Amerika Mektupları (Boston’dan Yurda Bakış: “Bizi Biz Yapan Şeyler”)

Harvard Square’in tam ortasında genellikle semt sâkinlerinin ama husûsiyetle yazarların ve entellektüellerin uğrak yeri olan bir kafe vardır. Bostonlular burada oturur, kahve içer, kitap okur, hararetli konular tartışır. Yazarlar, şâirler, her türlü sanat erbâbı eserlerini burada tamamlar. Hemen ilerideki açıklıkta günün her saati bir konser, bir sergi, bir gösteriye rastlamak mümkündür. Boston ahâlisi sanatın, şehrin ve hayatın nabzını bu kafede, oturduğu iskemleden hiç kıpırdamadan takip eder.

Ben de şu gün itibariyle beş aydır ikamet ettiğim bu şehirle bir tür kaynaşma imkânı olarak, hemen her öğlen gelip kahvemi burada içiyor, gazetemi, kitabımı burada okuyorum. Ancak bu mekânı tercih edişimin ya da câzibesine kapılmamın, daha cana dokunan bir tarafı var ki o da, dört büyük ıhlamur ağacının gölgesine yerleştilmiş masaları, hemen yanında yaz-kış santranç oynamak üzere tasarlanmış taş sehpaları, hiç bitmeyen hareketliliği ve uğultusu ile bu mekânın bana az çok “bizim” Beyazıt’taki Çınaraltı kahvesini hatırlatıyor olmasıdır.

Bugün de, yine aynı câzibenin tesirine kapılarak, kendimi Harvard Ihlamuraltı Kahvehanesi’nde öğlen kahvemi içerken buldum. Şimdi de orada oturmuş “kendimle hasbihal” kabilinden bu yazıyı kaleme alıyorum. Etrafımda hemen her gün gördüğüm, tanış-görüş olduğum, oradan buradan konuştuğum âşinâ kimseler var. Ancak hava ve sudan bahsetmek haricinde, pek fazla ortak noktamız bulunmayan bu grubun içinde olmak yalnızlık hissimi gidermiyor. Hoş, ben zaten, hâlimden memnunum, yalnızlıkla aram iyidir. Hattâ bilenler bilir, yaratılışımın en mühim tarafı bu yalnızlık sevgisidir. Fakat şimdilerde yalnızlıktan öte bir gariplik, bir başka tenhâlık içindeyim. Bir gruba dâhil olma hissini aradığımı, ama bu vesileyle gittiğim hiçbir mekânda, hiçbir toplantıda âidiyet hissi duyamadığımı görüyorum.

Amerika’da çok farklı milletlerin ve kültürlerin birarada yaşaması, bireylere en temel bir unsurda yani “insan” olma noktası etrafında birleşme imkânı sunuyor. Bu çok büyük ve çok idealist bir yaklaşım. Seviyorum. Ama kendimi biraz yoklayınca az-çok meselenin hakikati ortaya çıkıyor ve aslında “biz” duygusunu, “biz” kelimesinin çatısı altında kendisiyle bir olduğum milletimi ve kültürümü özlediğimi farkediyorum. Yüzlerce insanla kaynaştığım bu şehirde ve hasbelkader kendisine karıştığım bu toplum içinde, işin gerçeği, bir sır gibi kendime sakladığım “biz” kelimesini, yüksek sesle telâffuz etmeyi özlüyorum. Daha romantik bir anlatımla, meselâ bir yaz gecesi, dostlarla sabaha kadar sürdürdüğümüz muhabbetler esnâsında, “Biz buraya geldiğimizde, buraları bağlık bahçelikti” demek ya da “Biz Türkler tarih boyunca” diye başlayan ve her kelimesinden hamâset taşan cümleler kurmak istiyorum. O kelimeden taşan birlik ve beraberlik hissini özlüyorum. İnsanlık müştereğinde birleşmek, “biz” denilince bütün bir insanlığı kuşatabilmek güzel ancak “millet” kavramı bu büyük insanlık çatısı altında, insanın kendisinden doğduğu ve kendisine yakın olduğu âilesi mesâbesindeymiş, bunu şimdi anlıyorum.

