşayan, yaşadıkça öğrenen, her seferinde yeni kapılar açılandır. Allah her kulun yanındadır. Ama yola çıkan kullarına açtığı perdeler farklıdır. Kim ki o perdeleri aralamayı başarır, bil ki bilge onun sıfatıdır. Bul evlât!

 

Yola çıkma vaktin gelmiştir…

 

** Yazarın Notu: Bu çalışma, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı Tasavvuf Düşüncesine Giriş dersi kapsamında hazırlanmış metinlerden derlenmiş olup özünde Prof. Dr. Ebu’l-Alâ Afîfî’nin övgüye değer dili ve yöntemi ile kaleme aldığı “Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim” adlı kitabında yer verdiği “Kronolojik Esasa Dayalı Sufi ve Tasavvuf Tarifleri”nden seçilen tanımlarla evlâtlarımıza seslenme çabasının ürünüdür.

TASAVVUFTA VAKİT KAVRAMI

Hepimizin hükmüne tâbi olduğumuz, bazen yetişemediğimiz, bazen geçmek bilmeyen, bazen ise su gibi akan zaman, hepimizin hayatında çok tanıdık bir kavramdır. Her şeyin hakikatini anlamaya çalışan mutasavvıflar zamanı da günlük hayattaki algımızdan farklı şekilde yorumlanmışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de zaman kelimesi lâfzî olarak geçmemektedir. Ancak zaman ile ilgili olarak “asr”, “yevm”, “dehr”, “hin”, “sermed” gibi farklı ifadeler yer almaktadır. Asr Sûresi’nde Allah ‘asr’a yemin etmektedir. Hz. Peygamber ise, “Dehre sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır (veya Allah dehrdir)” buyurmuştur. Hadid Sûresi’nde “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” denmektedir. O, evvel ve âhir olan ise, şu an nedir? Şu an bir sonraki ânın evveli ve bir önceki ânın âhiridir. Öyle ise şu an da O’dur diyebilir miyiz?

 

İlk dönem sûfîlerinden Ebu Nasr Serrâc, el-Luma adlı eserinde vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu ifâde eder. Mutasavvıf için tek bir vakit vardır ki o da içinde bulunulan ‘an’dır. Geçmiş ve gelecek endişesi taşımadan ânın gereği neyse onu yapmak esastır. Bunu yapabilmek ise emin ve teslim olmayı gerektirir.

 

Ebu Ali Dekkâk ise bu hususta şöyle demiştir:  “Vakit, içinde bulunduğun haldir. Eğer sen dünyada isen (zihnin, kalbin dünyevî düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyadır, eğer âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeli isen vaktin neşe, hüzünlüysen vaktin hüzündür.”

Mutasavvıflara göre akıllı kimse o an ne gerektiriyorsa onun hükmünce hareket eder. Sûfî, nefsin hükmünden kurtulup hâdiselerin arkasındaki hakîkati idrak ettiği anlarda diri, nefsine mağlup olduğu anlarda ise ölü hükmündedir. Kenan Rifâî, bu kişileri seyirlerini Allah’la yapan kimseler olmalarına rağmen, vaktin mahkûmu olarak tanımlar. Dereceleri büyük olsa da sağlam bir inanış ile şüphe ve ikilik (temkin ve televvün) arasında bocalarlar.  Bu kimselere “ibnü’l vakt” (vaktin oğlu) denilir.

Oysa her nefes Hak ile bir ve beraber olup vücut hükmünden kurtulmuş Allah velileri vardır ki Kenan Rifâî bu kişilerden şöyle söz etmektedir: “Zaman ve mekân bağlarından kurtulup Allah’ta bâki olma derecesine eren fâniler vardır ki, bunlara ârif-i vâsıl denir. Onlar zamanın hakikatine erdikleri için vaktin hükmü altından kurtulmuş, hatta zamanı kendi hükümleri altına almış velilerdir. Tasavvufta bu dereceye erenlere “ebu’l vakt” (vaktin babası, zamanın efendisi) denir.

İbn Arabî’ye göre ilâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Bu âlemde bulunan canlı ve cansız her şey zamanın hükmündedir. Kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âlemi olan bu evrende her şey zamanın hükmünce değişmeye, bozulmaya ve yeni bir forma geçmeye mecburdur. Eşya, insanlar, doğa sürekli değişir. Biz ise her an olan bu değişimi fark edemeyiz. Her şey aynı görünür. Oysa bu sadece bizim görmemizin eksikliğindendir. İbn Arabî yaradılışın Pazar günü başlayıp Cuma günü tamamlandığını, bizim ise tamamlanmış olan âlemi Cumartesi günü idrak ettiğimizi söyler. Ancak bu oluş ve bozuluş çok hızlı olduğu için bizim cüz’î aklımızın bunu idrak etmesi imkânsızdır. Mesnevî-i Şerif’te Mevlânâ şöyle demektedir:

“Bil ki her lâhzada ölüm ve ri’cat vardır. Mustafa: “Dünya bir andan ibarettir.” buyurur.

Cümle âlem her an yok olmadadır. Bir yandan da (her an zuhur ettiğinden) bâkî görünmektedir.

Âlemin varlığı her nefes gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden uzak değildir.”

Ucu ateşli bir dalı süratle sallarsan, o ateş noktası sana uzun (bir çizgi gibi) görünür.

Ömrün uzun görüntüsü de Allah’ın sunumunun sürat ve kudretindendir.

Bu sürat ömrü uzun ve dâimî gösterir.”

 

İbn Arabî vakti başka bir tanımında “Vakit, iki yokluk arasında var olan bir durumdur.” der. Öyle ise tek gerçek şu andır.

 

Her nefes ilâhî tecelliyi idrak ederek buna göre yaşayan zümrenin Allah katında mutlulardan olduğunu belirten İbn Arabî, onlar göz açıp kapama süresinde dahi Allah’tan gafil olmazlar, der. Ancak burada bir ayrım yapan İbn Arabî, bir grubun Allah’ın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kaldığını söyler. Bunlar huzur sahibidirler, ancak hüküm sahibi değildirler. Ancak Allah’ın eşyadaki hükmünü bilen çok az sayıda şanslı kul vardır ki, bunlar hem huzur hem hüküm sahipleridir. Bu şanslı kullar mutluluk kazandıran “vaktin sahipleridir.” Bu kişiler Rablerinin huzurunda sürekli yakarış halindedirler, halleri ile dâimî namazda olan bu ârifler her nefes ve zamanın kendisine has isim tecellisini idraktedirler. Böylelikle sürekli Rabbleri hakkında sahip olmadıkları yeni bir bilgiyi elde ederler. Sâhib-i vakt dünyadaki her şeye her an şâhit olmaktadır, çünkü aslında bunlar ruhunun bir çeşit yansımasıdır. Kutub makamında olan bu kişiler Hz. Muhammed’in vârisidirler ve zaman ve mekân boyunca yaratılmış her şeye şâhit olmaktadırlar.

 

Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın şartları ile vakit arasındaki bağlantı da dikkat çekicidir. İslâm’ın şartı olan ibâdetler (namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve zekât vermek) belirli bir zaman şartına bağlanmıştır. Vakit, farz olan bu ibâdetlerin olmazsa olmaz şartıdır.  Öte yandan namaz ve zekât bahislerinin pek çok âyette birlikte geçtiğini görmekteyiz. Örneğin Bakara Sûresi’nin 43. âyeti “Hem namazı dosdoğru kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” derken Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti “Eğer tövbe eder, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.” demektedir. Benzer bir ifadeyi Meryem Sûresi’nin 55. âyetinde görmekteyiz:  “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabb’inin katına hoşnutlukla ermişti.”

Hucrevî ve Ankaravî’ye göre malın zekâtı olduğu gibi, her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır. Vakit de önemli bir nimet olduğu için zekâtının olması fevkalâde normaldir. Zekât ve vakit konusunda, İbn Arabî Fütûhât-ı Mekkiye’de fitre konusunu açıklarken “sadaka toplayıcısı”nı içinde bulunulan vakit olarak şerh etmiştir. Onun hoşnut edilmesi, getirdiği şeye göre hâlinin gereğiyle onu karşılamaktır, diyerek vakit ile zekât/fitre konularını ilişkilendirmiştir.

