Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek çıktığımız gezilerimize bir süre ara vermiştik, kusura bakmayın. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İstanbul semtlerini geziyor, Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anıyor, bize aktardığı fikirleri de idrak etmeye çalışıyoruz. Dileriz ki O’nun fikir kuşu bize yol göstermeye devam etsin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.
1950’lerin başında yazılmış ve o tarihten 40 yıl öncesinin aktarıldığı “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan ünlü mesire yerlerinden biri olan Çırpıcı’dayız bu ay. “Tarihin doğru konuşan dudağı şâhit ki, eskiden eğlenmek isteyen İstanbullunun emrinde hesapsız bağlar bahçeler ve mesireler vardı” diye anlatıyor Sâmiha Anne. Ayaspaşa, Tophane, Beşiktaş ve Fındıklı sırtları ve sahilleri, Çırağan Kasrı, Sâdâbad Kasrı, Küçüksular, Göksular, Kalender, Sarıyer gibi liste uzayıp gidiyor. Sadece “İstanbul Geceleri“ kitabında değil “Boğaziçinde Tarih“ ile de bu yerler hakkında bilgileniyoruz; İbrahim Efendi Konağı sâkinleriyle bu mesirelere gidiyoruz. Sâmiha Anne’nin kendi çocukluk anılarını serpiştirdiği eserlerinde de eğlencelerden nasibimizi alıyoruz.
Sâmiha Anne’nin anlatımıyla eğlenceye türlü vesileler bulan İstanbullu bir bayram, bir tatil, bir ramazan, bir yıldönümü vesilesiyle çoluğu çocuğuyla ile kendinden geçer gibi eğlenirdi… Sadece gülüp söylemek değil, ağlamakta da bir çeşit zevk bulmuştu zamanın İstanbullusu. Dertlenir durur, düşünücü olur ardından tekrar neşelenirdi.
İstanbul halkının eğlencelerini anlatan “İstanbul Geceleri” kitabının bu bölümünü okurken hayatın zorluklarının iyice hissedildiği, Osmanlının bu sıkıntılı döneminde, halkın ruh hâlini düşünmeden edemiyoruz. Acaba kitapta anlatıldığı gibi o dönem halkının her fırsatta eğlenceye akması mâzinin son âdetlerini hâlâ yaşıyor olması mı, yoksa dertlerini bir süre için de olsa unutma arzusu, yaşanan bu zor dönemi kolaylama yöntemi miydi? Gelin, eski zamanın rağbet gören mesiresi Çırpıcı’yı gezelim, gezerken de “zorluk ve kolaylık” üzerine düşünelim.
Zeytinburnu semtinin Çırpıcı mahallesine metro ile ulaşıyoruz. Veliefendi mahallesi ve Bakırköy ilçesine komşu olan Çırpıcı’ya giderken yolda Merkezefendi’ye de uğradık, Sâmiha Ayverdi’yi andık. Çırpıcı ile ilgili yaptığımız araştırmaya göre ortasından dere geçen, Çırpıcı çayırı adıyla ünlenmiş bu yer zamanında “Ayazma“ olarak da bilinmekteymiş. Bazı eski kaynaklar ise Çırpıcı’yı fetih sonrası Anadolu’dan gelip yerleşen boyacı ailelerinin ipleri, yünleri keçe ile halı türünden kumaş ve dokumalarını derenin suyunda yıkayıp parlattıkları yer olarak dile getirmekte. Kimbilir “Çırpıcı” adı da oradan gelmekte. I. Dünya Savaşı sırasında artezyen kuyularının açılması, 1945 sonrası çevresinde kurulan sanayi tesisleriyle mevkinin endüstriyeI niteliğini arttırmış ve 1950’lerde artık mesire özelliğini kaybetmiş.
Doğrusunu isterseniz bu gezimizde endüstrileşme ve yanlış şehirleşme ile gelen betonlaşma nedeniyle zamanın meşhur mesiresi Çırpıcı çayırını bulmayı ummuyorduk ama yerinde Çırpıcı Parkı’nı bulduk ve mutlu bir şaşkınlık yaşadık. Zamanın yeşilliğinin belki de örneklemesi olsa da, blok blok yapılar çevresinde baskıcı bir çember oluştursa da işte çayırımız. Bu son derece organize parka çayır demek komik, biliyorum. Yeşil alanları, futbol, basketbol sahaları, tenis kortları, kaykay alanı, hatta BMX parkı, yürüme ve bisiklet parkurları, çocuk parkları ve kafe ile Çırpıcı Parkı, ailece gelinip iyi vakit geçirilecek bir yer gibi görünüyor. Eğer bu kadar spor ve hava alma bize çok diyenler olursa hemen yanında kocaman bir de AVM var, isteyenler buyursun.
Çırpıcı’yı “İstanbul Geceleri” kitabında daha çok bir esnaf ve hovarda mesiresi olarak anlatmış Sâmiha Anne. O zamanın İstanbul halkının her kesiminin kendilerine ait eğlenme âdetleri varmış. Örneğin varlıklı evlerde hizmet veren zenci halayıkların baharı karşılamak için yaptıkları ot toplama merâsimleri sırasında Çırpıcı en kalabalık zamanını yaşarmış. Bunun yanısıra Çırpıcı, kabına sığmayan İstanbul delikanlısına zurna, darbuka, semâî, koşma, mâni ikram eden toplu esnaf eğlencelerine sahne olurmuş.
Şimdinin kabına sığmayan İstanbul delikanlısını Çırpıcı Parkı’nda düşünüyorum… Futbolunu oynayan, koşan, kafede nefeslenen, AVM’ye gezmeye, belki de sinemaya giden… Sanırım Çırpıcı, mekân olarak zamanın erozyonuna rağmen eğlendirme veya rekreasyon işlevini hâlâ sürdürmekte.
Bu arada eğlence anlayışımızın zamanla nasıl değiştiğini gözlemliyoruz sanki. Sâmiha Anne’nin anlattığına göre “Mahallî hayat, mahallî zevk, mahallî ruh terkiplerinin yoğurup şekillendirdiği İstanbullu, hangi sınıfa mensup olursa olsun, iç ve dış varlığında bu hususi atmosferin çesnisini, tatlı ve tabii istihâlelerle (değişim) asırlar boyunca yaşayıp nesilden nesile emânet ederken, mutlaka dedesinden getirdiği bir hava ve mutlaka torununa bırakacağı bir emâneti vardı” diyor. Şimdi eğlencede mahallî farklar daha az gibi, nesillerin de birbirine aktardığı âdetler sınırlı.
Değişmeyen, insanın eğlenme ihtiyacı sanki. “İstanbul Geceleri” kitabının anlattığı Osmanlı’nın son dönemini düşünürsek, kötüye giden ekonomi, bulanık-perişan iç ve dış politika, kaybedilen topraklar halk üzerinde kimbilir nasıl olumsuz bir etki yapmaktaydı… Ama geçmişten getirdikleri eğlence âdetleriyle hem hüzünlenmişler hem de gülüp eğlenmişler, sanki içinde bulundukları zorlukları bu şekilde kolaylamışlar.
Şimdi de durum buna benzer değil mi? Çok şükür, hayatlarımız büyük dedelerimizinkinden çok daha ferah ama biz de kendimize göre zorluklarla mücâdelede değil miyiz? Bu dünyanın sınavları biter mi? O zaman bunları nasıl aşacağız, nasıl kolaylayacağız? Sâmiha Anne “Mektuplardan Gelen Ses” kitabında demiş ki: “Zorluk ve kolaylık ayrı ayrı birer kimyevî madde olsa, bunları birbirine karıştırdığımız zaman, o iki zıddan huzur hâsıl olur. Yeter ki, solüsyonları birbiri içinde eritmesini bilelim.“
Hayatı tadlandırmak, biraz da onu yaşayış tarzımıza bağlı olduğuna göre, hadi korukları pişirip bal gibi üzüm eyleyelim.