Oturduğum yerden ancak kendimin işitebileceği tonda, birkaç kere bu aziz kelimeyi büyük bir haz duyarak tekrarlıyorum. Aklıma, “Biz” kelimesini bütün bir Türk tarih ve kültürünü kucaklayacak şekilde kullanan üç mühim şahsiyet geliyor: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sâmiha Ayverdi.

Türk gelenek ve kültürüne lâyıkıyla hâkim olan bu üç büyük sanat dehâsının dilinden “biz” kelimesini işitiyorum ve o anda Orta Asya’nın bozkırlarından atı üstünde dört nala gelerek, Malazgirt’ten Anadolu’ya giren, oradan Balkanlara ve dahî Viyana kapılarına kadar ilerleyen Türk’ün, gelip geçtiği yollar boyunca toplayıp önüne katarak kendisiyle hemhâl olduğu ve yeniden yorumladığı bütün maddî ve mânevî unsurları bir lâhzada duyuyorum. Şimdi o yüksek dimağların affına sığınarak bir cüretkârlıkta bulunacağımı söylemeliyim: Bütün iddialarından uzak olarak yalnızca Boston’da yaşayan bir gurbetçinin ve basit bir talebenin diliyle gönlümde yankılan “biz” hissini anlatmak istiyorum. Bunlar Türkiye’de iken farkedemediğim, ama bir müddet ayrı kalmak sûretiyle varlıklarını keşfettiğim “bizi biz yapan unsurlar”dır:

***

Bizi birleştiren ve biz yapan en temel unsurun “Türkçe” olduğunu hissediyorum. Türk dilini, yani aynı dili konuşuyor olmak ne büyük bir müşterekmiş. Sabah kalkıp sokağa çıktığında, mahallede karşılaştığın komşunla aynı dili konuşabilmek meğer ne büyük bir birlik unsuruymuş. Gece evinde uyurken rüyânda konuştuğun dil ile, sabah olup kapıdan çıktığında konuştuğun dilin aynı olması âdetâ mânâ ile maddenin kaynaşıp bir olması kadar olağanüstü bir hâdiseymiş. Şimdi farkediyorum.

Bizi biz yapan şeylerden ikincisi tarihimiz olsa gerektir. Otobüste birbiriyle tanış-görüş olmadan sabah işine, okuluna, sanatına giden yurdum insanının ortak bir tarihi var. Türkiye’de iken bunun üzerinde hiç düşünmemiştim. Her sabah işime, okuluma giderken, tanımadığım insanlarla birlikte olduğumu düşünürdüm. Ama şimdi ortak bir tarihe sahip olmanın ne muazzam bir birlik unsuru olduğunu, aslında hasbelkader biraraya gelmiş kimselerin dahî ortak bir tarihe sahip olmaları sebebiyle az-çok birbirlerini tanıdıklarını görüyorum. Meselâ, burada sabah otobüsle Harvard’a inerken, yanımdaki kadına dönüp “Mrs. Brown, bugün İstanbul’un fetih yıldönümü, Fatih Sultan Mehmet’in aziz ruhuna el-Fâtiha” diyemem; okuldan çıkan gençlere “Gençler, 19 Mayıs Gençlik Bayramınız kutlu olsun, Atam nur içinde yatsın” ya da dikkatle kitabına eğilmiş papyonlu profesöre, “Hocam, bugün Alparslan’ın  Anadolu’nun kapılarını Türklere açtığı gündür, rûhu şad olsun” diyemem. Desem de bu, o kimselerde bendeki hissi uyandırmaz. Bu bizi birleştireceği yerde ayırır. Zirâ, o otobüsteki herkesin tarihi, kökleri, zafer günleri başka. Oysa memleketimde bizi biz yapan ve aynı gün aynı saatte birlikte çoşturan ya da birlikte duygulandıran ortak bir tarihimiz var.

