Şüküre Niyet
İçimden geldiği gibi yaşıyorum aslında.
Kimse beni bir şeye zorlamıyor.
Hayat ben nasıl yaşıyorsam, öyle…
Ben dünyanın en şanslı kuluyum.
İçimden geldiği gibi yaşıyorum aslında.
Kimse beni bir şeye zorlamıyor.
Hayat ben nasıl yaşıyorsam, öyle…
Ben dünyanın en şanslı kuluyum.
Bizler şükretmeyi bilmiyoruz. Bizler kimi zaman iyiye kimi zaman da kötüye şükretmeyi bilmiyoruz. Bize verilmiş olan nimetlere şükretmeyişimizin temelinde, sahip olduklarımızın güzelliğinin idrakinde olmamamız yatıyor. İyi olayları görmemiz, eğer o olaylar bizim için bir rutin haline gelmiş ise bu olayları fark etmemiz zorlaşıyor. Bunun sonucunda da güzellikleri fark etmeyebiliyoruz. Hatta bu olayları sanki bir musibetmiş gibi görüyoruz. Ancak elimizde olanları kaybettiğimiz zaman bunların varlığının güzelliği ortaya çıkıyor ve ancak o zaman geçmişteki halimize özlem duyuyoruz.
Birçok zaman içinde bulunduğumuz halin güzelliğini görmememiz ve sadece kötülüklere odaklanmamız, bizi şükürsüzlüğe sevk ediyor. Bu noktada bir çocuğun dünyasını düşünelim. Aslında çocuk sadece dersleri ile meşguldür, onun dünyadaki rolü o gün itibariyle odur. Çocuk, özgür olmadığını düşünebilir, fakat aslında en özgür olduğu dönemdedir. Ancak hep daha sonrasının hayalini kurar ve bulunduğu ânın güzelliğini anlamayıp sanki büyüyünce her şey düzelecekmiş gibi düşünür. Bu fikir, kişi büyüdükten sonra çocukluğa duyduğu özlemle yer değiştirir. Olaylardan uzaklaşıp içinde bulunduğu sınavı tamamladıktan sonra olaylara bakışı tamamen değişir. İşte eğer olaylar sonlanmadan önce kendimize uzaktan bakabilirsek şükür içinde olduğumuzu fark etmek daha kolay olacaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî şükür etmeyi şu sözü ile açıklar: “Nimeti ile Allaha âsî olmamaktır.” İnsan başına gelen musibetlere karşı bir noktadan sonra şükürsüzlüge düşer ve şikâyet etmeye başlar. Bu da onu isyana sürükler. Bu adeta bir süreç gibi, bir hastalık gibi gizliden gizliye bünyeye girerek ilerler ve kişi sonunda içinde bulunduğu güzellikleri de göremez hale gelir ve Allah’a karşı âsî olur. Oysa mümin kişi Allah’ından her dâim memnundur ve ona olan imanı tam ise başına gelen olayların aslında onun iyiliği için olduğunu bilir. Başa gelen olaylar onun tekâmülü için gerekli olan şeylerdir. Bunu bilen kişi için iyi veya kötü olay yoktur. Onun için her şey Allah’tan gelir ve Allah’tan gelen her şey güzeldir.
Kimi zaman insan başına gelenlere anlam veremez ve şükretmeyi unutur. Şükürsüzlük insanı mutsuz eder hayattan alıkoyar ve onu uzaklaştırır. Dünyevî meselelerle çokça meşgul hâle getirir ve bu da onun kendini geliştirmesini engeller.
Başına kötü bir olay geldiğinde insan meselenin farkına bazen daha çabuk varabiliyor. “Hayırlısı olsun”, “her işte bir hayır vardır”, “çok şükür” gibi kalıplar, bizim toplumumuzda yer etmiş, toplumsal bilincimize işlemiş olan cümlelerdir; aslında şükretmek dilimizin içinde de yer bulmuştur. Dilimizde yer bulmuş olan kelimeler, bizim kült bilgilerimiz ile ilişkilidir. Bu cümleleri unutmamalıyız ve daima kullanmalıyız. Aslında bu tip cümleler, toplumların nasıl bir yaşam biçiminden geldiğini de bize anlatır niteliktedir.
Dünyanın bir düzeni vardır. Bu düzen doğrultusunda başımıza gelen iyi ve kötü olayların farkında olur ve aslında iyi veya kötünün değil yalnız Allah’ın olduğunu idrak edersek şükrümüzde o denli artacaktır. Bizler hayatımızın ve yaşadıklarımızın idrakinde olmalı ve daima onun güzelliğini hatırlamalıyız. Ancak o zaman verdiklerinin ve aldıklarının ne kadar anlamlı olduğunu fark eder ve şükederiz.
Sırat üzerine olmak, dinimizin en önemli unsurlarındandır. Sırat üzerinde dosdoğru yolda olmak ise ince bir iştir, ustalık gerektirir, sebat gerektirir, iman gerektirir. Sırat üzere olmak dengeyi gerektirir, zor durumlarda feraset ile karar vermeyi, sükûneti gerektirir.
Bu denge nasıl sağlanır acaba diye kendi kendime düşünürken bir tahterevalli geldi gözümün önüne. Bir ucunda şükür, diğer ucunda gayret olan bir tahterevalli… Bu ikisi aynı ölçüde olunca kişinin hayatının dengede olacağını, böylece sırat üzere hareket edileceğini düşünüyorum. Kanımca şükürsüz gayret ya da gayretsiz şükür tek kanatlı kuşa benzer, menzile ulaştırmaz. Hâlinden memnun olup gayret etmeyi ve çabalamayı bırakırsak tahterevallimizdeki denge bozulur. Çünkü dinimiz aynı zamanda çalışmayı, gayret etmeyi ve son nefese kadar kendini geliştirmeyi de övmektedir. Peygamber Efendimiz “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmayı” öğütler. Kenan Rifâî de der ki “Hiç durma, hep yürü, ölüm bile seni hareket halindeyken yakalasın.”
Gayret ederek daha güzel, daha iyisini yapmaya çalışmak her Müslümanın görevidir. Hangi konuda olursa olsun, elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı bildikten sonra neticeye memnun olmak ise şükürdür ki işte bu huzurdur.
İşte bu idrak hâlindeki insan, bence, kulluğunu bilir. Çalışır, çabalar ama ben yaptım demez. Böyle olunca hem kendine hem etrafına merhametli olur. Üstünlük taslamaz ve kibir ehli olmaz. Verenin Allah olduğunu bilir. Eğer sonuç beklediği gibi olmazsa, bunun da Allah’ın takdiri olduğunu bilerek, vazifesini yapmış olmanın rahatlığıyla, korunduğunu hissederek şükreder ve Sâmiha Ayverdi’nin söylediği gibi bir yorgunluğu ancak başka bir yorgunlukla gidermeye bakar. Mümin durmaz, gayrete devam eder. Ancak bu huzursuz, memnuniyetsiz, bir gayret değildir. Burada şevk vardır, aşk vardır, iman vardır, tevâzu vardır.
Şükür ve gayret bir kuşun iki kanadı gibidir, bizi hem dünya sahnesinde hem de kendi kişisel yolculuğumuzda hedefe vardıracak iki güzel haldir. Biri diğerine engel değildir, ancak birlikte olduklarında güzeldirler. Sadece aşırı gayret hırs, öfke ve ölçüsüz bir yaşam getirirken, sadece şükrederek bir şey yapmamak tembellik getirir, rehavet getirir. Ne hırs, ne tembellik dinimizde övülmez.
Hâlinden memnun olarak çalışıp gayret eden ve tüm gayretlerine rağmen istediği sonucu elde edemeyince gülümseyebilene ne mutlu!
Hâlinden memnun olarak çalışıp gayret eden ve gayretlerinin meyvesini aldığında kendini değil Allah’ı anıp “çok şükür” diyene ne mutlu!
Hayat bir yolculuk! Dur-durak demeden ilerliyoruz… Mûsıkîşinas, besteci, şef Yusuf Ömürlü ile gönülden gönüle söyleşmek istiyoruz. Eski günlere doğru birlikte seyahate çıkıyoruz. Azığımız ise bir damla aşk! Peki, kimdir Yusuf Ömürlü? Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’nden Kubbealtı Akademisi’ne uzanan yolda, bir kültür elçisi. 80 yaşındaki çınar, günümüzdeki Klasik Türk Mûsıkîsinin değerli isimlerinden. Sanki gönlünün sesi eski kayıtlardan gelen. Yorumu, gözyaşlarınızı tutamayacağınız kadar etkileyici. Tasavvuf Müziği geleneğini yaşayan, yetiştirdiği değerli evlatları (Elif Ömürlü, Dilek Güldütuna, Emre Ömürlü) ile bu geleneğin yaşamasını sağlayan üstat.
Ergun Balcı’nın kaleme aldığı “Mûsıkîye Adanmış Bir Ömür” adlı kitap, Yusuf Ömürlü’nün hayatının kilometre taşlarını anlatıyor. Lâkin kitabı okumak başka, kendisinden hâdiselerin içyüzünü öğrenmek bir başka. Karar veriyoruz, biraraya gelip eski günlerden dem vurmaya. “Sohbet, öyle hemen olmaz.” diye söze başlıyor. “Her şeyin yeri ve zamanı var.” diyerek tatlı tatlı uyarıyor. Bakmayın; suskunluğuna dolmuş, taşıyor; coşkuyla bakıyor.
Zevkle İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenci olduğu günleri anlatmaya başlıyor. Sanki o günleri heyecanla yeniden yaşıyor: “Dört yol ağzı vardır… Oradan içeri doğru girince, karşına İstanbul Erkek Lisesi çıkar. Biraz ilerisinde de öğrenci lokali vardır. Arif Sami Toker, orada ders verirdi. 1950’li yılların sonuydu. Daha sonra da Arif Bey’in evine de gitmeye başladık. Gülhane Parkı’na gelmeden iki katlı ahşap evi vardı, bilmem hâlâ duruyor mu? Bu vesile ile tanıştığım Tanbûrî Haldun Bey, beni Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’ne götürdü. Orada Emin Ongan’dan çok şey öğrendim. Kısa sürede ilerledim. 1960 senesine kadar cemiyette kaldım. ‘Durumlar iyi değil.’ diyordum, ‘Haklısın!’ diyorlardı lâkin bir şey değişmiyordu. Sonra da çeşitli sebeplerle ayrılmak zorunda kaldım. Meselâ mûsıkîyi çok seviyordum ama mûsıkîden para kazanmayı düşünmedim. Meslek olarak mimârîyi seçtim ama mûsıkî hep gönlümdeydi. Akademi’de Özcan Ergiydiren, Erhan Altıntaş, Zeki Ermumcu ile bir araya gelirdik. Cerrahpaşa’da, Erhan’ın evinde buluşurduk. Çalışmalarda önce kulağa bakmak lazım ama ben bakmazdım. Tek istediğim mûsıkîydi. Çok yoruldum tabii, aynı eseri bir daha oku, bir daha oku… Sonra beni çağırdılar; Kubbealtı Akademisi’nde mûsıkî yapılsın istediler. Mûsıkîye ihtiyaç vardı, sanki beni bir anda kendilerine çektiler…”
Aşk içinde aşk… Öyle ki bir ömür, mûsıkî ile geçmiş. Kendini şanslı sayıyor, bizim de aynı tadı almamız için feyz veriyor. “İyi sesler dinlemek, eski eserleri bilmek gerek. Çocuklarım hep bu seslerle büyüdüler.” diyerek tohumdan meyveye insanoğlunun “emek” ve “sevgi” ile nasıl gelişeceğini anlatıyor. Bekir Sıdkı Sezgin’i anıyor. “Kaç kişi biliyor, kaç kişi tanıyor? Yazık, gerçekten yazık! Üzülüyorum…” derken bir anda hüzünleniyor. Zaman gelip geçerken genç nesli, mûsıkî ile tanıştırıp barıştırma yollarını arıyor. Uyarıyor: “Emek vermek gerek, sermaye gerek… Yeni nesile bu bilgileri aktarmak gerek. Nasıl olur bilmiyorum fakat bir an önce harekete geçmeli.”
Yusuf Ömürlü, geleneklerin önemini vurguluyor: “Çocuklara, ‘Şöyle yapın, böyle yapın!’ diye müdahale etmedim. Onlar ne gördülerse onu yaşıyorlar. Çok şükür, geleneklerimizi devam ettiriyorlar. Çok şükür, şimdi yaptığım işleri onlar devraldılar. Her zaman şükretmeli bu hayatta. Bak, her şey ezelî nasip. Ben teknik üniversiteye gidecekken, mimârîyi seçtim ve dostlarla biraraya geldim. Çağırmışlar demek. Sâmiha Ayverdi ile tanıştım. Çok şükür, bu günlere geldim. Kubbealtı, eğitim merkeziydi, evimdi, her şeyimdi. Dostluklar orada çok güzeldi. Her akşam bir arkadaşımızın evinde toplanırdık. Dostlarla iç içeydik. Küçük bir gruptuk. Az kişiydik ama birbirimize bağlıydık. Hizmet etmek çok önemlidir. Allah nasip etti, İlahiyat-ı Ken’ân adlı çalışmayı hazırlayabildik. Sanki bu dünyaya, bu iş için gelmişim. Hizmet, hizmet, hizmet… Sana söyleyeceğim budur. Sen de hizmet et!”
Genç yaşlarda şevk ile başlayan, ilerleyen yaşlarda ise mûsıkî olmadan yaşayamayan bir isim Yusuf Ömürlü. Mûsıkîye adanmış bir ömür onunkisi… Genç nesile ulaşma yollarını arıyor, Klasik Türk Mûsıkîsi’nin yeniden canlanması arzuluyor. Sanki bir hayat dersi veriyor; azimle hizmet etmenin önemini vurguluyor.
Merhaba Dostlar,
Biraz gecikmeli de olsa Aralık – Ocak sayımıza eriştik çok şükür. Teslimiyet – Kurbiyet (Bağlılık) konuları birbiriyle bağlantılı olunca bu sayımızda birleştirelim, öyle huzurunuza gelelim istedik. Sonunda vuslat nasip oldu. Konularımıza baktığımızda, bunların birbirinden ayrılmadığını âşikâr olarak görüyoruz. Hayatımız boyunca yaşadığımız, gördüğümüz ve öğrendiğimiz pek çok mesele bu iki terim üzerine oturuyor.
Örneğin, eğitim hayatımızda bir konuya yakınlık hissetmeden, o konuya bağlanmadan, onun eğitimini almaya talip ve teslim olmadan, meslek sahibi olamıyoruz. Benzer olarak hayatımıza giren dost ve sevdiklerimize de bağlılık duymadan sırlarımızı ve özelimizi teslim edemiyoruz. Hatta bana göre beşer mertebesinden, insan mertebesini geçmemiz için de önce bir öğretmene bağlanmamız ve sonra eğitimine teslim olmamız gerekiyor. Belki bu nedenle yüce dinimiz, İslâm -Teslim kökünden gelen bir kelime, Allah’a ve mübârek peygamberimize bağlılık hissetmeden, Allah’a teslim olmamız, İSLÂM olmamız mümkün görünmüyor.
Bu hale ulaşan müstesnâ insanların eserlerinden okuyor ve öğreniyoruz ki, bu kelimelerin anlamlarını idrak edip yaşamaya başladıklarında, hayatları tamamen farklılaşıyor ve her nefes keyifli, etkileyici, öğretici bir hal alıyor. Kendi hayatımıza bu kelimeleri ve mânâlarını yerleştirmeye çalıştığımızda hayatımızı idâme ettireceğimiz sevdiğimiz işimize, kadim dostlarımıza veya ruh eşlerimize kavuşuyoruz. İdrakimiz genişliyor ve hayatı başka anlamaya, yaşamaya başlıyoruz. Velhasıl önemli ve ayrılmaz bir ikili, Kurbiyet ve Teslimiyet.
Her Nefes ekibi olarak dilimiz döndüğünce bu konulara dair gönlümüzden kalemimize dökülenleri sizlerle paylaşmak istedik. Her zaman olduğu gibi hataları, eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olmak üzere diyerek, gönülden bağlı olduğumuz siz dostlarımıza, Her Nefes Aralık – Ocak sayımızı teslim ediyoruz.
Hürmetlerimizle…
Münîre Hanımefendi:
– “Efendim, dikkat ediyorum her akşam Aziz Efendi’nin ellerinden, damlayacak kadar ter sızıyor.”
– “O ki, efendiliği tasdik edilmiş, eline diploması verilmiş ve ‘Hürsün!’ denilmiş bir kimse iken kemâliyle edebini muhafaza eder; o kadar ki, yüzünün terini sileceği vakit başını hırkasının içine saklar. Benimle Medine’ye giderken, herkes trende sıcaktan ıslak yerlere yatardı. O ise, bir şeye ihtiyaç olup kendisini çağıracağımı düşünerek edeple beklerdi. Şam’dan geçerken, haydi dedim, git meyhaneden iki şişe konyak al, yol hâli bu, belki lâzım olur.
Bir kere, başında sarık ve cübbesiyle Azîz Efendi’yi düşünün ve sonra onun yabancı bir yerde meyhane arayıp elinde konyak şişeleriyle gelişini tasavvur edin! Hem de gizli kapaklı değil, elinde sallaya sallaya… Kendisine, bize lâzım olan konyak değil senin teslimiyetin idi, diyerek şişeleri elinden aldım ve trenin penceresinden dışarı fırlattım.
Edep ve teslimiyetten kimse fenalık görmemiştir. Zâtın biri, “Edep, ilahi bir taçtır, onu başına koyduktan sonra istediğin yere git, sana açıktır” buyurur. Hazret-i Pîr de “Allah’tan edebi bize yoldaş etmesini isteyelim. Çünkü edebi olmayan iki âlemde de mahrumdur” diyor. Hâsılı, iki âlemde de selâmet yolu edeptir.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 6)
**********
– “İş, o kâmil hocayı bulmakta ve onun da talebesini sevmesinde…”
– “Hayır, kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin. Eğer ona küllî bir teslim ile teslim olmazsan ve bu istidat ve kabiliyet sende bulunmazsa nafiledir. Meselâ hoca talebesine, mektebe tam sekizde gel ve filân kitapları da ali deyip de talebe kendi aklınca ‘Beni sekizde çağırdı ama sekiz erkendir, dokuzda gideyim’ diyerek, üstelik de kendi bildiği kitapları alarak mektebe gidip hocanın anlattıklarına ve öğrettiklerine dikkat etmezse buna üstat ne yapsın?”
Server Bey:
– “O isterse taşı da altın eder.”
– “Evet ama o taşta da altın damarı olmalı… Bir de ihsan olarak, yâni geçici bir zaman için bir imkân verilmiş olsa da, aslına rücû edip gider. İşte, her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak olacağına dâir eline hüccet verilmediği gibi, her sülûk eden kimse de dervişlik şahâdetnamesi alamaz. Fakat gerçekten derviş olan kimsede de demin zikrettiğimiz meziyetlerin bulunması pek tabiîdir.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s.20)
*****
Hocamız, İzmir’e gidip dönen birisine, bu yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu. Yolcu da, hem giderken hem gelirken çok sakin bir havada ve dalgasız, fırtınasız bir denizde seyahat etmiş olduğunu anlattıktan sonra:
– “Dümdüz bir deniz insana teslimiyeti hatırlatıyor!” dedi.
– “Hakk’a teslim olmak, âsûdelik, rahatlık ve saadet zamanlarında belli olmaz. Asıl teslimiyet, fırtına ve felâketlerde olur!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 32)
Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri, “Kurb, ezelde Hak ile kul arasında geçen ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ sualine ‘Evet, sen bizim rabbimizsin’ cevabında anlatılan ahde vefa göstermekten ibarettir. Bu Kābe-Kavseyn makamına mahsustur.” buyurmuşlar… Bunu açabilir misiniz?
Cemâlnur Sargut: Kurbiyet, yakîn olmak demek. Yakın değil, yakîn olmak demek. Dolayısıyla bu, Allah’ın, bütün isimlerin sahibi olan yaratıcının, bizde tecellî eden ismini mes’ul tutmasıyla alâkalıdır. Eğer kul da idrak sahibi olup o mes’uliyeti idrak eder ve aslında kendi sahibinin Allah olduğunu ve kendinin bir hiç olduğunu anlarsa, O’nun varlığına doğru yönelir. Bu yönelişe kurbiyet denir. Öyle bir yakınlık oluşur ki burada, artık sanki kendinden kendine, yani kulun varlığı olmadığı için Allah kendinden, küll’den cüz’e doğru tecellî eder ve cüz’ün idrakini arttırır. Cüz’ün idraki artınca kendi hakikatini Allah’ın varlığında görür ve aslında âşık olduğunun kendi hakikati olduğunu idrak eder. İşte bu seviyeye gelmeye “Kābe-Kavseyni ev ednâ” denir. Yani cüz’ün küll’e doğru ilerleyip küll’de kendi hakikatini bulmasıdır.
Müge Doğan: Tamamlanma mı demek bu?
Cemâlnur Sargut: Evet.
Müge Doğan: Yakînlik o zaman çok üst bir makam hocam.
Cemâlnur Sargut: Evet, idrak makamı. İdrakin en üst seviyeye geldiği makam. Ama idrak için bile bir küll ve bir cüz olması lazım.
Müge Doğan: Peki bunu bazı anlarda böyle hissedebilir insan ama bu, insanın kurbiyet makamına gelmiş olduğu mânâsına gelmiyor, değil mi?
Cemâlnur Sargut: Kurbiyet bir makamdır. Kâmil insanda tam yerleşir, istikrar sahibi olur, hep o kurbiyette kalır. Ama herhangi bir evliya devre devre o kurbiyetten düşer. Tasarrufun Allah tarafından kendine verildiğini gören evliya ona o kadar şaşırır ki o zaman kurbiyetten düşer ve kulluğu hâkim olur. Ondan sonra tekrar Allah onu yükseltir, tekrar düşer, buna da edep deniyor zaten. Aslında kendinde bir varlık olmadığının idraki yerleşip her nereye baksa Allah’ı görmeye başladığı anda kurbiyet makamına ermiş demektir.
Cemâlnur Sargut: Çok güzel… Aslına bakarsan itaattir; çünkü aslında gerçekten itaat eden ve edilen, Allah’ın hakikatidir. Çünkü Allah kendinden kendine itaat eder. Onun için sende bir varlık kalmayacak ki, hiçbir varlık olmayacak ki Allah’ın hakikatinden başka, isminden başka bir varlığın kalmayacak ki o itaat yani teslimiyet tam olsun. Yani ne aklın ne nefsin olmayacak.
Müge Doğan: Nazlı ve zelîl olmak ne demek?
Cemâlnur Sargut: Zelîl olmak, “fakrım iftiharımdır” demek. Bu fakirlik şeklî fakirlik değildir. Varlığının hiçbir şekilde olmadığını, bir gölgeden ibaret olduğunu ve sevenin sevilenin, varlığın yalnız Allah’a ait olduğunu idrak etmek insanı zelîl kılar, yok kılar. Bu seviyeye gelen insan da herkes tarafından çok sevilir çünkü Allah’ın nazlısıdır o. Herkes “Allah ne isterse olsun.” derken Allah “Benim sevdiğim ne istiyor acaba?” diye bakar; onun için nazlıdır o.
Müge Doğan: Ebu Hüseyin Nûrî, yanına gelen bir adama nerelisin diye sorunca, adam Bağdatlıyım, demiş. Orada kiminle sohbette bulundun, dediğinde, Ebu Hamza’yla diye cevap vermiş adam. Ebu Hüseyin demiş ki, Ebu Hamza’ya gidip “kurbu’l kurbun yani yakınlığın yakınlığının bizim budu’l bud’a yani uzaklığın uzaklığına işaret ettiğimiz mânâ olduğunu söyle” demiş. Ne anlama geliyor bu?
Cemâlnur Sargut: Çok güzel… Yani Allah’a ne kadar yakınlaşırsan yaklaş, kendi cüz’ünün eksikliğini ve uzaklığını hissettiğin için hiçbir şekilde O’nun büyüklüğünü idrak etme ihtimalin yok. Onun için yaklaştıkça korkum artıyor diyor ya Peygamber Efendimiz. Çünkü eğer o yakınlık değil de tam birleşme olsa, korku kalmaz. Ama yaklaştıkça korkum artıyor demek, yaklaştıkça aramdaki mesafeden dolayı korkum artıyor. Anlatabiliyor muyum? O bakımdan, yaklaşmak da ikilik ister. İkilik de korkuyu arttırır. Onun için yakınlığın en üst seviyesi, uzaklığın farkına varmaktır.
Müge Doğan: O zaman hep ikilik mi kalacak?
Cemâlnur Sargut: Vücut olduğu sürece… Vücut en büyük küfürdür ve vücut olduğu sürece ikilik kalır. Onun için özlem var. Onun için Hazret-i Peygamber “Keşke bu Mustafa da olmasaydı.” diyor.
Müge Doğan: “Sana yâkin gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” âyetinde geçen yakîn nedir?
Cemâlnur Sargut: İşte yakın, sadece anlamak ve idrak etmektir. Yakîn olmak, o hâli yaşamaktır.
Müge Doğan: İbn-i Arabî Hazretleri de buradaki yakîn ölümdür diyor.
Cemâlnur Sargut: İşte evet, varlığından yok olmak… Varlığından yok olduğun anda yakînsin. Yakînde de gene bir ikilik var, tam kavuşma değil ama gözünün önünden her yerde Allah’ı görmek (zevki) gitmiyor o zaman. Yakın olanlarda ilmen bunu biliyorsun ama devre devre başka şeyleri görebiliyorsun. Ama yakîn olanda hiç gitmiyor. Mesela, uzaktaki yakîn, yani Üftâde Hazretleri…
Müge Doğan: Peki bu yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açar mısınız hocam?
Cemâlnur Sargut: Yakîn mertebelerine göre hazarât-ı hams’ı açmak, ahadiyeti idrak etmek demektir. Yani vahdaniyette kalıp ahadiyeti görmek demektir. Bilmek, ahadiyeti bilmek ve ahadiyeti idrak etmek demektir. Çünkü ahadiyeti idrak eden bir kul için farklılık kalkar. Yani çöpe de bakar, Allah’ın güzelliğini seyreder, vahşi hayvana da bakar Allah’ın güzelliğini seyreder, kendisine zarar vereni sever, kendisini methedeni de eşit derecede sever. Farklar kalkar. Çünkü Peygamber’in vücudu vahdaniyet, hakikati ahadiyettir. Vahdaniyetin ahadiyete yani dışın içe yanaşmasıdır. Ne güzel bir şey değil mi?
Kâbe’nin içine girdik, diyor Hz. Ali. Peygamber, “Omuzuma çık yâ Ali” dedi, diyor. İki kere ben Peygamber’e hâşâ îtiraz ettim, diyor. İlk defa burada ettim; nasıl çıkayım omuzunuza dedim, ben kimim ki sizin omuzunuza çıkayım dedim, diyor. O zaman demişler ki “El emri fevkâl edep yâ Ali, benim emrim senin edebinden üstündür, çık omuzuma ya Ali.” Hz. Ali çıkıyor, bakıyor yere, diyor ki: “Allah Allah! Her yer Kadem-i Resûlullah: O’nun ayakları… Başka bir ayak yok. Hizâma baktım: Her yer Sadr-ı Resûlullah; O’nun göğsü. Yukarı baktım: Her yer Cemâl-i Resûlullah; O’nun güzelliği. Yemin ederim ki O’ndan başkası yok bu âlemde” diyor. O yok çünkü, o yok..
Müge Doğan: Müşahade etmek midir bu?
Cemâlnur Sargut: Tam müşahede, evet..
Hz. Musa’ya sen bu gözle beni göremezsin diyor; Hz. Ali ise görmediğim Allah’a tapmam diyor. Yani vücudun varken beni göremezsin ama bütün vücudunun istek ve arzularından çıkınca beni görebilirsin. Ama o ilim Musa’nın makamını değiştirmeyecekti, yani ona verilen ilim o kadardı. Ama zevk edinmesi ve kendi varlığından arınması için o hâli bırakması, yani kendi gayretini ve aklını bırakması gerekiyordu. Ama onun vazifesi olarak da, hâl olarak da o aklı kullanması gerekiyordu. Hâliyle bilgi, ilim, Allah’ın emrettiği ile ters düştü. Allah tarafından Tûr-ı Sînâ’ya dâvet edilen Mûsâ, orada heyecana gelip “Rabbim bana kendini göster!” diye seslenmişti. Allah Mûsâ Peygamber’e “Len terânî” yani, “sen beni göremezsin!” buyurdu.
Tanrı kelâmı, o mânâda idi ki Mûsâ’ya “Sen, sen olduğun müddetçe beni göremezsin. Ancak nefsini yenip benliğini yok ettiğin zaman beni görmen mümkün olacaktır. O zaman da gören yine sen olmayacaksın, ben olacağım. Çünkü o zaman sen bende olacaksın” demek istemiştir.
Bu, İbn-i Arabî’nin, “senin isminin şeriatıyla Allah’ın şeriatı farklıdır.” demesine benziyor. Hz. Musa’da da bu oldu fakat keşfe eremedi, çünkü hâli yani kendi ezelî bilgisi o seviyeyi anlatmasını gerektiriyordu. Yoksa Musa’nın mânevî büyüklüğü Hızır’dan küçük olduğu için değil. Senin vazifen oysa, ondan fazlasını anlatamıyorsun. Çünkü onu anlatacaksın ki bir üst seviyeye çıkabilesin, İsa olabilesin.
Ama tabii Muhammedî hakikat gelince artık keşif başlıyor. Keşif de yakîni sağlıyor, yakînliğin sonucu da sadece zevk oluyor. İlim olmuyor artık zevk ilmi oluyor.
Müge Doğan: Futûhat’ta diyor ki, yakîn, ilmin nefse yerleşmesinden ibarettir. Yerleşmek ise yerleşenin aynısı değildir, özelliğidir, vasfıdır. O psikolojik değil, mânevî bir hakikattir. Yakîni öğrenin çünkü ben de sizinle birlikte öğrenmekteyim diyor Peygamber Efendimiz. Hazret-i İsa için de diyor ki, yakîni artsaydı havada da yürürdü.
Cemâlnur Sargut: Nefse yerleşmesi çok önemli. Yani ilim, nefiste hâl hâline geçerse nefis diye bir varlık kalmıyor artık. O ilim ön plana çıkıyor. Çünkü ilim, bizdeki Allah’ın hakikatidir. Bizdeki Allah’ın hakikati ortaya çıkıyor ve vücudun arzu ve istekleri eriyor. İşte buna keşif deniyor. Bu hâle gelince zaten nefsinin egosu gidiyor, varlığı gidiyor, itirazları gidiyor hatta gayreti bile gidiyor. Yakîn, bütün bunlardan kurtulup sadece Allah’ta yok olma zevkini yaşamaktır. Hz. İsa’nın yakîn olması ve mucize göstermesi demek ise onun artık hakikati her yerden idrak etmesi ve o hali yaşamasıdır. Ama İsa’ya verilen vazife de sadece aşkla gitmekti. Onun için zevkini yaşadı ama hâlini yaşamadı. Hal başkaydı çünkü onun hâli ve seviyesi başkaydı. Musa’da hâl hâkimdi, İsa’da aşk hâkimdi, peygamberde ikisi de hâkim oldu.
Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim.
Kurb kelimesinin sözlük anlamı “yakın”dır. “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kâf Sûresi – 50/16) âyeti gereğince aslında tüm insanlar yakınlığa mazhardır. Ancak pek çok insan bu hakikati idrak etmekten uzak olup çeşitli perdelerin arkasında yaşadıkları için bu yakınlığı hissedemezler. Ancak gaflet perdelerini yırtıp “her nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır” (Bakara Sûresi, 2/115) âyet-i kerimesini idrak edenler ise bu dünyada kurbiyet makamına erişmişlerdir. Bu hâl, mükâşefe ve müşâhede hâli içinde olmaktır ki bu hâl ehilleri, bir an Allah’tan gafil olmayanlardır; onlar ölmeden önce ölmüşlerdir.
Kurban kelimesi de kurb kökünden gelmektedir ve Allah’a yakınlık sağlamak için belirli bir zamanda belirli hayvanların kesilmesini gerektiren bir ibâdeti tanımlar. Öyle ise kurbiyet için kurban kesmek şarttır. Şeklî ibâdete ek olarak, hayvan mesâbesinde olan hırs, riya, yalan, öfke, kıskançlık gibi nefsin arzu ve isteklerini tek tek kesen kişiler Allah’a yakın olmak için nefislerinin aşırı arzu ve isteklerini kurban ederler. Hz. Mevlanın da belirttiği gibi “Bu yol kanlı yoldur, nice başlar kesilir” sözündeki gibi kurbiyet yolunda kesilecek çok baş vardır. Nefsin çeşitli istek ve arzuları ile başa çıkmak kolay değildir. Bazen kol kanat kırılır. Yolcu ümitsizliğe düşer, bazen yoldan geri kalır. Ancak burada esas olan, ne olursa olsun yola devam etmektir. Çünkü bu yol, ümitsizlik yolu değildir. Düşen kalkar, yola devam eder. Vazgeçmeden mücadele sonunda eğer Allah da ezelde nasip etmişse bu çok özel, çok yüce makama erişilir. Bu yüce makam yokluk makamıdır, hiçlik makamıdır. “Hiç”in olduğu yerde ezelî ve ebedî “hayy” olan tek varlık tecellî eder, o yolcunun atan eli, gören gözü olur.
Bu makam, yokluktan varlığa ulaşmanın sarhoşluğunun olduğu makamdır. Bu makamdaki kişi yakîndir, her nereye dönse O’nun vechini görür. Bu kişi için abes, yanlış, çirkin kalmaz. Her şeyde ilâhî iradenin gücünü görür, böylece itiraz ortadan kalkar. Dâimî bir şükür hâli olur, bu kişiden artık hikmet zuhur eder.
Hırs, garez ve yalan gibi nice kötü huylardan arınmış bu kişiler emindirler. Onlardan zuhur eden hareketler zaman zaman diğer insanlara yanlış gibi görünse de o amelinden emindir, vicdânen rahattır. Dâimî bir zevk ve hayranlık, hayret makamıdır. Çünkü Allah her an yeni bir şe’ndedir, mükâşefe ve müşâhede ehli için her an bunu izlemek sonu gelmez bir zevktir.
Kurban vermeden kurbiyet olmaz ise, bizlere düşen, her nefes nefsimizle mücadele için ümit kesmeden, düşsek de kalkarak, yorulsak da nefeslenip yola koyularak son nefese kadar gayrettir.
Kimbilir nasibimiz nedir?
Kurb kelimesi sözlükte yakınlık anlamına gelmektedir. Teslim ise selâm kökünden gelmektedir. Selâm barış, güven ve emniyet mânâsındadır. Teslim ise karşı taraftan emin olmak demektir. Bu iki terim, iç içe geçmiş, birbirine bağlı kavramlardır. Adeta birinin varlığı diğerini de var kılmaktadır. Allah’a yakın olan, O’na teslimdir. Allah’a teslim olan da O’na yakınlaşır. Sufilere göre, teslimiyet insanı ihtiraslardan korur ve Allah’a yaklaşmasını sağlar. Bu ikisi vücuttaki iki ayak gididir. Farklı görünmesine rağmen bir birlik içindelerdir. Yani yürümek için önce sağ adım atılır, sonra sol adım onu takip eder. İlk adım teslimiyettir, sonrasındaki adım ise kurbiyettir. Bunlar, Allah yolunda yürüyen sâlik için en gerekli iki vasıtadır.
Kenan Rifâî, Mesnevi şerhinde şöyle der: “Bilirsin ki henüz yürümesini ve konuşup, istemesini bilmeyen çocukları kucaklarında, büyükler taşır. Çocuk kendisini o büyüğe teslim eden, onun verdiği yiyecekle yetinen bir masumdur. Eğer bizler de Hakk’ın katında çocuklar gibi masum kalır, kendimizi ona teslim eder ve onun vereceği nîmetle yetinirsek Hakk’ın kucağında olmanın saadetini ve emniyetini tadarız.” İşte bu saadet Hakka yakınlıktır. Nasıl ki bir bebek annesinin kucağında ona yakın ve mutludur, kul da Hakk’a teslim olunca kendini güven ve emniyet içinde hissederek, ona yakın olma mutluluğuna erişir. Öte yandan bebek, annesinin verdiği her şeyden razıdır, annesini sorgulamaz. Onun kucağında sevgi ve şefkat içinde büyür. Sâlik de tıpkı bir bebek gibi Allah’ın verdiklerine tevekkül eder ve teslim olursa, bu saadete ulaşır. Bu saadet ve yakınlığa ulaşmanın yolu, varlık elbisesinden sıyrılmaktır. Nefsinin arzu ve isteklerinden geçen sâlik, artık Allah’ın istediği gibi yaşar. Kendi cüz’î aklını küllî akla rabt eder. Bu sürecin sonunda da tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi temizlenir ve masumlaşır. Hz İsa’nın “İki kere doğmayan melekûta giremez” sözündeki gibi varlık defterini dürmeden Allah’a yakınlaşılmaz. Burada ilk doğum dünyaya geliştir. İkinci doğum ise ölmeden önce ölme makamıdır. Yani kulun nefsini alt edip nefsinin ruhun emri altına girmesidir. İşte bu ikinci doğum kişinin Hakk’a kurbiyetinin delilidir.
Sâlikin Allah’a yakınlaşması için O’nun istediklerini yapması, istemediklerinden kaçınması gerekir. Ne var ki nefsin ihtiraslarından korunmak ve nefsi dizginlemek için öncelikle Allah’ın istemediklerinden kaçınmak ve O’nun istediklerini yapma gayretinde olmak gerekir. Bu da taklit ile olur der sufiler. Yani O’nun verdiği ve vermediği her şeye içten rıza göstermek mümkün olmasa bile, dışarıdan razı olmuş gibi görünmek, tıpkı bir alıştırma gibi yapa yapa yerleşecek bir davranış olabilir.
Her ne kadar bilgi olarak bilmek kolay olsa da nefis ve ruh mücadelesi gerçek bir cenk meydanı gibidir. Bu hususta vazgeçmeden gayret etmek kulu ezelî nasibine ulaştırır. Hak’tan gelene teslim olarak yakınlığı arttırma ümidi ve bu mücadeleyi son nefese kadar sürdürme gayreti, diğer mânâda istikamet üzere olmak kulu varacağı yakınlığa eriştirir.
Hayat, Allah’a şâhitlik etme gâyesinden ibaret bir zevktir. Kelime-i şehâdet getirmeden, Allah’a şâhit olduğumuzu beyân etmeden resmen Müslüman olamayacağımız gibi sözün ötesinde hakiki Müslümanlık mertebesinde yaşayabilmemiz, hakikaten şehâdet edebilmemiz için de şehîd olmamız gerekir. Şehîd olmak, aşkla, kurbiyetle, bağlılıkla ve illâ teslimiyetle gerçekleşir. Şehîd olmadan şâhid olamayız, göremeyiz. Şehîd olunca da kendinden kendini gören yine O olmuş olur.
Kurbiyet, bağlılık denince benim gönlüme Züleyhâ düşer. O Züleyhâ ki nefs-i emmâredeyken Yusuf’un aşkıyla sâfiye makamına ermiştir. O nasıl bir sevmektir! Aşkıyla Kur’an’a geçen insan olmuştur Züleyhâ. Divan-ı Kebir’e göre Züleyhâ kimsenin yapamadığı bir işi yapmıştır. Kul, efendisini satın almıştır.
Züleyhâ’nın Yusuf’u anışını Attar şöyle nakleder: Gökyüzünde Ay var, dediler. Yusuf mu ortaya çıktı, dedim. Başım ağrıyor, dediler. Yusuf’un acısı mı içine sindi, dedim. Bugün hava ne güzel, dediler. Yusuf’u mu gördünüz, dedim. Mis gibi kokuyor etraf, dediler. Yusuf’un kokusu mu hissediliyor, dedim. (…)
İşte Züleyhâ, her gördüğünde, her duyduğunda Yusuf’u anarken, Allah’ın güzelliğini, Allah’ın yüceliğini görmekle Yusuf’tan Allah’a çekilir, Allah’a rücû etmeye başlar. Zaten insan bir taşa bile hakkıyla rapt olsa, bağlansa, bağlanışının hakkı için Allah hakikatini ondan göstermez mi? Önce esas olan bağlanmaktır, rapt olmaktır. Öyle bir bağlanış ki, seven sevdiğine karışır, ondan ayırt edilemez hâle gelir. O’na bakan artık onu değil, sevdiğini görür.
Mesnevî’de anlatılan hikâyede âşığın biri, “Hiçbir sabah beni uyur yâhut güler bir hâlde görmedi. Hiçbir akşam beni düzgün bir hâlde bulmadı.” diyerek hâlini arz eyler. Acılı gönlünde neler varsa etraflıca ve bir bir sayar. Sevgilisine minnet olsun diye değil de aşkına yüzlerce şâhid olmak üzere bunları ortaya döker. Bir söz bile söylemedim diye şikâyet ederek o eski derde ait yüzlerce söz söyler. Onda bir ateş vardır fakat nedir, bilmez. Yalnız mum gibi, onun harâretiyle ağlayıp durur. Sevgilisi de ona der ki: Doğru, bütün bunları yaptın ama kulağını iyi aç ve dinle! Aşkın ve sevginin aslının aslı olan bir şey var ki onu yapmadın. Bu yaptıklarının hepsi fer’îdir. Âşık söyle der, o asıl nedir? Sevgili der ki: Ölmek ve yok olmaktır. Hepsini yaptın fakat ölmedin, hâlâ dirisin. Canınla oynayan âşıksan hemen öl. Âşık o anda uzanıp can verir. Gül gibi başı ile oynar, gülerek sevinçli bir hâlde ölüp gider. O gülüş onda ebedî olarak kalır…
***
İnsan bu âleme sevdâlı olarak gelir. Yaradılışı gereği tüm âlemde âşık olduğu rabbini arar; ona bağlanmak, teslim olmak ister. Rabbini rab olarak keşfedip tanıyana kadar da türlü suretlere çekilir, kendini onlara teslim eder. Neye teslim olur, neyde yok olup fenâ bulursa, rabbini o kadarla bilecek, onunla sınırlı kalacaktır.
Teslimiyet, insanı şehâdet mertebesine ulaştırır. Leylâ’lardan, Yusuf’lardan Mevlâ’ya geçmek, teslimiyetle Mevlâ’da aşk şehîdi olmak, Mevlâ’ya şâhid olmak gerektir.
Kim şehîd olarak O’na varırsa, O şâhid olarak onu çevirir. Kim teslimiyetle canını sevgiliye verirse, O ona kendini verir, onu kendinde diriltir.
“Hâlbuki sonra Yusuf Züleyhâ’ya der ki: Ey Züleyhâ! Bugün ben gömleğin diyeti olarak seninim. Züleyhâ da ona: Evet, kibriyâî olan aşk, nice şeyleri değiştirir… Cevabını verir. Aşk, istenileni isteyen eder, yeneni yenilmiş eder. Nice yalvaranı yalvarmanın kıblesine perçinler.” (Divan-ı Kebir)