İstanbul Günleri-5: Aksaray’ı Dinliyorum

Bu ay Aksaray’dayız.Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabı bizi sanki bir diyardan başka bir diyara götürüyor; karşımıza öyle renkler, sesler ve kokular çıkarıyor ki fark etmeden geçemiyoruz.

O’nun fikir kuşu bize yol göstersin;olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

İstanbul’da kışın bahara bir türlü teslim olamadığı, soğuk-sıcak gelgitler yaşadığımız bu dönemininoldukça ılık ve güneşli bir gününe rastladı gezimiz. Sâmiha Anne de kitabında benzer mevsimde başlamış Aksaray’ıanlatmaya. Eski zamanlarda, havaların ısınmasıyla mahalle kahveleri sandalyelerini dışarı çıkarıp bahar hazırlıklarına başlarmış. Refah dönemleri olan 16. ve 17.yüzyılda Aksaray’daki mahalle kahvehaneleri estetik inceliklerle dolu, usta kalemdarların, oymacıların elinden çıkmış yaldızlı, nakışlı, havuzlu, her zümrenin toplantı yerleriymiş. Buralarda çubuk içilir, en parlak şiir, edebiyat ve mûsıkîmeclislerinin sahnesi olurmuş.

O zamanki kahvehane tiplerinden biri de semâîkahvesi denilen bir çeşit çalgılı kahvehane imiş, Sâmiha Ayverdi’nin anlattığına göre bunları diğerlerinden ayıranbaşkalık, çeşitli semâîkahvehanelerinin takımları ile karşılaşmalar yapılıp semâî, koşma, mâni, muammâ(bilmece) yarışına çıkılması, böylece de halk espri edebiyatına bir hayırlı hizmet edebilmesi imiş.

Kahvehanelersadece Aksaray’da değil, tüm İstanbul’da artıkyok olmuş olsa da bu gezi için yıllar sonra buluştuğum üçüncü kuşak Fatih/Aksaraylı eski bir arkadaşımla kahve içecek güzel bir mekânı zar zorda olsa bulabildik. Umuyorum ki eski arkadaş Aksaray’da bugün gözümüzün görebileceğinden, kulağımızın duyabileceğinden fazlasını bize aktarsın. Zira şimdiki Aksaray semti,içinden koca bulvar geçen, trafik uğultulu, orta ayar dizi dizi otelleri, Rusya ile ticaret yapan dükkânları, çeşitli hastaneleri ile anlatması çok ilginç ve özgün bir yer gibi görünmüyor.

Belki de PertevniyelVâlideSultan Camii ve Ragıp Paşa Medresesi, üzerineiki söz edilebilecek eserler. PertevniyelVâlideSultan Camii 1871’de açılmış, Osmanlı’nın yaptığı en son camilerdenmiş. Tabii girişinde yazılan Eski Türkçeyi okuyup hangi VâlideSultan olduğunu anlayamıyoruz ama Google ile II. Mahmut’un eşi, Abdülaziz’inannesiVâlideSultanolduğunuöğreniyoruz.Cami yapımında Gotik, Hint ve Türk mimârîtarzı bir arada kullanılmış, İtalyan bir mimara yaptırılmış. Şimdi yollar ve alt geçitin girişine gizlenmiş, gelip geçerken fark bile etmediğimiz ön kapısındaki taş işçiliği en iyi örneklerdenmiş.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Anadolu’nun değişik yerkerindenhalkı İstanbul semtlerine yerleştirmiş. Sadrazam İshak Pasa’nın Karaman seferi ardından da İç Anadolu’nun Aksaraylısından İstanbul’a yerleşenlerle bu semt Aksarayolmuş. 19.yy’a gelinceAksaray, Şehzadebaşı ve Çarşamba gibi zamanın kalburüstü semtlerine komşu olması ile değerliymiş. 1950’lerdeki imar hareketi, açılan yollar ile o kalburüstü semtlerin insanları Aksaray civarında yeni yapılara geçmiş. 1980’lerde İstanbul’un dışardan çok göç alması, semti değiştirip bazılarına göre kalitesini bozmuş. Artık eski nesillerden gelen doğma büyüme Aksaraylı, ben Aksaraylıyım diyemez olmuş, çoğu başka semtlere taşınmış.

