Dört yazı olarak planladığım “akış” konusunun bu yazısında size “akış” deneyimini tetikleyen unsurlardan bahsedeceğimi belirtmiştim. Neden bu deneyimi yaşayan insanların bir süre sonra sürekli bunun peşinden koşar hale geldiklerine, “akış” anında neler yaşadıklarına, beyinlerinde ve bedenlerinde neler olduğuna da yine bu yazıda değinmeye gayret edeceğim.
Geçenlerde komşumuzun 82 yaşındaki annesi ile biraz sohbet ettik. Bütün ömrünü nasıl hiç durmadan çalışarak geçirdiğini, çocuklarını ve köydeki yeğenlerini nasıl büyüttüğünü anlattı bana. Köyden kalkıp başka bir ülkeye gitmenin ve orada hiç bilmediği bir çevre ve kültürde ayakta kalabilmenin ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu… Bugün dönüp baktığında ise geçenin yıllar değil ömür olduğunu gördüğünü söyledi ve ekledi: “DEĞMEZMİŞ…”
Onun zaman içinde yolculuk eden gözlerine bakarak onu dinlerken kendi kendime sormadan edemediğim bir soru oldu: Yılların çabası, fedakârlığı, yatırımı, kan ve teri kimileri için yorgunluk, yıpranmışlık, koşuşturma içinde boşa harcanmış bir ömür etkisi yaratırken kimileri için nasıl böylesine mükâfatlandırıcı, olağanüstü bir tecrübeye dönüşmekteydi? Benzer binlerce, onbinlerce saat neyin yarattığı fark ile böylesine iki farklı etkiyi oluşturmaktaydı? Elde edilen maddî olanaklar, kazanılan unvanlar, ego tatmini ya da bu türden bir başka kazanım ise bu durumda ayırt edici görünmemektedir. Farkı yaratan bizzat sürecin, deneyimin ta kendisidir. İki etki arasındaki en ayırt edici unsur “akış” deneyimlerinin sıklığıdır.
Şimdi gelelim işin biraz beyin kimyası ile ilgili olan kısmına… Beynimizde, hepimizin en azından adını birkaç defa duyduğumuz, bazı kimyasallar salgılanmaktadır. Bunların en harcı âlem olanı dopamindir. Dopamin en genel ifadesiyle bize zevk veren “hadi bi daha yapalım” iç sesini harekete geçiren bir kimyasaldır. Her ne zaman ödüllendirildiğimiz duygusunu yaşıyorsak, o anda sistemimizde dopamin bolca dolaşıyor demektir. “Akış” esnasında başrolde yer alan beyin kimyasallarından biri olan dopamin aynı zamanda öğrenme üzerinde de oldukça etkilidir ve sinirbilim uzmanları bu sayede daha hızlı ve kalıcı öğrendiğimizi ifade etmektedirler. O halde öğrenme ancak ona eşlik eden bir keyif duygusu varsa daha güçlü ve kalıcı olmaktadır. Bu yazıda değinmekle yetineceğim diğer beyin kimyasalı ise norepinefrin olup enerjiyi artırır ve dikkati odaklar. Yaptığımız işe adeta kilitlenmemizi sağlar.
Şimdi öyle bir meşguliyet düşünün ki size muazzam zevk versin, enerjinizi artırsın sizi adeta hedefe kilitlesin ve daha önce potansiyelinize, kapasitenize dair hiç bilmediğiniz sırları size aşikâr etsin… Böyle bir meşguliyet içinde kim geçen zamanı sayabilir ki? Ya da kim ne kadar yorulduğunu veya yıprandığını düşünebilir ki? Kim hakikaten kendi bedenine dair en ufak bir farkındalık hissedebilir ki? Yaptığı işe karışıp, gider; yok olur meşguliyetinin içinde. Büyüklerin “şugul cenneti” dedikleri cennet bu mudur acaba? Eğer öyleyse kim bu cenneti dünyada bulmak istemez ki? Öyle görünüyor ki buna sırtımızı dönmek ne mümkün ne de akıl işi…
İşte tam da bu nedenle “akış”a kendisini kaptırmış araştırmacılar, bu deneyimi en sık yaşayanları yakından inceleyerek konunun bir haritasını, bir modelini çıkartmaya çalışmaktadırlar. Adrenalin sporcularının aksine bizim gibi “sıkıcı hayatlar”ı olanlar için de yaşanılabilir bir deneyim haline getirebilmek için bazı tetikleyiciler arayıp bulmuşlardır. Bu tetikleyicileri günlük hayatlarımızda kendi meşgalelerimize uyarlayabilirsek bizlerin de –her ne yapıyor olursak olalım- “akış”ı deneyimleyebileceğimizi ve kendi kapasitemize dair daha pek çok şeyi fark edebileceğimizi iddia etmekteler.