Namazın vaktinde kılınmasının önemini düşündüğümüzde içinde bulunulan vaktin zekâtının o vaktin namazını kılmak olduğunu söyleyebilir miyiz?

İslâm’ın diğer bir şartı olan kelime-i şehâdet getirmek için, diğer 4 şartın aksine, belirli bir zaman farz kılınmamıştır. Kelime-i şehâdette Allah’ın ilâhlığına şâhitlik ettiğimizi söyleriz. Oysa kaçımız her an gerçekleşen, vücut bulan tecellileri idrak ederek vakti olması gerektiği gibi yaşayabiliyoruz? Biraz önce belirttiğimiz üzere andaki tecellileri idrak ederek Allah’ın hükümlerine her an şâhitlik edenler ancak insan-ı kâmillerdir ki, bu halleri ile gerçek şehâdeti gerçekleştirmektedirler. Bu şehâdet herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlanmamıştır. Bizlerin kelime-i şehâdeti taklit iken onlarınki hakikidir.

Daha önce belirttiğimiz üzere, Serrac, vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu söylerken, pek çok ilk dönem sûfîsi tarafından vakit, içinde bulunulan hal olarak tanımlanmıştır. İbn Arabî ise “İlâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Kendisi ile olduğun şey senin istidâdındır.” demektedir.

Öyleyse aldığımız her nefes sırasında nasıl bir idrak seviyesinde isek, içinde bulunduğumuz ânı o mertebeden yaşıyoruz. Bu durumda dünya üzerindeki herkesin vaktinin aynı olması mümkün değildir ki, bu, aklımıza sûfîler tarafından çokça kullanılan “Allah’a giden yollar mahlûkların nefesleri sayısıncadır.” ifadesini getirmektedir: Herkes istidâdına, isim ve sıfatların kendi üzerindeki etkisine göre vaktini yaşıyorsa, yanlış, abes, çirkin bir şey olması mümkün müdür? Öyle ise her şey yerli yerindedir ve tam da olması gerektiği gibidir.

NİYÂZÎ-İ MISRÎ DÎVÂNI’NDAN ÖRNEKLER İLE SÜLÛKTA AŞKIN SEYRİ

Aşk… Tanımlanması zor, anlaşılması zor, ancak geldiği bedene imkânsızı mümkün kılan sonsuz bir güç. İşte bu güç, tasavvufî terbiyede insanın gerçek ‘insan’ sıfatına ermesi için yegâne unsurdur. Tasavvufî düşünceye göre asıl vatanından kopup bu âleme inen insan hep geldiği yerin özlemini duyar. Bu özlemle hakîkat arayışı başlar. Bu arayışın gerçek sebebi insanın ilâhî aşk ile yaratılmış olmasıdır. Tasavvuf ilmi, yaratılışın başlangıcını Kenz-i Mahfî kudsî hadisi ile açıklar. Buna göre Cenâb-ı Allah ‘Bilinmekliği muhabbet ederek’ insanı yaratır.

Mutasavvıflar aşkı İlâhî ve Mecâzi olarak ikiye ayırmışlardır. Allah dışında her şeye duyulan aşk mecâzîdir. Bu âlemde aşk mecâzlar ile zâhir olur. İlâhî aşk ile yaratılan insan, dünyada önce mecâzî aşkı tanır. Tasavvufî düşüncede mecâzî aşklar ilâhî aşkın köprüsü olarak kabul edilir ve hepsi ilâhî aşkın arayışlarıdır. İnsan, aşkın farklı aşamalarından ve hâllerinden geçerek tekrar özüne yani ilâhî aşka ulaşır. İbn Arabî bu durumu kurb-ı nevâfil kudsî hadisi ile açıklar: “Kulum bana farzlar kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, ta ki, ben onu severim. Onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” Bu aynı zamanda devriye geleneğinde bahsedilen kavs-i urûc kısmının tamamlanması, insanın yaratılıştaki başlangıç noktasına, “Kābe kavseyni ev ednâ” sırrı ile dönmesidir.

