İstanbul Günleri-1: Şehzâdebaşı

 

Merhaba… Benim adım Elif; Elif Dinler. Buralarda yeniyim. Sizlere öncelikle selâm edeyim dedim. Hayatın akışı beni onbeş yıl sonra yurtdışından İstanbul’a döndürürken elime yol kitabı olarak Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri”ni verdi. Hani dedim, uzun yıllardır uzak olduğum İstanbul’u kişisel bir merakla tekrar keşfetmek niyetindeyken bunu neden Sâmiha Ayverdi’nin izinden giderek yapmayayım?
Ancak doğma büyüme İstanbullu olmayan ben acaba bu keşfin hakkını verebilir miyim? Hayatımın değişik dönemlerinde yaşadığım İstanbul ile ilişkim öyle bölük pörçük ki acaba onunla tekrar yakın olabilir miyim? Tüm tereddütlerime karşın biliyorum ki cömert… Ana rahmi gibi genişleyerek milyonlarca evlâdını içinde saklayan İstanbul, benden de yüz çevirmeyip fırsat verecek.
Zor olan, asıl Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri’nin izinden gitmek. Derin İstanbul kültürünün, her satırından fışkıran İstanbul aşkının, mükemmel üslûbunun üzerine söz söylemek hangimizin haddine düşmüş? Benim nâçizâne arzum Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, kendi İstanbul parçalarımı biraraya getirmek ve sizi biraz gezdirmek, biraz düşündürmek.
Kâh istiğrak göklerinde kanat açan, kâh ara sokak izbelerinde ve dükkânlarında dolaşan onun fikir kuşu bize yol göstersin, olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.
Şehzâdebaşı ve Mâzi Tahassürü (Geçmiş Özlemi)
Saygıdeğer Sâmiha Anne, İstanbul semtlerini anlattığı İstanbul Geceleri kitabına bir zamanların şevk ve eğlence merkezi olan bu doğduğu yer ile başlamış, biz de öyle başlayalım.
Sâmiha Anne’den ve biraz da internetten öğrendiğimize göre Şehzâdebaşı, zamanının kalbur üstü semtlerindenmiş. İstanbul Türkçesi’nin en güzel konuşulduğu yerlerden biriymiş. Tarihi, Bozdoğan Su Kemeri’nin tanıklık ettiği gibi, Bizans dönemlerine kadar gitmekteymiş. Kaynaklara göre Osmanlı İstanbul’unun ilk kurulan semti olan Saraçhâne, Şehzâdebaşı olarak bilinen bölgeyi de içermekteymiş. Şehzâde Câmii’nden dolayı halk arasında buraya Şehzâdebaşı denmiş ama hiçbir zaman semt olmamış. Hangi şehzâde olduğunu televizyon dizisi Muhteşem Yüzyıl’ı takip edenlerden Şehzâde Mehmed olarak öğreniyorum. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa Külliyesi, Direklerarası, Kalpakçılar Çarşısı’nı görülecek yerler listesine ekledikten sonra yola çıkıyorum.
Bu keşif için heyecanlıyım, Sâmiha Anne’nin kitabını yazmasının ardından 60 yıl sonra acaba ne bulacağım?
Kadıköy’den yolculuğuma başlıyorum. Navigasyon veya cep telefonu ile yol aramak yerine sora sora bulmaya ve toplu taşıma araçları kullanmaya karar veriyorum. Hem gezimiz daha maceralı olsun hem de çevreyi gözlemlemeye faydalı olsun diye… Kadıköy metrosunda “Şehzâdebaşı’na nasıl gidilir?” sorusuna “Orası neresi?” yanıtını alıyorum genç görevliden. Pek iyi bir başlangıç sayılmaz. Sonra Ayrılıkçeşmesi’ne gidip oradan Marmaray’a geçiyorum. Yenikapı’da bir metro hattı ile Vezneciler’e yönleniyorum.
Hem Maramaray hem metro temiz, hızlı ve düzenli; İstanbul ben görmeyeli iyi bir toplum taşıma sistemine sahip olmuş. Metrodaki insanları inceliyorum, yanıma Araplar oturdu, karşımda bir Uzak Doğulu var, durakta beklerken iki Rus kadın hararetle konuşuyordu. Bunların hiçbiri turist tipi değil, çevreye bakışlarında günlük hayatların âşinâlığı var. İstanbul sanki pek çok yabancının yurt tuttuğu uluslararası bir şehir olmuş.