Bizi birleştiren ve bizi biz yapan şeylerden biri de elbette kültürümüz olsa gerektir. Türkiye’de, İstanbul’da günlük hâdiselerin icbârıyla oradan oraya koştururken ve kendimce bir plan dâhilinde yaşayıp giderken hayatımın son derece kendime özgü, hattâ belki biraz da orijinal olduğunu zannederdim. Hâlbuki buradan bakınca, “hayatım” dediğim ve kendince bir orijinalliği olduğunu düşündüğüm şeyin, aslında bir yönüyle içinde doğduğum Türk kültürünün tabî bir devamı olduğunu görüyorum. Bunu Boston’da mehtâbı izlemeye çalıştığım birkaç ay zarfında yaşadığım acıklı tecrübeler neticesinde anladım. İlk dolunay zamanı gelince, halkın akın akın mehtâbı izlemeye gideceğini düşünmüştüm. Ama heyhat, Boston halkının böyle bir alışkanlığı yok. Bu benim Türkiye’den getirdiğim, Türk kültürüne yani “ben”den çok “biz”e ait olan bir şeymiş. Burada mehtâbın nerede izlendiğini bilen kimse yok. Hattâ daha ötesi, nehirler kendi kendine akıyor, güneş kendi kendine batıyor, gurûba karşı gazel okuyanlar yok, yıldızlar yalnız doğup yalnız ışıldıyor. Oysa “biz”im kültürümüzde  mehtâba ve gurûba saygı duyulur, usul usul akan ince bir ırmak dahî hiçbir zaman yalnız kalmaz, mutlaka kendisine eşlik edecek bir âşık bulunur. Bizim evimizde, her zaman ay aydınlığında fıstıkk ağaçları altına serilmeyi bekleyen bir yaygımız ve cebimizde gurûba karşı yaşaran gözlerimizi silecek bir mendilimiz hazır durur.

***

Dilimiz, tarihimiz, kültürümüz bir… Bizi birleştiren, bir âile gibi yakınlaştıran ortak bir hayatımız var. Harvard Meydanı’ndan okyanus ötesindeki memleketimi düşünüyor ve orada iken farkedemediğim bu birlik unsurlarına hasretle bakıyorum.

Bizim kışın ocaklarda kaynayan tarhana çorbamız, yanına koyduğumuz soğan ile tuzumuz var. Kuru ekmek su olsun, sofradan kalkarken söylediğimiz bir “elhamdülillah” duâmız var. Köpüklü bir acı kahvemiz var ki,  içmeye doyum olmaz, hatrı kırk yıldır diyorlar.

Selâmımız sabahımız var. Bizim mektep arkadaşlıklarımız, o arkadaşlarla, Adalar’da Modalarda, ovalarda yaylalarda içtiğimiz demli çaylarımız var. Soğuk kış akşamlarında muhabbet ederken üzerine tarçın serptiğimiz sahleplerimiz, biz sıcacık evimizde otururken ciğerinin bütün gücüyle “Bozaaaa” diye bağıran seyyar satıcılarımız, Eminönü’nde vapura yetişirken illâ almamız gereken bir simitle közde mısırımız var.

Biz komşuluğu severiz. İyi ve kötü günde dostlarımızın yanında oluruz. Böyle gördük, böyle bulduk. Biz öyle resmî dâvetler, tertipler, kokteyller bilmeyiz, bizim samimiyete binâen işlettiğimiz “Müsâitseniz annemler size gelecek” kabilinden emr-i vâkilerimiz var.

Bizim hâlimiz doğal, tabiî. Çalışıyoruz, gayret ediyoruz, sabrediyoruz ama bizi aşan yerde, aczimizi görerek “Hak’tan hayırlısı” dedirten bir tevekkül idrakimiz var.

Bizim topraklarımızda doya doya yaşadığımız, dört mevsimimiz ve her mevsimle tazelenen tabiat gibi değişen ve zenginleşen bir iç dünyamız var. Bir değişik toplumuz ki, kışın karı, soğuğu içimize işler de, yine mevsime lâf etmeyiz. “Bu sene iyi kış oldu” deriz. Bahar geldi mi eriğimiz, kirazımız elmamız vakitlice açar, birazını toplar, birazını komşuya veririz.

Bir güzellik var bu topraklarda ki, orada güneşin alnında çapa yaparken, bağbozumlarında yapıncak üzümleri toplarken “bu sene iyi yaz yaptı mübârek” diyen analarımız var.

Bizde atalarımızdan yâdigâr ve dünyada eşine rastlanmayan bir misafirperverlik ve diğergâmlık hissi var. Başka kültürlerde misafirin gittiği eve yiyecek ve içeceğini götürüyor olduğunu anlamamıza imkân ve ihtimal yok. Çünkü -inanmayanlar gelsin görsün- bizim her an gelme ihtimali olan Tanrı misafirlerimiz için her dâim hazır duran “misafir odalarımız” var.

Bizim büyüğümüze saygımız, anababamıza sevgi ve hürmetimiz var. Baba ocağı, ana kucağı, şefkat yuvası âilelerimiz var. Çocuklarına değil on altısında, kırkaltısında bile evden çıkarken “Oğlum Allah’a emânet, aman.. ” diyen babalarımız, evden çıkarken “Bir isteğiniz var mı?” diyen evlâtlarımız var.

Bizim memlekette isimlerimizin önünde bize birçok ayrıcalık veren ve görev yükleyen başka isimler bulunur. Meselâ Nermin Hanım, bazen Nermin Teyze olur; bazen Nermin Bacı… Sonu gelmez ünvanların, -Nermin Abla, Anne, Yenge, Elti, Görümce- kültürümüzde sonu yoktur. Çünkü âilemizden başlayarak akrabamız, dostlarımız ve komşularımızla devamlı sûretle bir irtibâtımız ve bu irtibâtın bize yüklediği sorumluluklarımız var.

Biz atılgan, heyecanlı, hareketli, kanı kaynayan, lider ruhlu, başı çekme ve önde gitme tabiatında olan bir milletiz. Yaradılışımızda, kanımızda, toplum yazgımızda bu var. Kimi yerde konuya dâhil olup hakkı söyleme ve işleme gereği duyarız. O yüzden arada işlerin hakkaniyete ters gittiğini gördüğümüzde sesimiz yükselir, alnımızın ortasındaki damar belirir, nabzımız hızlı atar. Ama bu durum, temeldeki iyi niyete halel getirmez, zirâ bizim delikanlı ruhûmuzu dize getiren, bize hoşgörüyü, sevgiyi birliği öğreten Yunus Emremiz, Mevlânâmız, Hacı Bektâş-ı Velimiz, Hacı Bayramımız var.

Bizim aşk başımıza vurduğunda dinlediğimiz bir Müzeyyen Senarımız, Zeki Mürenimiz, bir Sezen Aksumuz var. Rumeli Türkülerimiz, bağlamamız, kemençemiz, udumuz var. Neşemiz hadden aştığında ağır başlılığı bir kenara atıp oynadığımız, roman havalarımız, horonumuz, halayımız ve 90’lı yıllardan bu yana günlük hayatın her safhasında bize enerji veren güçlü bir pop müziğimiz var.

Dağların denize parallel uzandığı Karadenizimiz, bizim tarih yazan Çanakkalemiz, billûr bir kâse gibi ışıldayan Egemiz, başlı başına bir kültür yaratmış Akdenizimiz, bizi maddî-mânevî besleyen Orta Anadolumuz, efsâneler yurdu Doğu illerimiz, sıra gecelerinde memleket aşkını, sevgili aşkını, bütün güzellerde tecelli eden, Allah aşkını terennüm eden Güneydoğumuz  var.

Bizim yere düşürmekten delicesine korktuğumuz, ay yıldızla taçlanmış, milletin kanıyla sulanmış kutsal addediğimiz bir al bayrağımız, o bayrak altında gözyaşlarıyla okunan İstiklâl Marşımız var.

Ne çok şey var Allahım… Allahım, bu nasıl zengin bir kültür…

Biz öyle bir toplumuz ki, her vesileyle adını zikretmekle şad olduğumuz, birliğine sığındığımız, aziz ve celil olan “Allah”a inancımız var. Beş vakit minârelerden okunan ezanımız, o ezanlar yüzü suyu hürmetine ettiğimiz duâlarımız, bizim -çok şükür-  Hakk’a ibâdete, halka hizmete çağıran Hz. Muhammed Mustafa’ya muhabbetimiz var.