En genel hatlarıyla, sizleri detaya boğmadan anlatacak olursam bu tetikleyiciler çevresel ve içsel tetikleyiciler olarak adlandırılabilir. Çevresel tetikleyiciler, içinde bulunduğumuz ortama aittir ve adrenalin sporcularının tersine bizler kendi çevremizi “akış”ı kolaylaştıracak şekilde tasarlayabiliriz. Meselâ çalışma ortamımızı olabildiğince dikkat dağıtıcı unsurlardan arındırabiliriz bu şekilde daha uzun süre belli bir konuya odaklı kalabiliriz. Araştırmacılar odaklanmanın bozulmasının ardından yeniden odaklanabilmek için minimum 15 dakika harcamamız gerektiğini söylemektedirler, tabii eğer yeniden odaklanma mümkün olabilirse…
Bir diğer çevresel tetikleyici, risk ve tehlikeyi artırmaktır. Riskin olduğu yerde belirsizlik vardır ve belirsizliğin olduğu yerde ise dopamin daha fazla salgılanarak öğrenme sürecini hızlandırır ve dikkatin odaklanmasını sağlar. Riskin olduğu yerde bir sonraki adımı tahmin edemediğiniz için anın içinde kalıp anlamaya çalışırsınız, “akış” ise bir “anda olma” deneyimidir. Geçmişi ya da geleceği düşünerek “akış” haline geçemezsiniz.
Diğer bir tetikleyici unsur da “özgünlük”tür. Doğada kendiliğinden var olan bu unsuru bizler, rutinlerimizi değiştirerek günlük yaşantımıza katabiliriz. Bir yerden bir yere giderken farklı yollar kullanmak, farklı bir yerde farklı insanlarla tatil yapmak, farklı modeller, farklı sistemler kullanmak gibi rutini bozacak şeyler de yine belirsizlik yaratacağı için dopamin ve norepinefrin salınımını artıracaktır.
İçsel tetikleyiciler ise kişinin inançları, değerleri, yetenekleri, bakış açısı ve yaklaşımları ile ilgili unsurlardır. Sabit fikirli ve kibirli (“ben bilirim”, “benim yolum doğru”) bir yaklaşım benimsediğimizde özgünlük ve belirsizliği ortadan kaldırıyoruz. “Akış” deneyimi ise ancak tevazu zemininde yeşerebiliyor. Mütevazı kişi yeni ve bilinmez olana karşı daha açık olduğundan duyuları üzerinden sisteme daha fazla veri girmesine izin vermektedir. Daha fazla veri daha fazla bilgi demektir. Bu da yine dopamin salınımını artırarak bizi farklı deneyimlere daha açık ve “akış”a daha yatkın hale getirmektedir. Özellikle son yıllarda yapılan araştırmalar insan beyninin “multi-tasking” (çoklu-görev) için yaratılmadığını ve ancak tek bir anda dikkatini tek bir şeye verebildiğini kanıtlamıştır (araba kullanırken telefonla konuşma konusunu belki tekrar düşünmek istersiniz!). Dolayısıyla “akış” deneyimi yaşamayı istiyorsak mutlaka “şu an”da olmalı ve dikkatimizi tamamen yaptığımız işe vermeliyiz. Bizler ise her yerde aynı anda olmaya ve her işle aynı anda uğraşmaya çalışırken hiçbir yerde tam anlamıyla olamıyor ve hiçbir şeyi hakkıyla yapamıyoruz. Bu da beraberinde tatminsizlik ve yorgunluğu getiriyor ki, “akış” deneyimi bunların zıddının olduğu yerde gerçekleşiyor.
İçsel unsurlardan bir diğeri “net hedef”tir. Buradaki net hedef, tam önümüzde duran hedeftir. Uzun vadede, geleceğe yönelik hedefimizin olması da oldukça önemlidir ama burada kastedilen “an”ın içindeki hedeftir. Bir basketbol oyuncusunun net hedefi o anda eline gelen pası baskete çevirmektir. Bir sonrakini ya da maçın son dakikasındakini değil.
Bu yazıda değinmeyi istediğim en son tetikleyici unsur ise zorluk/beceri oranıdır. Yaptığımız işlerin, aldığımız görevlerin zorluk seviyesi ile becerilerimiz arasındaki doğru oranın “akış” deneyimi için zemin oluşturduğu söyleniyor. Yani meşguliyetimizin zorluk seviyesi becerilerimizin sadece %4 oranında üzerinde olursa sıkılmadan o işle ilgilenmeye devam edebiliyoruz. Eğer iş bize fazla kolay geliyorsa dikkatimiz dağılıyor ve “an”dan uzaklaşıyoruz. Diğer taraftan eğer yaptığımız iş o anki becerilerimize kıyasla çok zor görünüyorsa bu defa da korku ve stres nedeniyle odaklanamıyoruz ve geleceğe yönelik “yapamam” kaygısı yine bizi “an”dan ve “akış”tan uzaklaştırıyor.
Aslında ilk yazıda da değindiğim gibi hepimizin hayatlarında zaman algımızı yitirdiğimiz, nefes kesen, olağanüstü anlarımız olmuştur. Bu anlamda “akış” o kadar da yabancısı olduğumuz bir deneyim de değildir. Burada ulaşmaya çalıştığımız şey ise bu deneyimlerin sıklığını artırmak ve kalitesini yükseltmektir. Çünkü bu sayede potansiyelimize dair daha berrak bir içgörüye sahip olabilir ve daha yüksek performans ortaya koyabilmek için çok daha net hedefler koyup çok daha fazla gayret gösterebiliriz.
Bu konu hakkındaki son yazım ise “akış” deneyiminden sonrası, öğrenmeyi öğrenme ve beceri geliştirme konusunda olacaktır.