Yazılar

“Keşke Kalemine İnseydi…”

Aysel Yüksel Hanımefendinin yazdığı “Sır Kâtibi” kitabında Sâmiha Ayverdi’den aktarılan “Dört duvar arasında oturup da ah vah etmenin, üzülmenin kimseye faydası olmaz; görülen aksaklıkları alâkalılara bildirmek, beğenilen hususlarda da gene alâkalıları teşvik etmek lâzım” cümlesi ve kendisinin sürekli gördüğü yanlışları yetkililere bildirdiğine dair verilen örnekler beni epey düşündürdü. Hatta askerî bir lisenin İngilizce eğitime geçmesi kararı hakkında yöneticilere yazdığı mektup, mektubu dikkate almayarak kararı uygulayan ve 9-10 sene sonra “yanlış bir uygulama” olduğunu fark edip eski sisteme geçen yetkililerin “Bu konuda iki mektup aldık. Eğer iki mektup daha gelse bu kararımızdan dönerdik” demeleri, yukarıda bahsettikleri gibi, yanlışlıkların yazılmasının ne kadar önemli olduğunu fark ettirdi bana.

Gördüğü bir yanlışlık karşısında “yüreğine indiğini” söyleyen birine, Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” demesi beni çok etkiledi. Bu satırları okuduktan bir-iki gün sonra Trabzon, Rize ve Kars’a ziyaretlerim oldu. Bu ziyaretler sırasında gördüklerim beni çok üzdü. Trabzon ve Rize’de doğal güzelliklerimizi hiç düşünmeden turist geliyor diye bozmamız, yolu yapılan ve ulaşılabilir kılınan doğal güzelliklerin etrafına hemen, hiç vakit kaybetmeden çarpık yapıların yapılması, tabela, menü, lokanta ve dükkân isimlerinin Arapça yazılması, kocaman Arapça yiyecek afişleri, renk renk ışıklarla bezenmiş otel ve market tabelaları, hayvanların otlaması gereken yaylaların otellerle ve devâsâ büyük salıncaklarla kaplanması, lokantalarda Arapça müzik çalınması ve bir Türk olarak kendi yurdunda buna muhatap olmak, üstelik temizlik ve çevre düzeni açısından karşılaşılan görüntüler sonucunda aklıma hemen Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” sözü geldi. İlerleyen günlerde Kars’a ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış Ani’ye de ziyerette bulunduk. Orada gördüğüm bakımsızlık, terkedilmişlik, unutulmuşluk, “bu şehir ülkeme mi ait?” dedirtti bana. Özellikle de Kars’ın ve sonrasında Ani’nin Ermenilerden alınması için harcanan onca emek sonucunda bu mu olmalıydı diye düşündürttü.

İstanbul’a döner dönmez, bunları nasıl yazmalıyım, hangi kanalı kullanmalıyım dedim kendi kendime. Yetkililere yazmadan ve onlardan bir cevap almadan, sanki şikâyet eder gibi sosyal medyadan paylaşmayı doğru bulmadım. Sâmiha Ayverdi böyle yapmazdı gibi geldi. Önce bir yazayım, yeterli ve gerekli cevabı alamazsam farklı yollara giderim diye düşündüm. Peki Sâmiha Ayverdi olsaydı nasıl yazardı, üslûbu nasıl olurdu, hangi kanalla mesajını iletirdi?

Rahmet Kapısı kitabında anlattığı üzere Sâmiha Ayverdi’nin Fatih’te kesilen ağaçlar yerine ağaç dikmesi sonucunda ağaçları söktüren yönetime karşı tutumu, diktirdiği ağaçların bir daha sökülmesi ve devamında aldığı aksiyonlar, beni üslûbu, naifliği, en önemlisi de ince zekâsı ve azmi konusunda çok düşündürmüştü. Aslında tam bir anne gibi… Yapılması gerekeni yapıp zararlı bir oyuncağı vs. ortadan kaldıran kendisi değilmiş gibi mutfağa giden bir anne…

Yazılarını, önerilerini, itirazlarını öyle yumuşak ama net ve kişiselleştirmekten uzak yazıyordu ki, mücadelesini öyle bir sükûnetle veriyordu ki, ara ara “Ben onun gibi yazamam, kızgınlığımı belli ederim ya da ters bir ifade kullanırım, çirkin bir durum oluşur, vazgeçeyim” bile dedim. Sonra “artık biliyor olma”nın, özellikle de O’nu seviyor ve izini takip ediyor olmanın bana bu mesuliyeti yüklediğini hissederek oturdum bilgisayarın başına… Tam o ara öğrendiğim CİMER’e yazma fikri işimi çok kolaylaştırdı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanlığına, Rize Belediye Başkanlığına, hem sitelerinden hem de CİMER üzerinden bu dört konuyu (Trabzon, Rize, Kars şehir merkezi ve Ani) yazdım, ilgili birimlere yönlendirdim. Bilgi, tecrübe, yetki ve sorumluluk sahibi olanların kendileri olduğunu, bu doğal güzelliklerin halkın bilinçsiz ve para hırsı ile târumar edilmesine izin vermeyeceklerine inandığımı belirttim. Şikâyet olarak değil, bir vatandaşın önerisi olarak değerlendirmelerini özellikle istedim. Üslûbuma çok dikkat etmeye çalıştım, konuyla ilgili değerlere vurgu yapmaya çalıştım. Ve her şeyi maddeler halinde sıraladım. Düşündüm ki, içlerinden birkaçı bile yapılsa kârdır.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan telefonla aranarak, Trabzon ve Rize ile ilgili talebimin alındığı, inceleneceği ve tarafıma dönüş yapılacağı konusunda bilgilendirildim. Bir süre sonra da CİMER’den Kars şehir içi ile ilgili cevap aldım. Aldığım cevap beni tatmin etmese de, yetkililerin kulağına biraz da olsa kar suyu kaçırmış olduğum umudundayım. Şimdi diğer konulardaki cevapları bekliyorum. Bu sırada her şeye bu gözle mi bakmaya başladım bilmem, bir olumsuz durum gördüğümde kime yazabiliriz, ne öneri ile gidebiliriz şeklinde düşünür buluyorum kendimi. Yazılabilenleri yazmaya çalışıyorum.

Sanki Sâmiha Ayverdi, sessizce izliyor beni , Onun izlerini düşe kalka takip edişimi…

Sevil

Meşkûre Sargut Hâtırasına

Efendim, Allah hepinizden râzı olsun.

Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün misyonu, Meşkûre Sargut’un 86 yıllık ömründe, hayal ettiği bir hakikati gerçekleştirdi. Farklılıkların bir araya gelişi, aslında farklılıkların olmayışı ve her yolun Allah’a giden bir yol olduğu ve gideceğimiz yerin bir olduğu mânâsını öğretti annem bize. Tasavvufun global bir lisan olduğunu, bütün ülkeleri, bütün dinleri, bütün yolları, bütün mezhep ve meşrepleri birleştiren yegâne yol olduğunu öğretti Hocam Ken’an Rifâî bize. Ve bu yolda en büyük çalışmayı -ben böyle diyorum, affınızı niyaz ediyorum ama- devrimci olduğuna inandığım -Peygamber’in de böyle olduğuna inanıyorum ben- bir hanımefendi yaptı: Sâmiha Ayverdi.

Kendisi bir kalıp içine girmeden, bir şekil oluşturmadan Allah yolunun inceliklerini mürid-mürşid ilişkisi içinde, gerek kitaplarıyla, gerek hayatıyla, gerek yaşantısıyla, her şekilde peygamber ahlâkıyla, yaşayan Kur’an olarak bize öğretti. Bu yolda, önemli olanın insan olmak, merd makamına ermek olduğunu, cinsiyetlerin önemi olmadığını bize öğretti. Bu, biz kadınlara ümit verdi. Yani bizim mutmainne mertebesine erebileceğimiz müjdesini verdi. Kendi hakikati ile bunu gösterdi.

Yaşantısıyla örnek bir anne ile yetiştik biz. Hayatımızda bir tek gün, annemi mutsuz ve huzursuz görmedik. Her hâdiseden memnun olma sanatını mürşidinden öğrenmişti. Şikâyet yok, dâima memnuniyet, şükür ve hamd vardı. Âfiyet için dua ederdi. Çocuklarımız burada iki sene master yapıyorlar, bazen üç seneye uzuyor bazen dört seneye uzuyor. Tasavvuf masterı yapıyorlar. Ama biz 86 yıllık ömründe, burada öğrenilenlerin hepsinin nasıl yaşandığını annemin hayatından öğrendik. Kendisi, Hocası Sâmiha Ayverdi için “Biz aynı mânâ yastığına baş koyan iki dostuz, mürid-mürşidiz.” derdi. Hocasının bayrağını ömrü boyunca taşıdı, “benim hocam Sâmiha Ayverdi” derdi. Başta Ken’an Rifâî Hazretleri, fakat bugün onun bayrağını Sâmiha Ayverdi taşıyor, derdi. Bize mürşid sevgisini öğretti. Mürşidin bir varlık olmadığını, ondan Allah’ın tecelli ettiğini öğretti. Ondan öğretenin, Kur’an ve Peygamber olduğunu gösterdi. Biz de bunu ömrünün her saniyesinde, Sâmiha Anne’nin şahsında gördük ve şâhit olduk.

Bugün hem annemi hem de onun mübârek hocasını anmanın zevkiyle ben mestim. Ben iman ediyorum ki, bir büyük, kendisi için konuşacakları, kendisi seçiyor. Bu yüzden, gelen ve bütün onun için konuşacaklara teşekkür ediyorum. Allah razı olsun, bu günler bakın ne kadar güzel birliklere sebebiyet veriyor. Büyük sultanlar teşrif ediyorlar. Onların hakikatlerinde çocuklar, öğrendikleri şeylerin nasıl tevâzuyla yaşandığını görüyorlar. Kendileri makam olarak çok yüksekken, burada bu tevâzuyla, bu edeple bize öğrendiklerinin yaşama şeklini gösteriyorlar. İşte böyle mürşidlerle yaşamanın verdiği zevkiyle, biz iki kardeş, bugünün hazırlanmasından çok mutlu olduğumuzu ve her sene bugünde annemin adı altında bir mübâreğin, bir başka yolun ama aynı mânânın yolcusunun anılacağının müjdesini size vermek istiyoruz.

Bütün gelenlere teşekkürler ediyoruz. Bu kalabalığı görmek de çok zevk. Ayrıca iki tane güzel haberimiz var. Birincisi, annem ile ilgili master yapan İlahe Hanım’a teşekkür ediyoruz. Hârikulâde bir tez hazırladı. Böylece annem burada bir program içinde master tezi olarak hazırlanıyor. Kitabı da basılacak inşallah. İkincisi, eğer Allah lûtfederse, 2020 Nisan’ında, Harvard Üniversitesi’nde bir Kenan er-Rifâî Sempozyumu yapılarak -üniversite talep etti- iki günlük bir çalışmayla hocamızın mânâsında, tasavvufun bütün dünyaya tesir eden, ne kadar önemli bir lisan olduğu birkaç panelle –iki gün sürecek- anılacak. Bu da bir mânâ olarak bize lûtuf olarak gelecek. İnşallah Allah sevgililerini dünyanın her yerinde anmayı ve İslâm Tasavvufunun güzelliğini, birleştiriciliğini, hoşgörüsünü, sevgisini, insanları ötekileştirmeden, “ötedeki teki” hâline getirişini, hep birlikte analım, sevelim sevilelim ve bu dünyadan zevk alalım.

Son olarak, Kenan Rifâî Hazretleri’nin yeni basılan kitabı Tuhfe-i Ken’an’dan bir cümle okumak istiyorum. Açtığım zaman bana gelen bir cümle: “Hastalık, mümine tesir etmez. Mümininin en güzel duâsı kendi için âfiyet dilemesidir.”

Allah hepimize maddî-manevî âfiyet versin inşallah. Teşekkürler ediyorum.

 

Not: 10 Şubat 2019 tarihinde Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile ortaklaşa olarak düzenlenen “Meşkûre Sargut Hâtırasına” Programı’nın “Sâmiha Ayverdi Paneli”nden önce yapılan açış konuşmasıdır.

“Meşkûre Sargut Hatırasına” Programı 2. Bölüm – Vefatının 20. Yılında Safer Efendi

“Meşkûre Sargut Hatırasına” Programı 10 Şubat 2019 Pazar

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile ortaklaşa olarak, 10 Şubat 2019 Pazar günü “Meşkûre Sargut Hatırasına” başlıklı program kapsamında Sâmiha Ayverdi konulu Panel ve Vefatının 20. Yılında Safer Efendi konulu anma programını düzenleyecektir.

Programın ikinci bölümü Vefatının 20. Yılında Safer Efendi başlığını taşıyor. Program saat 14.00’te Tuğrul İnançer tarafından yapılacak olan Safer Efendi konulu konuşma ile başlayacak, ardından Safer Efendi anısına Sami Özer tarafından hazırlanmış olan konser gerçekleştirilecek.

II. Bölüm

Vefatının 20. Yılında Safer Efendi 

10 Şubat 2019 Pazar

14.00-16.00

14.00 – 14.30    Konuşmacı 

Tuğrul İnançer

14.30 – 16.00    KONSER

Sami Özer

Sempozyum internet üzerinden canlı olarak izlenebilecektir.

Tarih: 10 Şubat 2019

Saat: 09.40 – 16.00

Yer: Üsküdar Üniversitesi, Nermin Tarhan Salonu

**Sempozyum canlı yayını, Nefes Yayınevi A. Ş. ve Üsküdar Üniversitesi tarafından gerçekleştirilmektedir.

“MEŞKÛRE SARGUT HATIRASINA” PROGRAMI 2.BÖLÜM – VEFATININ 20. YILINDA SAFER EFENDİ

“Meşkûre Sargut Hatırasına” Programı 1. Bölüm – Sâmiha Ayverdi Paneli

“Meşkûre Sargut Hatırasına” Programı 10 Şubat 2019 Pazar

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile ortaklaşa olarak, 10 Şubat 2019 Pazar günü “Meşkûre Sargut Hatırasına” başlıklı program kapsamında Sâmiha Ayverdi konulu Panel ve Vefatının 20. Yılında Safer Efendi konulu anma programını düzenleyecektir.

Programın, öğleden önce yapılacak olan birinci bölümünde Sâmiha Ayverdi Paneli yer alıyor. Panel saat 09.30’da başlayacak. Prof. Dr. Emine Yeniterzi yönetimindeki panelin konuşmacıları Doç. Dr. Zeyneb Çağlıyan İçener, Sadık Yalsızuçanlar ve İnci Palsay.

 1. Bölüm

Sâmiha Ayverdi Paneli

10 Şubat 2019 Pazar / 09.30-12.00

09.30 – 10.00      Açılış Konuşmaları

10.00 -12.00       Panel

Moderatör

Emine Yeniterzi

Konuşmacılar

Zeyneb Çağlıyan İçener

Sadık Yalsızuçanlar

İnci Palsay

Sempozyum internet üzerinden canlı olarak izlenebilecektir.

Tarih: 10 Şubat 2018

Saat: 09.40 – 16.00

Yer: Üsküdar Üniversitesi, Nermin Tarhan Salonu

**Sempozyum canlı yayını, Nefes Yayınevi A. Ş. ve Üsküdar Üniversitesi tarafından gerçekleştirilmektedir.

“MEŞKÛRE SARGUT HATIRASINA” PROGRAMI 1.BÖLÜM – SÂMİHA AYVERDİ PANELİ

 

“Anladım ki BenimYolum Bu Yol, Hedefim Şark”

Semanur Bal’ın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi
 

Annemarie Schimmel engin bilgisi ve objektif kişiliğiyle tasavvuf tarihine önemli katkılarda bulunmuş, Doğu ve Batı kültürünü en güzel şekilde hem hayatında hem de eserlerinde birleştirmiştir. Son yüzyılın en dikkat çekici şarkiyatçılarından olup çalışmaları tasavvuf literatürünün temel kaynaklarından sayılmaktadır. Bu yazıda 1954-1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmış olan Schimmel’in burada bulunduğu döneme dair kısa bir bakış sunmaya çalışacağız.

1922’de Almanya’da dünyaya gelmiş olan Schimmel, çocukluğundan itibaren okumaya olan merakını evlerindeki mütevâzı kütüphane ile gidermiştir. 7 yaşında okuduğu bir Şark masalı ile “yıldırım gibi çarpıldığını” belirterek, “Şark hedefimdi artık”[1] demiştir. Şark memleketlerine duyduğu merakla bu memleketlerin haritalarını alıp tetkik etmiş ve lisanlarını öğrenmek istemiştir.[2] 13 yaşına geldiğinde ise artık defterinde elle çizilmiş Türkiye haritası, coğrafî resimler, camiler, padişah portreleri, tezhip ve minyatür örnekleri bulunmaktadır.[3] Lise yılları boyunca Şark’a olan ilgisini okuduğu kitaplar ve öğrendiği lisanlar ile pekiştirmiş, üniversite eğitiminde kimya ve fizik bölümüne kaydolmuş, zorunlu derslerinden kalan zamanı şarkiyat dersleri ile doldurmuştur. Tam da bu yıllarda İkinci Dünya Savaşı başlamış ve bulunduğu bölge Sovyet kontrolüne geçince Schimmel de arkadaşları ile kamyonlara bindirilip Amerikalıların oluşturduğu gözaltı kampına, ardından Marburg’a nakledilmiştir. Bu zor dönemde Schimmel’in bavulunda iki kıyafetinin dışında doçentlik tezi, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin üç cildi, Serrac’ın Arapça Kitâbü’l-Luma’sı ve Goethe’ye ait Doğu-Batı Divânı bulunmaktadır. İlk doktorasını Berlin Üniversitesi’nde, ikinci doktora çalışmasını ise Marburg Üniversitesi’nde tamamlamıştır.

1952 yılında Arapça ve Farsça el yazmalarını incelemek ve araştırma yapmak amacıyla İstanbul’da iki ay kalmıştır. Onun için İstanbul, tasavvuf ve edebiyat kültürüyle iç içe ‘eşsiz bir şehir’ olmuştur.[4] Salı günleri Maçka Kahvesi’nde Behçet Necatigil, Salâh Birsel, Cahit Külebi, Haldun Taner, Samim Kocagöz gibi o dönemin önde gelen edebiyatçılarıyla buluşmasını ve şiir hakkında yapılan tartışmaları bulunmaz bir fırsat olarak görmüştür.[5] Çok geçmeden hayranı olduğu Yahya Kemal ile tanışmış, “Divan edebiyâtından, Osmanlı tarihinden ve problemlerinden bahsederken, nefesini tutarak onu dinlemiş”[6], Almanca’ya tercümesini yaptığı “Endülüs’te Raks” şiirini kendisine takdim etmiştir.[7] Dostlarının teşvikiyle, İstanbul, Yeditepe ve Hayat dergilerinde Cemile Kıratlı imzasıyla denemeler yazmaya başlamış ve kendisine Annemarie diyenlere cevaben “İsmim Cemile’dir, bana Annemarie diye hitap etmeyin” [8] demiştir.

Schimmel 1954’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi Kürsüsü Profesörü olarak göreve başlamış ve fakültede bu kürsünün kurulmasına öncülük etmiştir.[11] Burada beş yıl Dinler Tarihi dersi vermiş ve bu ders notlarının derlenmesi ile ‘Dinler Tarihine Giriş’ adlı bir ders kitabı hazırlamıştır. Nezihe Araz bu vazifenin başlaması ile ilgili olarak “Cemile, bir insanın arzulayabilme kudretinin bütünü ile bir tek şey arzuluyordu: Türk üniversitelerinden birinde vazife almak! Böyle bir vazife almasaydı bile, onun arzusunun şiddeti bu vazifeyi icad ve ihdas edebilirdi.”[12] demiştir. Bir yandan derslerini en mükemmel derecede verebilmek için uğraşırken, diğer yandan aralıksız olarak çeviri yapmış ve makaleler yazmıştır. “Çocuklarım” dediği makalelerini Ayverdi’ye göndermeyi ihmal etmemiştir.[13]

Schimmel, bu dönemde pek çok ilahiyatçı yetiştirdiği gibi, kendisinin İslâm hakkındaki kanaatinin de bu çevrede ve öğrencilerinin etkisinde şekillendiğini bizzat dile getirmiştir.[14] Bir röportajında Müslüman talebeleri ile karşılıklı bir verim ortamı bulunduğunu belirtirken en mühim noktanın bu olduğunu vurgulamış ve sözlerini “İlginç olanı, Müslümanların bizden daha iyi Hristiyanlığı bilmeleridir! Bu bizi, Müslüman ve Hristiyanların hangi noktada müşterek değerler taşıdığına götürecektir. Pek tabii bununla beraber farklılıkların da görmezlikten gelinmesi doğru değildir.” diyerek tamamlamıştır.

Schimmel, velûd bir yazar olmanın bütün özelliklerini taşımaktadır. Bildiği onyedi dilden sekizi ile tercümeler yapmış ve Batı’da hâkim olan, İslâm dini ve Doğu’ya ait eksik ve hatâlı bilgileri, bizzat ilk kaynaklardan edindiği ve aslına mutâbık bilgilerle düzeltmiştir. Sunduğu tebliğlerle Doğu’yu Batı’ya, Batı’yı Doğu’ya tanıtan yazılar yazmıştır.[15] Ayverdi bu vazife için “Zira sen ne yalnız Almanya’nın ne de Türkiye’nin malısın. Sen insanlığa mal olmuş anonim bir irfan âbidesisin.”[16] demiştir.

İnsanın yaradılış gayesinin kendi hakikatine erişmesi olmasından yola çıkarak, Schimmel’in o zamana dek sahip olduğu ilmi Türkiye’de yaşama ve zevk etme fırsatı bulduğunu ve mektuplarından anlaşıldığı üzere Ayverdi ile âdetâ bir mürid-mürşid yakîn ilişkisi içinde bu ilmin hakikatine müdrik olduğunu görüyoruz. Kur’an sesi ile kendinden geçme isteğini, Şark âhenklerine, mûsıkîsine, sanatına gark olma talebine binâen Garb’a ait şeylerin kendisine garip geldiğini[17] belirttiğinde Ayverdi’nin “Senin için tefrih (kuluçka) devresi artık bitti. İnkişaf (aşikâr olma) ve kemal çağı başladı.”[18] demesinden, kendisinin içinde bulunduğu seyr-i sülûku izleyebiliyoruz. Schimmel’in mektubundaki “Senin iyi bir müridin miyim?”[19] sorusu ile bu yolculuktaki teslimiyetini ve “hissen ve hayalen hep sizinle alışverişteyim”[20] sözleri ile aradaki râbıtayı gözlemlemek mümkündür.

Sonuç olarak, Schimmel’in ömrünü İslâm’ı anlamaya–anlatmaya ve yaşamaya adadığını, bu sûretle de Batılı dinleyiciyi hiç tanımadığı, tehlikeli mistik bir lâbirentten emin adımlarla geçirerek hakikat bahrine ulaştırdığını söyleyebiliriz.[21]

[1] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 21

[2] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 219.

[3] a.g.e., s. 223.

[4] Şule Bilman, “Ukbaya Kayan Yıldız: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Ankara, 2003, Yıl:4. Sayı:11,  s. 501.

[5] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[6] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[7] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 156.

[8] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[9] Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya, (çev. Ömer Enis Akbulut), Sufi Yayınları, İstanbul, 2017, s. 132.

[10] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 31.

[11] Senail Özkan, “Annemarie Schimmel”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Türk Diyanet Vakfı, C: 36, s. 229.

[12] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 224.

[13] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 26.

[14] Senail Özkan, “Vefeyât”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2003, s. 159.

[15] Mustafa Kara, “Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya Bakan Bir Alim Prof. Dr. Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, Yıl: 4. Sayı: 11, s. 489.

[16] Samiha U. Ataman, Didem Havlioğlu, Samiha Ayverdi, Annemarie Schimmel Mektuplar 2, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2015, s. 62.

[17] a.g.e., s. 118

[18] a.g.e., s. 120

[19] a.g.e., s.158

[20] a.g.e., s. 39

[21] Senail Özkan, “Sufi Arayan Sufi: Annemarie Schimmel”, Tasavvuf Dergisi, 2003, Yıl: 4, sayı: 11, s. 517.

 

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) ve Tasavvuf Kültürü

Deniz Mater’in 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi

Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) 1966 yılında Türk Ev Kadınları adı ile mutasavvıf-yazar Sâmiha Ayverdi’nin fikrî önderliğinde, Sabahat Gülây’ın başkanlığında kurulmuştur. Kuruluş gayesi tüzüğünde “millî varlığın korunması ve geliştirilmesinde kadının büyük mesuliyetine uygun çalışmalar yapmak” olarak geçer. Dernek, kültür, eğitim ve sosyal alanlarda faaliyet göstermektedir. Genel merkezi Ankara’dadır. Ayrıca İstanbul, Bursa, Isparta, Kütahya, Konya, Manisa, Gaziantep ve Antalya’da da şubeleri bulunmaktadır.

Faaliyetlerine 1966’da millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde durarak ve kültür programları düzenleyerek başlayan dernek daha sonra Türk Kadınları Kültür Derneği adını almış ve kamu yararına çalışan dernek statüsünü kazanmıştır. Kısa adı TÜRKKAD olarak tescil edilen dernek, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma ve Osmanlıca kursları organize etmiştir. Millî ve mânevî değerlerimizle geçmişte iç içe olan tasavvuf anlayışının ürettiği kültüre eğilen TÜRKKAD, zamanla ülkemizde ve dünyada tasavvuf alanında akademik çalışmaları destekleyen bir sivil toplum kuruluşu (STK) haline gelmiş, Amerika’da North Carolina Üniversitesi, Çin’de Pekin Üniversitesi, Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde ve İstanbul’da Üsküdar Üniversitesi’nde İslâm ve tasavvuf araştırmaları ile ilgili kürsülerin oluşumuna katkıda bulunmuştur.

Tasavvuf Kültürü: Anadolu İrfanı

Bu yazıda TÜRKKAD’ı kuran irâde, tasavvuf kültürü açısından incelenmektedir. Tasavvuf kültürü ise kısaca tasavvufun yaşandığı bireylerce, onların târihî buluşma mekânlarında üretilmiş ve kazanılmış kültür olarak tanımlanabilir.

Sâmiha Ayverdi’nin eserlerindeki tasavvuf kültürünü incelediğimizde, karşımıza kendi deyimiyle ‘millî kimliğin sınır bekçisi olan dil, din, tarih, sanat ve her çeşit kültür sahası’[1] çıkmaktadır. Ayverdi aileye ve toplumda kadının yerine sıkça değinir. Ona göre gelenek ve töremiz içinde aile, toplumun en küçük ama en sözü geçen birimidir. Toplum hayatında dikkat çektiği hususlardan bir başka konu ise “millet olarak iç­timaî hassasiyet ve basiretimizin âbideleşmiş delille­rinden biri olan vakıflar”[2] ve millet olarak hayırseverliktir.

Tüm bu görüş ve düşüncelerin TÜRKKAD’a mayasını verdiği düşünülürse de burada üzerinde özellikle durulacak olan “Allah kelimesinin yüceltilmesi” anlamına gelen ‘Îlâ-yı Kelimetullah’dır. Ayverdi bunu şöyle ifade eder: “Bu anlayışın özünde her şeyden önce insanın kendi iç dünyasını düzene koyması, süflî hırs ve heveslerden kendini temizlemesi, benlik dâvâsından kurtulması, mânâsını zenginleştirmesi, dünyaya geliş sebebini idrak etmesi, kendisi ile barışık olması, güzel ahlâk sahibi örnek bir insan olarak yaşaması, rûhen sağlama basacak mânevî kemâle varması, bu ölçüler içerisinde şahsiyetini vatan toprağı sevdası, devlete hizmet aşkı, millî kültüre ve tarihe sahip çıkma şuur ve idraki ile bütünleşmiş olması düşüncesi ve fikriyâtı vardır.” [3]

Sâmiha Ayverdi’ye göre Îlâ-yı Kelimetullah olan anlayışta tevhidin dünyaya yayılması sözkonusudur. Tevhid, tasavvufta Allah’ın birliğine inanma olarak tanımlanır.[4] Tevhidi yaşamak ise, çoklukta birliği görmek, farklılıkları kabul ederek hoş görmektir. Ayverdi “Sadece İslâm ümmetleri değil tüm topluluklar tevhid anlayışını temel prensip alıp bu tercihi düşünce ve davranışlarında ön plana çıkarırlarsa zaten kendiliğinden birbirine destek, yardımcı, yumuşak, doğru ve saygılı olurlar.”[5] der.

TÜRKKAD’ın Gayesi: Birleştiricilik (Tevhid)

Madde ve mânâ kuşun iki kanadıdır diyen Ayverdi, birini kaybedenin öteki ile uçamadan sadece yerinde çırpınacağını belirtir.[6] Onun liderliğinde oluşan bir sivil toplum kuruluşu olan TÜRKKAD’ın da kuruluşundan beri mânâ kanadı İslâm tasavvufudur. İdeali ve amacı tasavvufun tevhid akîdesidir yani ‘birleştiricilik’tir

TÜRKKAD’ın tevhid anlayışı ile ‘birleştirici’ gayesine şu örnekler verilebilir:

  • Kuruluşundan itibaren TÜRKKAD aileyi ve toplumu ‘birleştirici’ olması sebebi ile kadına ve kadının eğitimine odaklanmıştır. Türk millî varlığının korunması ve geliştirilmesi için millî şahsiyeti oluşturan değerler üzerinde duran eğitim ve kültür programları düzenlemiş, konferanslar, paneller tertiplemiş, kültür, tarih, geleneksel sanatlar, mûsikî, güzel ve doğru Türkçe konuşma kursları açmıştır. Böylece millî hâfıza ile nesilleri ‘birleştirici’ bir rol de üstlenmiştir.
  • İstanbul Şubesi Başkanı Cemâlnur Sargut’un liderliğinde TÜRKKAD tasavvuf alanında akademik çalışmaları desteklemiş, Amerika, Çin, Japonya ve Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsü ve enstitüleri kurmuştur. TÜRKKAD Amerika’daki ilk kürsünün ardından, Çin’de ve Japonya’da Türkiye ile bağlantılı olarak aslında İslâm ve tasavvufta düşünce üretiminde Avrupa merkezli, oryantalist düşünce yapısını aşan bir paradigma getirmiş[7] bir bakıma Doğu ile Batı’yı birleştirmiştir.
  • TÜRKKAD tasavvuf alanında ulusal ve uluslararası çapta konferans ve sempozyumlar düzenleyerek toplumun her alanından katılımcıyı; akademisyenleri, çalışan, ev hanımı, emekli, kadın, erkek, genç, yaşlı farklı meslek gruplarından, ekonomik sınıflardan ve hatta değişik politik tercihlerden pek çok insanı bir araya getirmektedir.
  • TÜRKKAD, Mesnevî dersleri veya kültür programları gibi eğitimlerle de Türkiye’nin pek çok köşesinde yerel toplumu ‘birleştirici’ faaliyetler sürdürmektedirler.
  • TÜRKKAD’ın oluşturduğu ortam ve kurduğu merkezlerden yayılan tasavvuf eğitimi insanın iç dünyasında ‘birlik’ için fırsat yaratır. Ayverdi’nin Îlâ-yı Kelimetullah gayesinde belirttiği gibi insan önce kendi içinde birliği yakalayarak halka hizmete soyunabilir. İçte birliğin sağlanması için, insan kendini affetmeyi, sevmeyi, kendinden önce başkasını düşünmeyi, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamayı öğrenir. Halka hizmet vesilesiyle de kendi meseleleri ile uğraşmaktan çok, başkasına hizmetle kendini bile unutup kendindeki birliği sağlar.[8]

TÜRKKAD, tasavvuf terbiyesi ile yetişen liderler, çalışanlar ve gönüllüler için hem bir kişisel gelişim ocağı hem de “Hakk’a hizmet halka hizmettir” prensibiyle topluma hizmet etmeleri için bir çatı oluşturmuştur.

TÜRKKAD’ın ektiği tohumlar gönül bahçelerini baharda tutsun, kalplerde papatyalar, ihlâs yaseminleri, Hakîkat-i Muhammedîye gülleri,  tevhid lâleleri bezenmeye devam etsin.

[1] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 89.

[2] a.g.e. s. 244.

[3] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23,2002), s. 595.

[4] Kubbealtı http://www.lugatim.com/s/TEVHİD

[5] Sâmiha Ayverdi, O da Bana Kalsın, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı-183, 2014), s. 148.

[6] İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı-23, 2002), s. 237.

[7] Cemil Aydın, Söyleşi 1st International Symposium of Kenan Rifai Center, Kyoto  http://kerimvakfi.org/vakfin-calismasi/1-uluslararasi-kenan-rifai-tasavvuf-arastirmalari-merkezi-sempozyumu-kyoto-universitesi/  Erişim Tarihi: 17 Aralık 2017.

[8] Cemalnur Sargut, Söyleşi, Tarih: Ocak 2018.

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – II

Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başladığımızı geçen sayımızda belirtmiştik. Bu sayımızda sözkonusu özetin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

***

Osmanlı Hükümeti 1914’te Cihan Harbi’ne girdi ve seferberlik ilân edildi. Aynı gün -21 Temmuz 1914- Taşnaksutyun ve diğer komitelerin yaptıkları fevkalâde toplantı sonunda taşra şubelerine şu tâlimat gönderildi:

“Rus ordusu hududdan ilerler ve Osmanlı askeri çekilir ise, her tarafına birden eldeki vesâit ile kıyam olunacak, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve beylik müesseseler bombalarla berhavâ edilecek, yakılacak, hükümet kuvvetleri işgal olunacak, levâzım kafilelerine baskın yapılacaktır. Aksine, Osmanlı ordusu ilerler ise, Ermeni askerleri silâhlarıyla Ruslara iltihak edecek ve kıtalarından firarla çeteler teşkil edileceklerdir.”

Bu bir başlangıçtır, ama bundan sonraki tüm gelişmeler bu minval üzere olmuştur. Bu arada, Fransa, İngiltere, Ermenileri kışkırtmalarını daha da arttırmışlardır. Taşnaksutyun’un faaliyeti, Çarlık Rusyası için, Türk Ermenistanı’nın işgaline efkâr-ı umumiyyeyi hazırlamaya mâtuftu. Beynelmilel vaziyet ve Çarlık Rusya’nın temâyülü hiçbir zaman Ermenistan muhtâriyetini vücûda getirmek değildi.

Seferberlik ilân edilmişti. Meşrûtî idârenin bütün nimetlerinden istifâde eden, daha evvel isyanlarda elebaşılık yapmış sergerdeleri Meclis-i Mebûsan’da mebus olarak bulunduran Ermenilerin de harbe iştirak etmesi icâp ediyordu. Ama komiteler ve rûhânî reisler, ırkdaşlarına kat’iyen harbe girmemelerini söylüyorlardı. Birçoğu bu emre uydu. Komiteler harbe gidenlerin silâhlarıyla beraber kaçmalarını emretmişti. Emir harfiyen yerine getirildi. Türk ordularından kaçırdıkları silâhları, Türkleri öldürmek için kullandılar. Osmanlı Devleti karşısında savaşan İtilâf Devletleri, Ermenileri ileri karakol olarak kullanmaya başladılar.

Taşnaksutyun Komitesi 1910 yılında Kopenhag’da yapılan Sosyalistler Kongresi’nde verdikleri muhtırada, Türkiye’deki faaliyetlerini şöyle özetler:

“1908 senesine kadar komitemizin Türkiye’deki faaliyet ve icraatı gizli ve gece olurdu. Silâh talimleri daima gece icrâ edilirdi. Faaliyetimiz tamamıyla ihtilâlî ve siyâsî bir mâhiyeti hâizdi. Aynı faaliyete bugün Memâlik-i Osmaniye’deki merkezlerimizde devam ediyoruz. Yalnız şu fark var ki, bunlar şimdi âşikâr ve gündüzleyin oluyor.”

Gönüllü olarak Rus ordusunda çarpışan Ermenilerin hâricinde kalanlar da Türk ordusunu içeriden hançerlediler. Ermeniler İtilâf Devletleri’ne casusluk yapıyorlardı. Ama bu, İtilâf Devletleri için kâfî değildi. Arkada ailesini, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini bırakıp cepheye giden Türk askerinin cepheden kaçması veya düşmanla iyi savaşamaması için geride bıraktıklarından emin olmaması lâzımdı.

Gene 1914-1918 Harbini müteakip Fransızlar Hatay’a girdikleri zaman, Ermeni çetecilerini silâhlandırıp eli-kolu bağlı müdâfaasız Türk halkını genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayırmadan katliama tâbî tutmaları ne hazindir. Fakat daha da hazini, her zaman olduğu gibi, Garb’ın öldürenleri mazlum, ölenleri zâlim kabul ve ilân etmesidir.

Ermeni milleti o kadar kan dökücü ve gözünü kıpmadan cinâyet işlemeye elverişli bir iç bünyeye sahiptir ki, Gregoryenlerin bir Katolik Ermeni rahibini kaçırıp, mezhebinden dolayı işkence ile öldürdükleri mâlûmdur.

1914-1918 Harbi ile beraber, Türk orduları, birçok cephede çarpışma vaziyetine girmiştir. İşte böyle bir zamanda Ermeniler, İtilâf Devletleri’nin işlerini kolaylaştırmak için II. Meşrutiyet’ten bu yana yapılan hazırlıkları süratlendirmeye başladılar. Ellerinde bol miktarda silâh, bomba vs. bulunuyordu. Karşılarında da harb eden bir devletin, iç güvenlik için tutabildiği az sayıda asker ve asıl mühimi, kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar vardı. Ermeniler için kahramanlık gösterme yolunda bundan büyük fırsat mı olurdu? Neticede Zeytun (Kahramanmaraş), Kayseri, Bitlis, Erzurum, Ma’murâtü’l-Aziz (bugünkü Elazığ), Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Yozgat, Van, İzmit, Adapazarı, Hüdâvendigâr (Bursa), Adana, Halep ve İzmir vilâyetlerinde, II. Meşrutiyet’ten evvelki isyanlara ilâveten bir de sabotaj hareketlerine girişildi. Gönüllü Ermeni birlikleri teşkil edilmişti. Bunlar, Rus ordusu saflarında Türklere karşı savaştırılıyordu. Daha evvel İngiltere’ye, Amerika’ya ve Rusya’ya gönderilmiş Ermeniler, bilhassa Kayseri ve Sivas’ta bomba imâl ediyorlardı. Çeteler tarafından öldürülen askerlerin ve Müslüman ahâlinin cesetleri parça parça ediliyor, gözleri oyuluyor ve akla hayâle gelmedik vahşetler yapılıyordu.

Cephede savaşan askerin içerilerine kadar sokulan Ermeniler ve bilhassa kilise mensupları, İtilâf Devletleri ve bilhassa Rusya hesabına casusluk yapıyorlardı. Meselâ Ma’murâtu’l-Aziz vilâyetinde İngiliz Konsoloshanesi’nde tercüman olan bir Ermeni, Onbirinci Kolordu hakkında bizzat dolaşarak topladığı mâlûmatla beraber yakalanmıştı. Burada bir parantez açıp İngiliz, Rus, Fransız gibi bütün ecnebi sefârethane ve konsoloshanelerindeki çeşitli hizmetlerin Ermeniler tarafından görüldüğünü ifâde edelim.

Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcında harbe girememiş olan Amerika’yı tahrik ederek harbe sokmak için, Amerikan Koleji muallimlerinden Mr. Herborg’u Suşehri’nde öldürmüşlerdi. Bu cinayetin Türkler tarafından yapıldığı hakkında propaganda yapılmış ise de, Amerikan Konsolos Vekili Mr. Kek’in iştirakiyle kurulan komisyon, cinayetin Ermeniler tarafından ve zikredilen maksada mebni yapıldığını tespit etmiştir.

Van hududunda Türkler, Ruslarla muhârebe ederken, içerdeki Ermeniler orduyu arkadan vurarak şehrin düşmesini sağlamışlardı.

Hükümet, memleketin en buhranlı zamanında bunu kaçırılmaz bir fırsat bilerek hayatımıza kasteden askere, jandarmaya, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara karşı en müthiş cinayetleri irtikab eden, casusluk ve sabotaj yapan komitelere ait şubelerin derhal kapatılarak üyelerinin dağıtılmasına, nihayet 11 Nisan 1331’de (1915) karar verdi. Çıkarılan kanun:

“Madde 1- Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, ahâli tarafından herhangi bir kuvvetle hükümet emirlerine, memleket müdafaasına ve asâyişin muhâfazasına taalluk eden icraat ve tertibâta karşı muhâlefet ve silâhlı tecâvüz, mukavemet görürlerse, derhal askerî kuvvetle şiddetli surette bunları cezalandırmaya, yapılan tecâvüz ve mukavemeti esâsından imhâ etmeye mezun ve mecburdur.

Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, askerî sırları ifşâ veya casusluk ve hıyânetlerini öğrendiklerini köylerde ve kasabalarda meskûn kimseleri teker teker veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân edebilirler.

Madde 3- İşbu kanun neşir tarihinden muteberdir.”

14 Mayıs 1331 (1915)

Ermenilerin bulundukları yerden başka bir yere nakledilmeleri, bir devlet güvenliği zarûreti olarak tecelli etmiştir. Zira Ermeniler, orduyu arkadan vurmuşlar, erkeksiz kalan kadınlara, babasız kalan çocuklara tasallut etmişler, askerî manevraları ve ordunun vaziyetini İtilâf Devletlerine raporlar halinde bildirmişlerdir.