Sevgiyi sekiz mertebede inceleyen tasavvuf ilminde aşk en üst mertebedir ve Sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi, âşıkın yok olması, sadece mâşukun var olması, her şeyin ondan ibâret olması hâli olarak tanımlanır. Eflâtun’un aşk görüşündeki gibi bu bir nevi delilik, cinnettir. Cinnet ise kişinin canına kıyması ile sonuçlanabilecek kadar ağır bir çılgınlık hâlidir. Tasavvufî düşüncede candan geçmeyen can bulamaz. Aşk, âşığı candan geçirir, fenâ buldurur. İşte bu hâl, seyr ü sülûkta sâlikin geçtiği fenâ makamlarının aynı zamanda sâlikin ilâhî aşka geçiş sürecini anlatan bir aşk yolculuğu olduğunu gösterir. Sâlik, fenâ fi’ş-şeyh makamında şeyhinin aşkında, fenâ fi’r-Resûl makamında Hz. Peygamber’in aşkında, fenâ fillâh makamında ise Allah aşkında fenâ bularak yol alır. Bu aşklar sâyesinde benliğinden geçerek mâşûkunda tüm sıfatlarını yok eder, onun sıfatlarıyla vasıflanır. Fenâ fillâh sonrası doğan bekā, bu makamda kazanılan hâlin devamlı hâle gelmesidir. Fenâ fillâh makamına geldikten sonra artık kul eski hâline dönemez. Tevhîd sırrına erer, birlikte çokluğu, çoklukta birliği görür.

Niyâzî-i Mısrî, hayatı seyahatler ve sürgünlerle geçmiş, Türkçe ve Arapça ile manzum ve mensur birçok eser kaleme almış, on yedinci yüzyıl tasavvufî Türk edebiyatının önde gelen mutasavvıf şâirlerindendir. Dîvânında ilâhî aşkı merkez alarak mârifete ulaşmayı hedefleyen Niyâzî-i Mısrî, insanın kurtuluşa ermesi için yapması veya yapmaması gerekenler ile bu yolun özelliklerini tecrübelerine dayanarak anlatmıştır. Aşkın döngüsünü bizzat yaşamış bir âriftir ve kendi tecrübelerini, insanın ve aşkın döngüsünü Dîvân’ında anlatır.

Dîvânındaki ilk gazelin ilk beytinde Mısrî, gönle seslenir: “Ey gönül, gel Allah dışındaki her şeyden vazgeç, aşkın yoluna uy” der. Çünkü hakîkate ermiş kimseler kendilerine aşkı rehber kılmışlardır. Burada aynı zamanda gönlü gayrıdan boşaltmadan ilâhî aşkın oraya giremeyeceğine de vurgu yapar. Niyâzî-i Mısrî aşkın yakıcı etkisiyle insanı harekete geçirmesine yani kurtuluşa erdiren yaptırım gücüne de beyitlerinde yer verir. Ayrılığın acıtan ateşiyle canın durmayıp bağırıp çağırmaya başladığını, o ateşle gözyaşlarının gözünden kaynayarak aktığını, eğer onu yakan bu ateşin zerresi âşikâr olsaydı bütün âlemin uçtan uca yanacağını söyler. Böyle bir acıyı duyan kimse de âdeta doğaüstü bir güç ile hedefine hızla koşar.

Fenâ fi’ş-şeyh makamındaki hâlini anlattığı “Aşkın meyine ben kana geldim” beyiti ile başlayan gazelinde, Aşkın meyi, ilâhî aşk şarabıdır. Yanan şem’-i tevhîd ise şeyhinin gönlünde gördüğü, parlayan tevhîd nurudur. Bu nuru görünce kararı gider, yerinde duramaz olur,  ateşin etrafında dönen pervâne misâli şeyhinin gönlüne doğru çekilir. Şeyhinin etrafında kurulmuş zikir halkasını görünce aşk ile dönme isteği duyar. Hâlini Leylâ derdinden deli olmuş Mecnûn’a benzetir ve aklının gittiğini, dîvâne olduğunu söyler. Artık onun için sultân, Ümmî Sinan Hazretleri’dir, şeyhinde bu aşk ile fenâ bulmuştur. Bu aşamada yarasının yârinden olduğunu görür, bu derdinin dermânı Lokmân Hekîm’in benzeri olan şeyhidir.