Metrodan Şehzâdebaşı ve Vezneciler arasındaki bölgeye çıkıverdim işte! Burası meşhur Direklerarası imiş. Zamanında Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın yaptırdığı külliyenin yaşaması için vakfedilen dükkânların önünden gelip geçeni yağmur ve güneşten koruyacak revaklı bir yol yapmışlar, bu nedenle Direklerarası adı verilmiş bu kısma. Burası ilk sinema ve tiyatronun şehre geldiği yer. Tabiî artık ne direkler ne de eğlence yerleri var. Sıra sıra dizilmiş küçük vakıf dükkânlarının çok az bir kısmı günümüze ulaşmış. En eski püskü olanlarından birine, bir berber dükkânına girip dükkânın tarihini soruyorum, anlatıyorlar. Artık vakfa ait değilmiş, kişiye aitmiş ve arkadaki külliyenin geri kalan kısmı tâmirdeymiş. İbrahim Paşa’nın türbesi ile ilgili bir bilgi de yok. Sâmiha Anne’nin hararetle övdüğü İbrahim Paşa’ya ait türbeyi ziyaret edemeyeceğim anlaşılan.
En iyisi Şehzâde Câmii’ne yollanayım ben. İbrahim Paşa Külliyesi gibi Şehzâde Mehmed Külliyesi’nin de restorasyonda olduğunu kaldırım kenarına asılmış büyük ilânlardan anlıyorum. Bu arada târihî binaların birinde aralık bir kapı çıkıyor karşıma, yavaşça içeri süzülüyorum. Güllü bir iç bahçedeyim. Büyük birkaç salon buraya açılıyor; birinde kütüphane, birinde geniş eski mutfak, diğerinde ofisler var. Ofislerin birinde masada oturan memura binanın tarihini soruyorum. Burası Şehzâde Külliyesi’nin aşeviymiş, zamanında fakirlere yemek dağıtılırmış. Şimdi bir üniversitenin mezunları lokali olmuş.
***
Ezan okunuyor, öğle namazını Şehzâde Câmii’nde kılıyorum. Şehzâde Mehmed Câmii ve Külliyesi, Mimar Sinan’ın çıraklık eserim dediği bir yapıt. İnşaatı 4 yıl sürmüş, 1548’de tamamlanmış. Sultan Süleyman için başlanan câmii, Şehzâde Mehmed’in genç yaşta ölümü üzerine onun adına inşâ edilmiş. İçi geniş ve bakımlı denecek câminin bahçesi pek iyi durumda değil. Şehzâde Mehmed’in türbesinin hangisi olduğuna dâir yazı bulamıyorum ama nerede olduğunu tahmin edebiliyorum. Lâkin oraya giden bahçenin kapısı kilitli ve ardında gerilmiş iplerde çamaşır asılmış. Eski mobilyalar da türbe bahçesinin bir kenarına atılmış.
Eskiden câminin karşısı muhteşem konaklarla doluymuş, Sâmiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi Konağı” adlı kitabında anlattığı gibi… 1950’lerde hoyrat imâr hareketi çerçevesinde bu konaklar o zamanın imâr hareketinin simgesi caterpillarla yıkılmış. Sâmiha Anne’nin detayları ile anlattığı çocukluğundaki bu evler ve yaşam biçimi yitip gitmiş.
Sizi Vefâ Bozacısı’na götürsem bu darı irmiğinden yapılmış yıllardır kimliğini koruyan içecek, Şehzadebaşı’nda yiten güzelliklere yanan yüreğinizi serinletir mi?
Sâmiha Anne, 1952’de Şehzadebaşı’nı yarı cansız hayat yaşayan yarı bunak bir zavallı olarak tanımlamış. Çocukluğunun mevkisi olan şahsiyetli göz alıcı itibarlı Şehzâdebaşı’nı kendi deyimi ile mâzi tahassürü (geçmiş özlemi) ile bize anlatmış. Ben 2014 yılında size küllerinden yükselen bir Anka Kuşu Şehzâdebaşı anlatmak isterdim ama anlatamıyorum yazık ki…
Gülmeyen kimsenin gamzesi zamanla yok olur mu?
Sâmiha Ayverdi, çocukluk anılarında Şehzâdebaşı’nı çevre semtlerin tepecikleri arasında bir gamze gibi tanımlamış. Şimdi ise bir yandan taassup Fatih bastırmış, diğer yandan Rus işgalindeki Laleli yayılmış Şehzâdebaşı eteklerine. Vezneciler’den taşan öğrenci nüfusu devralmış bir ucunu, gülmeyen güzel yüzün sanki gamzesi yitmiş.
Ne bekledik ki? Yine Sâmiha Anne dememiş miydi mâziyi aynen yaşatmak, hatta muhâfaza etmek, devirlerin taşıyamacağı yüktür diye? O zaman ne yapalım, mâziye nasıl bakalım?
***
Geçmiş yıllarda New York Times’da bir yazı okumuştum “geçmiş özlemi” ile örtüştürebileceğimiz “nostalji” kavramı üzerine… Yunanca “Nostos” (eve dönme özlemi) ve “algos” (acı) kelimelerinden isimlendirilmiş “Nostalji”nin ille negatif acı veren bir duygu olması gerekmediği üzerine İngiltere Southhampton Üniversitesi Psikoloji bölümünde bir araştırma yapılmış. Nostaljinin aslında köklerimizi, özümüzü bilme, bundan güç alarak geleceğe ilerleme, hayatımıza renk katma, kendimizi iyi ve ilişkilerimizi doygun hissetmeye faydalı olabileceği savunulmuş.
Örneğin size söz ettiğim bölük pörçük İstanbul anılarımdan aklıma geldi. İzmir’den İstanbul’a okumaya geldiğiminin ilk ayında Haşim İşcan Geçiti civarında kaybolmuştum. Her taraftan gelen arabalar, otobüsler ve insanlar beni ne kadar ürkütmüştü. Ondan beri Avrupa’da ve Amerika’da yaşadım, ne bilinmez yollara girip belki de mâzinin bu tecrübesi ile yolumu buldum.
Bir de geçmişten sürpriz vardı bana bu Şehzâdebaşı gezimde. Vezneciler’de İstanbullu babamın okulu İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi karşıma çıkıverdi. Allah rahmet eylesin. Ayaklarım beni binaya götürdü, koridora soktu. Sanki babamın zamanında teneffüs ettiği havayı içime çektim. Ciğerim ısındı, kalbim cilâlandı. Mâziyle alış verişin gerçekten faydaları var anlaşılan New York Times’ın dediği gibi.
Tabiî ben eskiden New York Times yerine Sâmiha Ayverdi’yi takip etseydim zaten bunları ve daha da fazlasını bilirdim. Sâmiha Anne mâzi tahassürü, nostalji veya geçmiş özlemine değinip de geçmemiş. Bize mâzi denen tohumu hâl tarlasına ekmemizi söylemiş ki çoğalsın yararlanalım diye. “Kimisi mâzinin yıllandırılmış tohumunu karanlık küflü mahzenlerde tutmak istemiş. Kimisi de toptan bu tohumu çöplüğe atıp yerine doğamıza uygun olmayan yabancı tohumlar ekmek istemiş” diyor Sâmiha Anne. Ne doğru… Hissediyorum ki bunu sadece koskoca Türk Tarihi için değil, aynı zamanda da kendimizi bilmediğimiz o ezel âlemi mâzisi için de söylemiş.
Hadi gezimizi sonlandıralım artık ve hep birlikte kulak verelim Sâmiha Anne’nin andığı muhteşem Şehzadebaşı Ramazanlarının yıldızı Tamburî Cemil Bey’in Çeçen Kızı adlı bestesine. (http://www.youtube.com/watch?v=s5BkmxMZCs8)
Ve düşünelim, mâziyi nasıl hal ederiz?
Not: Düşüncelerinizi ve Şehzadebaşı anılarınızı paylaşmak isterseniz, email: elifKdinler@gmail.com

 

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın