Dikmiş Gözlerini ‘Güneş’e
Ramazan ayının sonuna doğru geliyoruz. Hepimiz kimbilir kaç mübârek ramazanı böyle geride bıraktık. Her birinin içinde ileride anlatacağımız neler yaşandı, yaşadık… Geçtiğimiz sene Ramazan ayına denk gelen Azerbaycan seyahatimiz de böyle güzel hâtıralarla geçti. Bir de İstanbul’a döner dönmez toplu bir iftar yemeği vermişti ki Cemâlnur Hocam… Meğer bu sofra daha seyahatte iken biz kuruluymuş çoktan!
Hakkını verebilenlerden olalım inşaallah.
…………………………………
Havaalanında Azerbaycan Parlamentosu adına milletvekili Ganire Paşayeva ve yakın çalışma arkadaşları tarafından karşılandık. Hocamla ayrı arabalara bindirildik. Şehrin Eski Bakü olarak bilinen bölgesinde, Orta Asya Türk-İslâm mimarisiyle yapılmış, târihî bir han lokantasına gelindi. Hocam iftar dahî olsa o saatlerde yemek almadıklarından, usûlen oruçlarını açıp sohbete katıldılar. Ganire Hanım, Hz. Şems’in kendisi üzerindeki derin tesirinden bahsederek söze girdi. Bir sonraki gün düzenlenecek panelin konusunu Hz. Şems olarak seçtiklerini anlatıyordu. Henüz bilgimiz olmuştu. Gözüm, Atatürk Havalimanından ayrılmadan dikkatimi çeken, üzerinde ‘Şems’ yazılı gümüş iğneye takılmıştı ki Hocam iğneyi yakasından çıkararak Ganire Hanım’a doğru uzattılar. Kendisine hediye edilen iğneyi alırken, ekranlarda izlediğinden ve tahminlerinden farklı birisiyle karşılaştığını belli ediyordu. Ayrılırken, masada türlü enstantane ile tanıtılan Azerbaycan’a has pilavlar sahur yemeği olarak paketlenmiş hâlde elimize verildi.
Otelimize yerleştik.
…………………………………
Azerbaycan Parlamentosu kendi misafirlerini devlet protokolü ile ağırlıyor. İlk durağımız Devlet Hıyabanı. Bu adım, ülkemize gelen resmî konukların Anıtkabir’e götürülmesi ayarında bir ziyaret. Burada bir tarih müzesinde gibiyiz: Topluma değer katmış sanatçı, bilim adamı ve devlet adamları, aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin yanyana defnedilmiş bir şekilde Azerbaycan tarihinin bir bölümüne şahitlik ediyor. Ganire Paşayeva her bir kabrin başında detaylı bilgi veriyor heyete. Bir mezarlık gezisi ile, bir yandan ülkenin tarihini bir yandan da Azerbaycan’ın dünya sanatına, düşünce ve bilim tarihine katkılarını öğrenmiş oluyorsunuz.
Hocam, biricik kıymetli babaları Dr. Ömer Faruk Bey’in vaktiyle devrin başbakanı Adnan Menderes’e olan yakınlıkları ve vazifeleri gereği belki daha çocukluklarından bu tarz protokole pek âşinâydılar. Kendileri aynı zamanda baba tarafından, Osmanlının son Libya valiliği ve Libya Kral nâipliği görevlerinde bulunmuş, köklü Gannay ailesindendir. Sevgili dostum Neslihan da, eşi Hâmit Beyefendinin, vaktiyle Dışişleri Bakanlığı’nda yürüttüğü vazifeleri nedeniyle protokol usûlünü yakinen biliyordu. Bendeniz de onları izliyor, adımlarını takip ediyordum.
……………………………………..
Televizyon programına yetişmeye çalışırken Bakü’nün geniş ve görkemli caddelerini, hızla gelişmekte olan bu ülkenin vitrini gibi seyrettik. Azerbaycan’ın kelime mânâsı, “alevler ülkesi” imiş. Başkente inşa edilen yeni prestij yapılarında alev teması özellikle işlenmiş. Bu imajlarda ülkenin gelecek iddiasına güçlü göndermeler yapıldığı gözlerden kaçmıyor.
…………………………
Azerbaycan 1917 devrimiyle bağımsızlığını kazanmış. Ancak, kısa süre içerisinde Ermeni komitacıların yardımıyla Ruslar Bakü’ye yeniden hâkim olmuş ve Müslüman katliamları yaşanmış. Bunun üzerine Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu, Bakü Sovyeti, Britanya İmparatorluğu ve Beyaz Ordu karşısında Bakü Muharebesini kazanarak Bakü’de yeniden Osmanlı sancağını dalgalandırmış; ancak, 1918’de imzaladıkları Mondros Mütarekesiyle Osmanlı kuvvetleri Azerbaycan topraklarından çekilmek zorunda kalmış. Bolşevik Kızıl Ordu birlikleri iki yıl sonra Azerbaycan’a girmiş ve sonrasında Türkiye Moskova Antlaşmasıyla Azerbaycan üzerindeki haklarından tamamen ferâgat etmiş.
Dili, dini ve kendi öz değerleri 70 yıllık Sovyet istilâsının baskısı altında horlanmış, Türkiye’ye nazire edercesine 30 Ağustos 1991’de ilân ettiği bağımsızlığa rağmen, bugünkü Rusya’nın da desteğiyle başında hâlâ önemli bir Ermenistan problemi bulunmaktadır. Ganire Paşayeva, Azerbaycan’ın bu konudaki devlet sözcüsüdür. Ermenistan’a sert çıkışlarıyla tanınmaktadır.
……………………………..
Katıldığımız televizyon programı canlı. Halkın alâkası büyük. İzleyiciler programa telefonla katılabiliyor. Herkes, Hocam evlerine konuk olmuşçasına heyecanlı. Türk televizyonlarının ve tasavvufun Azarbaycan’dan yakinen izlendiğini, Hocamın herkes tarafından tanınmasından anlıyoruz. “Yine gelin” diyorlar. Bir Azeri ağıtı okunuyor, topyekûn bir milletin yıllarca nutkunda tutulup kalmış dilleri için. Bir milleti millet yapan dil kavramı üzerinde duruyor Hocam. Türkiye’den getirdiği mesaj ise alışılmışın çok dışında. Tasavvuf kürsüleri, enstitüleri kuralım, diyor. Ganire Hanım, Azerbaycan’ın büyük mutasavvıfları Mehemmed Bakuvî, Ebülferec Zencânî, Nesimî ve Gencevî‘yi andıkça aralarında daha da ortak bir dil oluşuyor.
Sonrasında târihî yerleri ve müzeleri geziyor, Şirvanşahlar Sarayı ve her fırsatta ismi anılan Bakuvî Hazretleri’nin türbesini ziyaret ediyoruz.
İftar için bizi, daha iki gün beraber olacağımız ağır bir heyet bekliyor. Her ne kadar resmî bir iftar dâveti veriliyor olsa da Bakü sokaklarında ve bulunduğumuz ortamlarda Ramazan ayının varlığı pek de hissedilmiyor. Daha çok belli ritüeller aracığıyla eski bir kültürü canlandırmaya çalışan bir hareketlilik var. Bu çalışmalar, devlet eliyle Din İşleri Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Kendi yazılı ve sözlü kültürleriyle din arasındaki bağlar, yeniden keşfedilmeye ve diriltilmeye çalışılıyor.
Bulunduğumuz resmî dâvet, Din İşleri Bakanının Azerbaycan milli kültür ve değerlerinin birleştiriciliği üzerine yaptığı bir konuşması ile açılıyor. Ardından, Türkiye’nin Din İşleri Ataşesi İslâm’ın hoşgörüsünden bahsediyor, ramazanın ve oruç tutmanın önemini anlatıyor. Son konuşma Hocamın. Hocam bütün insânî değerlerin ancak İslâm’la kemal bulacağını, madde ve mânâ âlemini birleştirmenin yolunun İslâm tasavvufundan geçtiğini, dinde en önemli ölçünün edep ve Peygamber Efendimizin ahlâkını kazanmak olduğunu anlatıyor. Allah’ın her yeri ve her şeyi kuşattığı, her an huzurda olduğumuzun idrâki ile yaşamamız gerektiğini söylüyor bir kez daha. Şükür ve ibâdet etmenin iç mânâları üzerinde durarak bu konularda gelen sorulara cevaplar veriyor. Toplantı sonrasında kendisiyle ayrıca konuşmak isteyenlerle görüşerek, gecenin sonunda tüm nezâketiyle herkesle tek tek vedalaşıyor.
………………..
Bunca devlet protokolü, Devlet Hıyabanı derken, iftar sonrası misafirperverlik gereği sahur için bize hazırlanmış olan pilav paketleriyle kalmıştık. Sevgili Neslihan’la tin tin odamıza dönerken ‘şimdi ne olacak bunlar’ diye düşünüyorduk konuşmadan. Tâ ki Hocam “onları yine dolaba kaldırın…” deyinceye kadar. O pilavları, hele o son gece odamızın küçücük buzdolabına nasıl sığdırdığımızı tam hatırlamıyorum. Çok şükür son paketi de yerleştirip dolabın kapağını sıkıca kapatabilmeyi başardık. Artık ne olacaksa olacaktı.
Ertesi sabah zorlu bir panel bizi bekliyordu.
…………………………………………………………..
Panelde bir bakan, bir milletvekili, iki meşhur öğretim üyesi, iyi çalışılmış bir protokol hazır bulunuyor. Toplantının asıl konuşmacısı Hocam. Başlıyor panel. Bir yanda çağlara damgasını vurmuş devlet geleneğiyle dünyanın en eski medeniyetlerini içinde barındıran, vakarlı bir tevâzuu ve az söyleyerek anlatabilmenin kemali, diğer yanda yıllarca esâret görmüş ateşler ülkesinin kendini bunca yılın acısını çıkarırcasına ifâde edebilme gayreti…
Konu: Hz. Şems. Ateşler ülkesi, közleri kendi öz bağrında tüten bir ateşe düşmüş. Geçmişte kültürünü, dilini, dinini kasıp kavurmuş alevlerden başka bir ateşin peşine düşmüş, gözlerini dikmiş ‘güneş’e!
Toplantının sonunda, iki gündür Hocamı dikkatle izleyen bakanlık heyetini temsilen ilgili bakan yardımcısı, tasavvuf alanında akademik eğitim verecek bir bölümün kurulması yönünde gerekli resmî girişimde bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca, Hocamdan kendi birikim ve bağlantıları ile bu alanda ders verecek kişileri Azerbaycan’a yönlendirmesi dileğinde bulundu. Gezinin görünür maksadı böylece hâsıl olmuş oluyordu. Ötesini biz bilemeyiz.
Bakan tarafından panel moderatörüne toplantıyı sonlandırması için bir küçük not iletilmiş olmasına rağmen söz bir türlü bitmek bilmeyince, hocaların hocası diye tanınan meşhur zat, moderatörü omzunun üzerinden sağlam bir yumrukla uyarmış, bu da gezinin unutulmayacak anlarından birisi olmuştu.
Bir de Ganire Hanım’ın Bakü’den ayrılışımızı ifâde ederken tatlı Azerbaycan lehçesiyle “gonahları göçürtüyoruz” demesi, oldukça yoğun geçen programı özetler gibiydi bizim için.
…………………………………
Son bir program daha bekliyor bizi. Öncesinde bir Şiî camiine gidildi. Bir hanım sultan inşa ettirmiş camiyi. Kabrini ziyaret edip duâmızı okuduktan sonra, namazımızı ‘Aliyü’l Veliyullah’ lafızları arasında zevk içinde kıldık. Birazdan Ganire Paşayeva ile Azerbaycan’ın en çok izlenen TV kanalının en çok izlenen programına konuk olarak katılıp Bakü resmî programını tamamlamış olacaktık.
……………………………….
Yüzbinlerce Türkün Ermeniler tarafından Azerbaycan’ın bir parçası olan Dağlık Karabağ ve Ermenistan topraklarından sınırdışı edilmesiyle başlayan acı süreç, 20 Ocak 1990 günü Bakü’de yapılan gösterilerde 132 göstericinin Sovyet askerleri tarafından öldürülmesiyle sonuçlanmıştı. Karabağ’daki Ermenilerin 1992’de bağımsızlıklarını ilân etmeleri Azerilerle Ermeniler arasında Karabağ Savaşı’nı başlatmış, Rusya’nın desteği sayesinde kısa zamanda Ermenistan’ın lehine dönen, tarihe Hocalı Katliamı olarak geçecek olan savaşta 25 Şubat 1992 günü yüzlerce Türk Ermeniler tarafından öldürülmüştü.
Ayrılmadan evvel Azerbaycan’ın yıllardır verdiği savaşın şehitlerini ziyaret etmek istiyor Hocam. Bu milletin onca acıya nasıl dayandığını, göğsünü nereye dayayıp başını nerelerde serinlettiğini, devam etme gücünü bulduğu köklerindeki iman hazinesini göstermek ister gibi bize… Otele dönmeden önce resmî heyetle şehitlikte buluşup son vazifemizi yapmış olmanın huzuru ile yola koyuluyoruz.
…………………………….
Hocam ayrılacağımız sabah otele çok yakın olan Hazar kıyısında yürümek istediler. Onlar denize bizim baktığımız gözlerle bakmıyor, ufku görmeyi zorlaştıran sis perdelerine takılmıyor gözleri. Bu sessiz yürüyüşün sonuna doğru yeni limanların ve yeni bir şehrin yükseldiği kıyılara son bir kez daha bakarak “Paris’e benziyor Bakü. Ancak Batının nizamı ölçüsü, Doğu insanının samimi coşkusu ve aşkıyla birleşmiş burada” dediler. Bir de günbegün buzdolabına istiflemiş olduğumuz pilavları bugün İstanbul’a götürmek için hazırlamamızı istediler. Mevzu ayırt etmeden aynı derecede ihtimam gösterebilmek, insanı kâmilin herkese eşit sevgi ve denk muamele etmesindeki sırlardan birisiydi galiba.
…………………………….
Bu pilavların dolapta bekleyişlerini, her sefer çöpe gitmekten nasıl kurtulduklarını, kaç kez sarılıp paketlendiklerini, Bakü’den İstanbul’a seyahatlerini bir ben bir de Neslihan biliyorduk. Bize sunuldukları an itibarı ile İstanbul’a döndüğümüz gün hazırlanan iftar sofrasına kurulacaklarını ise Hocam. Şimdi her bir tane, belki 40’tan fazla kişiye kurulmuş bu bereketli sofrada O’nun hürmeti ve sonsuz merhametiyle insana karışıyordu.
Kendimi düşünüyorum, hocamla karşılaşmamış olsam, çoktan elimizden çöpe gidecek bu pirinç taneleri gibi, maddî hayatın kimbilir hangi çöplüğünde olacaktım. Oysa şimdi sâyesinde kendilerinin can ve irfan sofrasına kurulmuşuz. Bilemediğimiz şükrü bize bildir ya Rabbim!
Birisi Mesih’ten söz açar da, “Ölüleri nasıl diriltti?” derse, öp dudaklarımı onun önünde ve “İşte böyle” de.
Eğer biri ilgi duyup, hâlimi öğrenmek isterse,
Kaşlarını göster ona, “iki büklüm dolaşıyor” de, “İşte böyle”
Olur ya, Şemseddin de Tebriz’de, bir kerem eder de,
Gösterir vefâsını inceliğiyle, işte böyle.
(Divân-ı Kebir, Hz. Mevlânâ)