Fenâ fi’r-Resûl makamında, Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili habercisi, kulları ile arasındaki irtibâtı sağlayan emin elçisi olduğunu belirttikten sonra, aşk hastası olduğunu ve nice zamandır hasretle o kalplerin hekimini beklediğini, beklerken ıstırapla yandığını, canını ona teslim etmek için sabırsızlandığını anlatır. Öyle ki en hafif rüzgârla canını ona göndermek ister. Fakat kulu yaratana ulaştırma görevi Hz. Peygamber’e verildiği için bu derde kimse çâre olamaz. Na’tin sonundaki “Gel, Niyâzî’nin varlık harfini feyzinin eliyle âlem levhasından sil” anlamını taşıyan beyiti, fenâ fi’r-Resûl mertebesinin sûfiyâne, şâirâne ve hakka’l-yakîn bir ifadesidir.

Fenâ fillâh makamında yaşadığı hâlleri ise şöyle anlatır: ‘Gönül Kâf’ının ankâsıyım, sırrın âşinasıyım. Düşüncelere sahibim, adım insan oldu’ mealindeki beyitte, Gönül Kâf’ından kasıt cem’ makamıdır, Ankâ ise cem’ makamından yani fenâ fillâhtan bekāya dönen, yanıp yok olmuşken küllerinden yeniden doğan âriftir. Böylece cem’ makamında kendisine bahşolunan hâller ile fark âlemine dönmüş ve bu hâller bâkî yani kalıcı olmuştur. Bunun sonucu olarak da adı gerçek mânâda insan olmuştur. Bu beyit fenâ fillâh makamının tanımı gibidir.

I. Uluslararası Lisansüstü Tasavvuf Araştırmaları Öğrenci Sempozyumu için yaptığımız çalışmamızda biz de Niyâzî-i Mısrî’nin bizzat yaşadığı bu hâlleri anlatışına tanık olarak, insanın ve aşkın döngüsünü inceledik. Gördük ki, önce aşk varmış, her şey bittiğinde de sadece aşk bâkî kalacak. Bu devrin başı da, sonu da, hareket ettiren gücü de sadece aşktır. Devrin iniş kavsinde başlangıç ilahî aşk iledir. Sonra yaratılış mertebeleri gereğince Hz. Peygamber gelir; daha sonra ise bu âlemde aşk mecâzlar ile zâhir olur. Böylece ilâhî aşk ile yaratılan insan, bu âlemde mecâzî aşklardan başlar, aşkın farklı aşamalarından ve hâllerinden geçerek tekrar özüne yani ilâhî aşka ulaşır. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı da bunu en hissedilir biçimde anlatan mükemmel bir kaynak,  insanın dünyadaki yolculuğuna dair sorularını cevaplayan muhteşem bir hazinedir. Allah’tan idrakine ermeyi niyâz ederiz.

Yararlanılan Kaynaklar

Ahmet Ögke, “Tasavvufta ‘Kenz-i Mahfi’ Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendi (960-1553)’nin ‘Küntü Kenzen Mahfiyyen’ Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:5, Sayı 12,( Ankara 2004).

Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü.(İstanbul: Anka Yayınevi, 2005). 5.bs.

Ferit Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugât, (Ankara: Aydın Kitabevi, 2008).

İlhan Kutluer, “Aşk-Felsefe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 4, (İstanbul 1991).

Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, (Ankara: Akçağ Yay. 1998).

Süleyman Uludağ, “Aşk” maddesi, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Marifet Yayınları, 1991).

Süleyman Uludağ, “Aşk-Tasavvuf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 4, (İstanbul 1991).

Süleyman Uludağ, “Sülûk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 38, s. 127-128, (İstanbul 2010).