Ermeni komiteleri gene de çeteler hâlinde faaliyetlerine devam ettiler. Öyle ki, güvenlik kuvvetlerinin nezâretinde bir yerden başka bir yere nakledilen kafilelere hücum ederek, hem jandarmaları katlettiler, hem de kendi ırkdaşlarını yollarda perişan eylediler. Ayrıca nakledilen Ermeniler, ayrıldıkları yerleri ateşe vererek, büyük zararlara sebep olmaktan da geri kalmadılar. Bu nevî müdahale ve hıyânetler olmasaydı, nakil işleminin sâkin ve rahat geçeceği muhakkaktı.

Ermeni komiteleri, sahte ve uydurma isimlerle Avrupa gazetelerinde makaleler yazıyorlar, beyannâmeler neşrediyorlar ve durmaksızın katliamdan bahsettiriyorlardı. İngilizler öteden beri Ermenileri şarkta siyâsî menfaatleri için bir âlet olarak kullanmışlar, bunları siyâsî memurları, misyonerleri vâsıtasıyla kendi menfaatleri uğrunda felâketten felâkete sürüklemişlerdi. Fakat şu son teşebbüsleri, harb ettikleri devleti içten yıkmak gayesini güdüyordu.

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – I

Bu sayımızdan itibaren Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başlıyoruz. Bu vesileyle Sertaç Karaağaoğlu’na teşekkür ederiz.

***

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINA KADAR ERMENİ MESELESİ

Hangi idrak ve iz’an kabul eder ki, bir devlet bir kavmi dokuz yüz sene himâyesinde bulunduracak ve dokuz yüzüncü sene, üstelik zayıf olduğu bir dönemde, o kavmi yok etmek isteyecek. Eğer Türk Devleti hâmi ve efendi millet şahsiyetine sahip olmasaydı, evvelce de belirttiğimiz gibi, bugün yeryüzünde değil Ermeni, bir Bulgar, bir Yunan, bir Sırp kavmi mevcut bulunmazdı.

Trabzon’daki İngiliz Konsolosu, Osmanlı Devleti nezdindeki İngiliz sefiri Sir Philip Currie’ye 28 Ekim 1895’te verdiği raporda şu itirafta bulunmaktadır:

“Hınçaklılar, hareketleri dışarıdan idâre ediyorlar, kendileri tamamıyla emniyet içinde bulundukları halde Türkiye’deki ırkdaşlarının hayatlarını altüst ediyorlar, maksatları, İslâmları Hristiyanlara karşı tahrik etmek ve katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktır. Bütün dünyaca mâlûm olmalıdır ki, bu teşkilâtın anarşik bir karakteri vardır.”

Avusturya Konsolosu, hükümetine verdiği raporda aynen şunları yazmıştır:

“Türklerin Ermenilere zulmetmekte oldukları yaygaraları yalandır. Türk hükümeti Ermenilere hiçbir kötülük yapmıyor. Belki hükümetin kayıtsızlığından faydalanan Ermeniler ihtilâller hazırlıyor, dağlara çeteler çıkarıyor, Türkler ise ancak bu çetelerin takibine ve ihtilalleri bastırmaya koşuyorlar.”

Bir zamanlar İngilizlerin, yakın devirlerde de Amerika’nın sempatilerine kulak veren Ermeni kavmine Ruslar asla güvenmemiş, rüzgâra tâbi bir fırıldak gibi kâh o tarafa kâh bu tarafa dönen bu kavmi, işlerine geldiği gibi kullanmış, gene işi ve menfaatleri icap ettikçe de ezmiş ve ezmekte devam etmişlerdir. Rusların Ermenilere karşı bu yok etme politikası Türkiye’deki Ermenileri kullanma yörüngesine göre şekil değiştirmiştir. Ve işin hazin tarafı da Rusların Kafkasya’daki Ermenileri satın almış olmalarına rağmen, onlara gaddarca davranmış bulunmalarıdır. Meselâ 1906 senesinde, bütün Rusya’da Ermenilere fevkalâde mezâlim icra edilmiş, Ruslaştırma siyaseti bilhassa Kafkasya’da Ermenilerle meskûn havâlide şiddetle tatbik olunmuştur. 21 Haziran 1903’te çarın fermanıyla Gregoryan Ermeni Kilisesi’nin emlâkına el konulmuş, bütün Ermeni mektepleri Rusça tedrisat yapmaya mecbur tutulmuştur.

1905’te Ruslar Ermenilerin meskûn olduğu 148 köyle 476 aileyi mahvettiler. 3000 de sürgüne gönderildi. Halbuki bu sıralarda Osmanlı Devleti’nin zindanlarında siyâsî mahpus bile yoktur. Rusya’da ise hiçbir hapishanede boş yer bulunmamaktadır. Kafkas Ermenisi Taşnaksaganlar hapisten, işkenceden, sürülmekten, Sibirya’dan kurtulmak için İstanbul’a Osmanlı memleketine ilticâ ediyorlardı.

Viscomte R. des Coursons:

“Âsiler İngiltere’den gelmiş mükerrer ateşli silahlarla her şeyi yapmışlar, yangın, kıtal … Tahkikat heyeti, Osmanlı Hükümeti’nin âsilere karşı asker göndermekle en meşru hakkını istimâl etmiş olduğunu tespit etmiştir. Âsiler, Anduk Dağlarındakilerle birlikte, çeteler teşkil ettiler. Bu çetelerde civardaki aşiretlerde korkunç kıtaller, yağmalar yaptılar. Ömer Ağa’nın yeğenini diri diri yaktılar. Güllü-Güzan köyünden üç-dört saat ötede İslâm kadınlarına tecâvüz ettiler, bunları boğazladılar. Birçok Müslümanlar, gözleri oyularak, kulakları kesilerek, en müthiş ve alçakçasına hareketlere mâruz bulundurularak Hristiyanlığı kabûle ve haç öpmeye icbar edildiler. Türkler tarafından ise, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, ahkâm-ı İslâmiye ve beşeriyettin emrettiği surette muamele olunmuştur. Ölen âsiler, teslim olmayı kabul etmeyen ve memleketin kanûnî ve meşrû hâkimiyetine karşı mücadeleyi tercih edenlerdi.”

General Mayevski:

“1895’te Van İhtilâlcileri, Avrupa’nın Ermeni meselesine dikkatlerini celbetmek için çalıştılar. Ermeni zenginlerinden para istediler ve bunları ölümle tehdit ettiler. Bu müddet zarfında Van Ermeni Komitesi’nin emriyle siyâsî cinayetler yapıldı.”

1895-1897 yılları arasında Kafkasya ve İran yoluyla Rus ordusunda da tâlim görmüş komiteci Ermeniler Sasun’a yerleştiler. 1898’de Taşnaksutyun Çetesi isyan için karar vererek, külliyetli miktarda silâh, mühimmat temin edildi. 1903 yılı sonuna kadar parça parça devam eden anarşik hareketler bundan sonra şiddetlendi. Birçok Müslüman, kolları, bacakları, burunları, kulakları kesildikten sonra ateşte yakılarak katledildi.

Taşnaksutyun Komitesi, İstanbul ve İzmir’de çeşitli suikastlar tertip edilmesine karar verir. Bu karara dayanarak Türk hükümdarı II. Abdülhamit Han katledilecektir. Belçika’dan husûsî surette getirilmiş bir arabanın içine yerleştirilen bomba, padişahın camiden çıkacağı dakikalar hesaplanarak ona göre uyarlanmış, fakat padişah, mûtad dışı olarak, birkaç dakika şeyhülislâm ile konuşup muayyen saati geçirdiğinden, saatli bomba padişah gelmeden birden patlayarak maksat tahakkuk etmemişse de, pek çok masum insan canından olmuştur. Bu suikastte vazife alan bütün Ermeniler tespit edilmiştir. Fakat efendi ve hâmî milletin sultanı, dünya tarihinde belki ilk defa canına kastedenleri affetmiştir.

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINDAN SONRA ERMENİ MESELESİ

1908 Meşrutiyetinin ilânından sonra Avrupa’da faaliyet gösteren Ermeni komitecileri, siyâsî cürüm mahkûmları, firârîler, serseriler pâyitahta doldular. Hükümet, Ermeni ileri gelenlerine devlet hizmetinde mühim vazifeler verdi. Ermenilerin dinî merâsimlerinde hükümet erkânı da hazır bulunuyordu. Ermeni hayır müesseseleri için verilen müsâmere ve konserleri, memleketin yüksek simâları himâyelerine alıyorlardı.

Komiteler mekteplere de el attılar; ayrıca kütüphane, kulüp vs. gibi vâsıtalara da müracaatla, ihtilâl fikirlerini yeniden ekmeye başladılar. Kütüphanelerde okutulan kitaplar, Cenevre’de komite tarafından tab ediliyordu. Türkleri tezyif ve tahkir eden bu eserler, Rusya’da yazılıyordu ve Rus parasıyla neşrettiriliyordu. Çünkü Rusların daha oyuncağa ihtiyaçları vardı.

Erzurum, Kayseri, Diyarbakır ve Van’dan husûsî adamlar seçilerek bomba yapmayı öğrenmeleri için Rusya ve Amerika’ya gönderildiler. Komitenin menfur neşriyatı hemen hemen Ermeni kavminin her ferdine ulaştırılıyordu. Bunlarda da halkı tahrik etmek için utanmadan Ermeni katliamından bahsediliyordu. Rusya’dan kaçan birçok komiteci Türkiye’ye sığınmış, efendi ve hâmi millet olan Türkler topraklarına sığınan bu mültecilere hüsn-ü kabul göstermiştir. Fakat aynı sığıntılar, sonrada Türk Devleti’nin başına belâ kesilmişlerdir.

Bu derece müsâmaha, asla Türk devletinin aczinden değildir. En kritik zamanlarında dahî, Türk Devleti, Ermeninin vahşi isyanlarını, babanın çocuğunu kıskıvrak yakalayıp okşaması yolu ile yatıştırma cihetine gitmiştir.

Hınçak reislerinden Sabah Külyan “Müstakil Ermenistan” gazetesinde şunları yazıyordu:

“Bir aralık, Türklerin lâkaydîsinden istifâde ederek bütün ahâliyi silâhlandırmaya karar verdik. Bu maksatla merkezlerde silâh mağazaları açmak ve yarı fiyatla ve hatta meccânen ahâlinin her tabakasına silâh tedârik etmeyi kararlaştırdık.”

Kafkas Ermeni komitecilerinden Tonvan ismindeki şahıs, 1910’da komite tarafından gizlice tab ettirilen “Müdaafa-i Şahsiye için Tâlimât” isimli bir eser yazdı. Bu eser bütün Ermenilere dağıtılmıştır. Bu kitapta silâh tedârikinden baskına varıncaya kadar bütün ihtilâl programı verilmiştir. ‘Köylere Hücum İçin’ başlığı altında Türk köylerine nasıl baskın yapılacağı, halka nasıl zulmedileceğini anlatan maddeler Anadolu’daki bütün Ermeni isyanlarında uygulanmış, köyler ve kasabalar yakılmış, Müslüman ahâli perişan edilmiştir. Balkan Harbi Ermenilerden mürekkep bir çete ile Rumeli’de Edirne, Keşan, Malkara ve Tekirdağ’da bîçâre, âciz Müslüman kadın ve çocukları boğazlıyor, çocukları ve ihtiyarları camilere doldurarak diri diri yakıyordu.

Ermeniler Rus murakebesi altında muhtâriyet için Rus işgalini istiyorlardı.

Önce hâdise çıkarmakta, arkasında, Türkiye’de ve Avrupa’da neşrettikleri gazetelerde, olayları tersyüz ederek zulüm ve katliamdan bahsetmekteydiler.

  1. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra 27 Mart 1909 tarihinde, Ermeniler Adana Vak’asını çıkarmışlardır. Ruslar eskiden beri Ermenileri Adana’da isyana teşvik etmekteydiler. Başlatılan isyan hareketinde, birçok Müslüman şehit etmişler, fakat Avrupa’da, Türklerin otuz bin Ermeniyi öldürdükleri iftirâsını yaymışlardır. O sıralarda dahiliye nâzırı olan ve isyânın bastırılmasından sonra kurulan Divân-ı Harb’de, suçsuz Müslümanlara idam hükmü verilmesi için baskı yapan ve sonra yâd ellerde Ermeniler tarafından öldürülen Talât Paşa, “Hâtırat”ında hâdiseden şöyle bahseder:

“Adana hâdiselerini müteâkip dahiliye nâzırı oldum. Bütün arzu ve hedefim muhtelif milliyetleri, bilhassa Ermeni ve Türkleri bir dostluk bağı ile birleştirmekti. Adana hâdiseleri hakkında tahkikat evrâkını dikkatle tetkik ettim. Hâdiselerin Ermeniler tarafından tahrik edilmiş olduğu, tahkikat komisyonu âzâsı olan Ermenilerin şahâdeti ile de teeyyüd ediyordu. Komisyon âzâsından biri olan Agop Babikyan Efendi bunu bizzat bana da itiraf etti. Adana hâdiseleri 31 Mart’ta vuku bulmuştur. Tâkip edilen maksadın, halk kitlelerinin taassubunu tahrik ederek katliama sebebiyet vermek sûretiyle Avrupa’nın dikkat nazarlarını üstlerine çekmek ve Kilikya’da muhtar bir Ermeni birliği vücuda getirmek olduğunda şüphe yoktu.”

Yine komiteciler Türk-Ermeni kavimleri arasında hâdiseler çıkarmak için tertipler kuruyorlardı. Ayrıca Ermenilerden komiteye yardım topluyorlar, vermek istemeyenleri tehdit ediyorlar, gerekirse dövüyor hatta öldürüyorlardı. Bu nevî hâdiselerin çok olduğu Bitlis vilâyetindeki Ermenilerde Taşnaksutyunlar’a karşı bir hoşnutsuzluk başlamıştı. Fakat Taşnaksutyunlar’ın zorbalık ve baskılarına karşı koymak mümkün değildi. Bu yüzden birçok Ermeni katledilmekteydi.

 

Portföy Ögeleri