Harvard Meydanı’ndan okyanus ötesindeki vatanıma, yurduma, yurdum insanına, “biz”e bakıyorum. Çevremde farklı kültürlerden halka halka toplanmış insanlara sevgiyle bakarken, şimdi her köşesi burnumda tüten memleketime ve oradaki “biz”e muhabbet ve aşkım kabarıyor.

Ken’an Rifâî’nin “Yanımdadır, Yemen’dedir; Yemen’dedir, yanımdadır” sözü vücud buluyor. Kendimi bugüne kadar hiç hissetmediğim ölçüde Türkiye’de ve Türk olarak buluyorum.

Allahım, bizi biz yapan, birleştiren,

İnsanlık çatısı altında, bir ana kucağı ve baba ocağı gibi kendisiyle huzur ve güven bulduğumuz ülkemizi,

Birliğimizi,

Dirliğimiz dâim et.

Orada okunan ezanlar hürmetine,

O ezanda adı geçen Habibin hürmetine

Tüm insanlık âlemini koruduğun, gözettiğin, rahmet ettiğin gibi,

Bizi de koru, rahmet ve cemâlinle muâmele et,

Diyerek başlayan uzun bir duâya koyuluyorum.

 

Ne Haber? Cemâlnur Sargut’tan Yeni bir Kitap: Ayetü’l Kürsî

Hepimizin dilinden düşmeyen ve düşmemesi gereken bir sûre olan Ayetü’l Kürsî ile korunuruz, ferahlarız, adımlarımızı atarız, sarıp sarmalanırız.

 

Bu sûreye dâir yepyeni bir kitap, çok yakında okuyucusu ile buluşuyor. Kitabın yazarı Cemâlnur Sargut bakın ne diyor: “Âyetü’l-Kürsî’nin tamamı, Allah’ın kulunu hıfzetmesini anlatmaktadır. Allah kulunu, onun hiçliğini ve kendi büyüklüğünü göstererek korur. Âyetü’l-Kürsî kalplere dirilik verir. Îmanı zaaftan korur. Tevhid konusunda bizi muhâfaza eyler. Âyeti okudukça îman güçlenir, îman güçlendikçe Âyetü’l-Kürsî, eman hikmetiyle bizi hıfzeder, tevhid ve ihlâs sırrını kalplere ilka eder.”

 

Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi  “Her şeyin bir şerefesi var. Kur’ân-ı Kerîm’in şerefesi de Bakara Sûresi’dir. Bu sûrede bir âyet vardır ki Kur’an âyetlerinin efendisidir: Âyetü’l-Kürsî”

 

Kitap, Bakara Sûresi’nin 255. âyetinin adı olan ve tevhid akîdesini anlatan Allah’ın yüce zâtı ile ilgili temel ilâhî meseleleri kapsamaktadır. Adını, âyetin içinde geçen ve “taht, hükümranlık, ilim, kudret” gibi mânâlara gelen “kürsî” kelimesinden almıştır. İlâhî saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah Teâlâ’nın zâtını ve sıfatını hem târif eden hem de maddî ve mânevî kuvvetlerinin son derece açık şâhitliği ile ispat eden bu âyet, Kur’an âyetleri arasında en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir. Çünkü ilmin kavranması için önce Allah’ın ve O’nun sonsuz kudretinin tanınması gerekmektedir.

 

Cemâlnur Sargut tarafından derlenen Âyetü’l-Kürsî, çeşitli tefsir çalışmalarının yanı sıra insân-ı kâmillerin yorumlarından faydalanılarak âyetin tasavvufî mânâsının derinlemesine incelendiği bir şerh çalışmasıdır. Bu eserde okuyucu, Allah, İlâh, Hû, Hüve, Hüviyet, Hayy, Kayyum, Hâfız gibi isimler ile Arş ve Kürsî’nin hakîkatini tefekkür etme fırsatı bulacaktır.