Sâmiha Ayverdi, Aksaraylıyı şöyle anlatmış:“Aksaray’ın, kuvvetini aile bağlarından alan ve cemiyet ölçülerini mukaddes bir hudut belle­yip ileri geri çalkalanmayan sınıfı içinde hayat çok temiz ve sâde geçerdi. Zâten cemiyeti de ayakta tutan, şehrin her tarafında aynı ölçülere sadâkat ve bağlılığı sabit, bu aile çevreleri değil miydi?”Sâmiha Anne “Bir Dünyadan Bir Dünyaya“ kitabında da Türk ailesine değinir ve şöyle der: “Haram ile helali,doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini, mektep sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil ne kadar bahtiyardır.İşte kütlelerin mukaddes bir zincir halinde birbirine emânetettiği bu terbiyeyi devam ettirmek, Türk ailesinde bir iman borcu idi. Onun için de aile Türk fikriyat ve ahlâkının bir mecellesi (içinde hikmet bulunan sayfası) olmuştu.”

Acaba Türk ailesibu iman borcunuhangi nesilllere kadar taşıdı? O günden bu güne ne kaldı?

Sâmiha Ayverdi kelimeler, satırlar, sayfalar, kitaplar dolusu yazmış, bize eskiyi nasıl toptan çürüğe çıkarıp küçümsediğimizi, eskiden ruh hijyenine tahsis ettiğimiz enerjimizi şimdi toptan başka işlere harcadığımızı… Eskilerden değerlerimizi bize örneklerle anlatmamış mı; katlanmak, sabretmek, ferâgat, toksözlülük, başkalarını düşünme/dîger-binlik, gayret ve çalışkanlık… Ardından da sormuş:“Acaba iman deyince neden fikir ve duygu tarihimizin hârikulademotiflerini düşünmüyor da, şarkın taassup çizgilerini, bir medrese dogmatizminin basiretsiz inadını hatıra getiriyoruz? İnsana insanlığını göstermeyen ve onu beşeriyete bir dert kılan başıboş bırakılmış heves ve meyillerimizi sınırlamak, hiç değilse uyarmak için huyları teftiş edici, bencillikle çarpışıcı bir iç terbiyesi, iç kontrolü, söyleyin niçin tekmelenir, niçin küçümsenir?“

Dinde taassubusıkça eliştirenSâmiha Anne, medrese mantığının insanın doğasında olan şüphe ve arayıcılığa hürmet etmediğini söylemiş ve eklemiş: “Böylece de bir yanda felsefe ve ilim dünyası, bir tarafta madde ve keşifler dünyası alabildiğine koşup dururken, taassup ve inadı, iki kıyâmet şâhidi zanneden şekilci din adamı ilim ve fen davâsıgüdeni taşlamasını unutmadı. Amma ne yazık ki bu arada din, kabahatin kendinde olmayıp, din adamı geçinende olduğunu söyleyenden mahrum,…bir dinsizler zümresinin çomağına çelik olup kaldı.”

Aksaraylı arkadaşımla kahvelerimizi muhteşem bir Haliç manzarası karşısında içerken Türk ailesinde her neslin iman anlayışı nasıl değişti sorusu hâlâ aklımda. Ailesinin hikâyesinden öğreniyorum ki, babaanne orucunda namazında, ama bunu daha çok bir gelenek, bir kültür olarak yaparmış, mutaasıp değilmiş. Annesininnesline iman mirasından oruç intikal etmiş, arkadaşınnasibine de yaratıcıya,Allah’a inanmak yâdigârkalmış. Gelecek nesilleri konuşurken de çocuğunun kendi inanç anlayışını özgürce arayıp bulmasını ve dogmalara pabuç bırakmamasını dilediğini öğreniyorum.

Oradan buradan konuşuyoruz arkadaşımla. Haliç’te eskiden tersane varmış; Orhan Veli “İstanbul’u Dinliyorum“ şiirinde “Çekiç sesleri geliyor doklardan“ derken buradan söz ediyormuş. Gerçekten de Lodos rüzgarıyla o “tok tok“çekiç sesleri Aksaray’dan duyulurmuş. Artık tersane kaldırılmış ve o sesler yok. Ama şimdi ben karşımda bir hâlis kalbin tok seslerini açıklıkla duyuyorum. Arkadaşın misâfirperverliği, iyiniyeti, samimiyeti, anlatamadığım derdimi anlaması, benim için dertlenmesi, istemeden vermesi, karşılık beklemeden vermek istemesive tüm bunları benim gibi yıllardır görmediği yabancıya yani herhangi birine doğallıkla yapması…Uzun yıllar yurtdışında kendisini ve kendi dünyasını merkez alanların arasında yaşadığım için bu durumun bana ne kadar değişik geldiğini anlatamam.Sanki SâmihaAnneye müjdeyi vermek ister gibi hemen aklıma notumu alıyorum:

“İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylı, artık Aksaray’da oturmasa da, Aksaraylıyım diyemese de, imanı taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktarmayı başarmış.

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın