Yazılar

HAYAT MEKTEBİ

Henüz doğmamışken, Cenâb-ı Hakk’ın yanında pek bir huzurlusundur. Derken bir gün senin sıran gelir ve gönderilirsin yeryüzüne… Annenin karnından çıkıp nefes aldığın o ilk an artık sen de hayat mektebinin öğrencilerinden olursun. Yani öyle büyüdüğünde gideceğin bir mektep değildir burası. Daha o an başlar ilk dersin; nefes almaya ve gözlerini açtığın yere uyum sağlamaya çalışırsın, ağlarsın… Ah bir bilsen; daha yolun çok uzun…

Diğerlerinden çok farklıdır hayat mektebi; öyle dört duvarla asla sınırlı değildir, hatta belli bir mekânı dahi yoktur. Adım attığın, yaşadığın, sevdiğin yahut sevmediğin, kısacası yeryüzündeki her yer onun sınırları içindedir. Burada geçmiş yahut gelecek de yoktur, sadece an vardır.

İmtihanlar da bambaşkadır burada… Nerede neyle karşılaşacağını, nasıl imtihan olacağını pek tahmin edemezsin. Sorular çoğu zaman beklemediğin yerlerden gelir. Üstelik öğrendiklerinden iki-üç ayda bir imtihan olma gibi bir durum da söz konusu değildir. Çünkü hayat mektebinde devamlı bir imtihan vardır. 7/24 öğretir ve 7/24 de imtihana tâbi tutar. Aile ortamında, iş hayatında, arkadaş çevrende… Hatta kendinle kaldığında bile! Sınavdan geçer not alabilmek için de uyanık olman gerek. Zira öğrendiğin her şeyden mesulsün artık. Önemli olan ise çok öğrenmen değil, öğrendiğini uygulayabilmendir. İşte çoğu insan da bu uygulama aşamasında sınıfta kalır zaten.

Belki kolay gibi görünür ama hakikatte bütün mekteplerden zordur burası. Çünkü insan, nefsiyle mücadele verir burada. Mektebin amacı da her öğrencinin nefsini terbiye edip insan olabilmesidir ve dünya mekteplerinden geçsen de esas hayat mektebindeki öğrenciliğinden sorumlusun. Ne yapacağını bilemiyorsan üzülme. Zira Allah, kullarını yalnız bırakmadı; O’nun (c.c) mânâsını yayan ve seni O’na yaklaştıran hayat mektebi öğretmenlerinden birini bulduğunda hemen eteğine yapış! Bir öğretmen bulup ona teslim olmak en kestirme yoldur.

Peki, hayat mektebinden geçip diplomanı aldığını nasıl anlarsın? Maalesef bunu hayattayken bilemez ve kutlayamazsın. Gün gelip sen de musalla taşında yatarken cemaat karşında saf oluşturur ve bir cümle söyler: “Helâl olsun!” İşte o, cân u gönülden söylenirse diplomanı aldın demektir!

ARKALARINA BAKMAYANLAR

Ailece yemeğimizi yiyorduk. Çocuklar çorbalarını içiyor, ben boşalan bardaklara su dolduruyordum. Alışılmışın aksine sofrada bir sessizlik hâkimdi. Rana bana dönüp, “Bu huzur içinde yiyebildiğimiz yemeğin dahi bir bedelinin olduğunu nasıl da unutmuşuz” dedi. Gerçekten de bir hafta öncesine kadar sahip olduğumuz büyük bir zenginliğin neyin karşılığında bize emanet edildiğini hatırlamaz olmuştuk. Vatan denilen barınağımız sanki hep bizimdi ve öyle kalacaktı. Bayrağın rengini şehitlerin kanından aldığı çoğumuza göre romantik bir rivâyet idi. Tüm bu değerlerin anlamı bir gecede tüm milletimizce tekrar hatırlandı.

Yapı itibarı ile cesur bir insan değilim. O gece birçok vatandaşımızın yaptığı kahramanlıklar, düşünürken dahî içimi ürperten hikâyeler. Hiçbir koruması olmadan kurşunların önüne atılanlar, tonlarca ağırlıklarıyla arabaları dahî kâğıt gibi ezen tankların altlarına yatanlar, üzerlerine ölüm yağdıran helikopterlere meydan okuyanlar… O geceye kadar bu insanlardan kimi fırıncı, kimi işsiz, kimi öğrenci, kimi ev hanımı, kimi de torunlarının üzerine titreyen emeklilerdi. Birçokları şehâdet şerbetini içtiler; arkalarında yetimler, öksüzler, dullar bıraktılar. Fakat bayrağımızın al renginin bir parçası oldular.  

Bir tanesi, üzerine doğrultulmuş namluya nasıl meydan okuduğuna kendisi de şaşırmıştı. “Bu toprakların nasıl kazanıldığını o zaman anladım, Çanakkale ruhunu o zaman anladım. Çanakkale ruhu benim de göğsümde gizli imiş, ben bilmiyormuşum” diyordu. Başka biri şehâdet için sokağa çıkarken eşinden helâllik istemişti de, üzerindeki pijamalarını dahi değiştirmeyi düşünmemişti. Bu insanlar muhakkak ki farklı insanlar. Öyleyse onları farklı kılan ne? Peygamberlerin dahî gıpta ettiği şehâdet mertebesine lâyık görülenlerin bizlerden ne gibi üstünlükleri olabilir? Bu soruyu iyice düşünmek lâzım.

Bence bu sorunun cevabını bu insanlardan son anda sâdır olan cesaretten ziyade bu son hallerine kadar yaşadıkları hayatta aramak gerekir. Peygamber Efendimiz’den rivâyet edilen bir hadiste “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyuruluyor. Zaten bu insanların son anda gösterdikleri şecaatin bedeli bu dünyada sahip oldukları ve olacakları herşeyi fedâ etmektir. Bu mertliğin dünyevî planda hiçbir bedeli yoktur. Dolayısıyla bu insanların gerçek maksudu bu hayattan, bu dünyadan büyük olmalıdır.

Kimi insanlar rableriyle çok samimi bir ilişki kurarlar. Sabah kalktıkları andan itibaren tevhidin, birliğin hakikatini solurlar, onu yer, onu içerler ve onu görürler. Tek muhatapları hakikattir. Yaptıkları alışverişte, selamlaştıkları insanlarda, yedikleri yemekte, çalıştıkları işte sadece Hakk’la muhataptırlar. Nefislerinin rahatı benim hayatımda olduğu gibi bir öncelik değildir. Onlar için bu dünya zaten gerçek anlamda rahatı bulmanın mümkün olmadığı kısa bir duraktır. Belki bu hakikati bir arif gibi yaşamıyor olabilirler. Yine de hayatlarına bu koku sinmiştir.

İşte bu insanlar belki gündelik hayatlarında yiğitliklerini gösterebilecekleri fırsatlardan uzak kalmışlardır. Sabahları gazete dağıtan bir apartman görevlisi, sabah 9’dan akşam 5’e çalışan bir memur, ya da köşedeki bakkalı işleten amca olabilirler. Fakat rableri onlara “Gel!” dediğinde onlar o saate kadar yaşadıkları hakikatin icabı olarak isteyerek rablerine dönerler. Bu insanların son anda yazdıkları kahramanlık hikâyesi, yaşadıkları hakikate dünyada koydukları bir noktadan ibârettir.

Dediğim gibi, ben cesur bir insan değilim. Şehitlerin yaşadıkları hakikati anlamaktan da çok uzağım. Yine de ailemle huzur içinde yiyebildiğim bir yemeğin bedelinin ne olduğunu şükürler olsun ki görüyorum. Sevgili Peygamberimiz “Vatan sevgisi imandandır” buyurmuşlar. Bu vatanı hakkıyla seven müminlerden Allah iki cihanda râzı olsun.

Allah Şekle Bakmaz Ama Biz Bakıyoruz

Bir gün hocama sormuştum: “Hocam, yüzü peçeli, kara çarsaflı gezenler ile çok açık saçık şekilde gezenleri gördüğümde negatif düşüncelere kapılabiliyorum ve rahatsız oluyorum. Sonra da bu düşüncelerimden rahatsız oluyorum.”

Hocam sordu “Hangisi seni daha çok rahatsız ediyor?” diye. Ben de “bilmiyorum” dedim. Hocam dedi ki, “Kızım, insanlar arasında fark görmemeliyiz. Kimin Allah’ın en sevgili kulu olduğunu ve olacağını yalnız Allah bilir. Belki o gördüğün ve hakkında olumsuz düşündüğün çok açık saçık kıyafetler giyen insan belki insanlara çok hizmet eden biridir. Biliyorsun hizmet Rabbimizin en çok istediği şeylerden biri bu dünyada. O peçeli, kara çarşaflı insan da

öyle doğru olduğuna inandığı için öyle giyiniyor, belki gelenekler, çevre veya Allah’ın öyle istediğini düşündüğü için… O insanın da kalbini bilmiyorsun. Belki o da Allah’ın hizmet ehli kullarındandır. Allah şekle bakmaz, kalbe bakar, öze bakar. Biz de inşaallah insanların kalbine, özüne bakalım. İnsan kendisi gibi olmayanlara, hep farklı gözle bakar. En büyük mutluluk her şeye, herkese saygı duymaktan gelir. Allah nasip etsin cümlemize.”

Hocamla yaptığım bu konuşmadan dört-beş yıl sonra umreye gitmek kısmet oldu. Umreye gittiğimde çok şükür insanların şekli beni hiç rahatsız etmedi. Kimisi kara çarşaflıydı, kimisi peçeli, kimi daha az kapalıydı. Orada insan şekilden uzaklaşıyor… Sadece bir noktaya bakıyor: Allah aşkına… Birbirini kardeş olarak görüyor…  Hatta bir gün camide namazı beklerken, yanımda oturan bir bayanın “başın açılmış” diyerek örtümü düzeltmesi beni hiç rahatsız etmedi. Hatta onun elini öptüm. Eskiden olsa çok bozulur ve kızardım. “Görünen minnacıcık saçı sorun yapıyorlar” derdim. Ama o gün Rabbimizin sâyesinde öyle düşünmedim. “O güzel bayan, öyle doğru olduğuna inanıyor, beni korumaya çalışıyor, Allah’ını mutlu etmeye calışıyor. Ne güzel!” dedim kendi kendime.

Rabbimiz her dâim birbirimizi hoşgörebilmeyi nasip etsin. Açık kapalıyı, kapalı açığı… Rabbimiz en başta edepli olmamızı ve takva elbisesi giymemizi ve müslümanlığın şeklî kıyafetten çok öte bir şey olduğunu anlamamızı nasip etsin… İnsanları bir görmeyi, farklılıklara hürmet etmeyi, sadece ve sadece Rabbimiz için hizmet etmeyi, kalıplarımızı kırmayı Allah cümlemize nasip etsin. 

Ayşe Tezcan

 

“AKIŞ” Deneyimini Başlatmak: Tetikleyici Unsurlar

Dört yazı olarak planladığım “akış” konusunun bu yazısında size “akış” deneyimini tetikleyen unsurlardan bahsedeceğimi belirtmiştim. Neden bu deneyimi yaşayan insanların bir süre sonra sürekli bunun peşinden koşar hale geldiklerine, “akış” anında neler yaşadıklarına, beyinlerinde ve bedenlerinde neler olduğuna da yine bu yazıda değinmeye gayret edeceğim.

Geçenlerde komşumuzun 82 yaşındaki annesi ile biraz sohbet ettik. Bütün ömrünü nasıl hiç durmadan çalışarak geçirdiğini, çocuklarını ve köydeki yeğenlerini nasıl büyüttüğünü anlattı bana. Köyden kalkıp başka bir ülkeye gitmenin ve orada hiç bilmediği bir çevre ve kültürde ayakta kalabilmenin ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu… Bugün dönüp baktığında ise geçenin yıllar değil ömür olduğunu gördüğünü söyledi ve ekledi: “DEĞMEZMİŞ…”

Onun zaman içinde yolculuk eden gözlerine bakarak onu dinlerken kendi kendime sormadan edemediğim bir soru oldu: Yılların çabası, fedakârlığı, yatırımı, kan ve teri kimileri için yorgunluk, yıpranmışlık, koşuşturma içinde boşa harcanmış bir ömür etkisi yaratırken kimileri için nasıl böylesine mükâfatlandırıcı, olağanüstü bir tecrübeye dönüşmekteydi? Benzer binlerce, onbinlerce saat neyin yarattığı fark ile böylesine iki farklı etkiyi oluşturmaktaydı? Elde edilen maddî olanaklar, kazanılan unvanlar, ego tatmini ya da bu türden bir başka kazanım ise bu durumda ayırt edici görünmemektedir. Farkı yaratan bizzat sürecin, deneyimin ta kendisidir. İki etki arasındaki en ayırt edici unsur “akış” deneyimlerinin sıklığıdır.

Şimdi gelelim işin biraz beyin kimyası ile ilgili olan kısmına… Beynimizde, hepimizin en azından adını birkaç defa duyduğumuz, bazı kimyasallar salgılanmaktadır. Bunların en harcı âlem olanı dopamindir. Dopamin en genel ifadesiyle bize zevk veren “hadi bi daha yapalım” iç sesini harekete geçiren bir kimyasaldır. Her ne zaman ödüllendirildiğimiz duygusunu yaşıyorsak, o anda sistemimizde dopamin bolca dolaşıyor demektir. “Akış” esnasında başrolde yer alan beyin kimyasallarından biri olan dopamin aynı zamanda öğrenme üzerinde de oldukça etkilidir ve sinirbilim uzmanları bu sayede daha hızlı ve kalıcı öğrendiğimizi ifade etmektedirler. O halde öğrenme ancak ona eşlik eden bir keyif duygusu varsa daha güçlü ve kalıcı olmaktadır. Bu yazıda değinmekle yetineceğim diğer beyin kimyasalı ise norepinefrin olup enerjiyi artırır ve dikkati odaklar. Yaptığımız işe adeta kilitlenmemizi sağlar.

Şimdi öyle bir meşguliyet düşünün ki size muazzam zevk versin, enerjinizi artırsın sizi adeta hedefe kilitlesin ve daha önce potansiyelinize, kapasitenize dair hiç bilmediğiniz sırları size aşikâr etsin… Böyle bir meşguliyet içinde kim geçen zamanı sayabilir ki? Ya da kim ne kadar yorulduğunu veya yıprandığını düşünebilir ki? Kim hakikaten kendi bedenine dair en ufak bir farkındalık hissedebilir ki? Yaptığı işe karışıp, gider; yok olur meşguliyetinin içinde. Büyüklerin “şugul cenneti” dedikleri cennet bu mudur acaba? Eğer öyleyse kim bu cenneti dünyada bulmak istemez ki? Öyle görünüyor ki buna sırtımızı dönmek ne mümkün ne de akıl işi…

İşte tam da bu nedenle “akış”a kendisini kaptırmış araştırmacılar, bu deneyimi en sık yaşayanları yakından inceleyerek konunun bir haritasını, bir modelini çıkartmaya çalışmaktadırlar. Adrenalin sporcularının aksine bizim gibi “sıkıcı hayatlar”ı olanlar için de yaşanılabilir bir deneyim haline getirebilmek için bazı tetikleyiciler arayıp bulmuşlardır. Bu tetikleyicileri günlük hayatlarımızda kendi meşgalelerimize uyarlayabilirsek bizlerin de –her ne yapıyor olursak olalım- “akış”ı deneyimleyebileceğimizi ve kendi kapasitemize dair daha pek çok şeyi fark edebileceğimizi iddia etmekteler.

En genel hatlarıyla, sizleri detaya boğmadan anlatacak olursam bu tetikleyiciler çevresel ve içsel tetikleyiciler olarak adlandırılabilir. Çevresel tetikleyiciler, içinde bulunduğumuz ortama aittir ve adrenalin sporcularının tersine bizler kendi çevremizi “akış”ı kolaylaştıracak şekilde tasarlayabiliriz. Meselâ çalışma ortamımızı olabildiğince dikkat dağıtıcı unsurlardan arındırabiliriz bu şekilde daha uzun süre belli bir konuya odaklı kalabiliriz. Araştırmacılar odaklanmanın bozulmasının ardından yeniden odaklanabilmek için minimum 15 dakika harcamamız gerektiğini söylemektedirler, tabii eğer yeniden odaklanma mümkün olabilirse…

Bir diğer çevresel tetikleyici, risk ve tehlikeyi artırmaktır. Riskin olduğu yerde belirsizlik vardır ve belirsizliğin olduğu yerde ise dopamin daha fazla salgılanarak öğrenme sürecini hızlandırır ve dikkatin odaklanmasını sağlar. Riskin olduğu yerde bir sonraki adımı tahmin edemediğiniz için anın içinde kalıp anlamaya çalışırsınız, “akış” ise bir “anda olma” deneyimidir. Geçmişi ya da geleceği düşünerek “akış” haline geçemezsiniz.

Diğer bir tetikleyici unsur da “özgünlük”tür. Doğada kendiliğinden var olan bu unsuru bizler, rutinlerimizi değiştirerek günlük yaşantımıza katabiliriz. Bir yerden bir yere giderken farklı yollar kullanmak, farklı bir yerde farklı insanlarla tatil yapmak, farklı modeller, farklı sistemler kullanmak gibi rutini bozacak şeyler de yine belirsizlik yaratacağı için dopamin ve norepinefrin salınımını artıracaktır.  

İçsel tetikleyiciler ise kişinin inançları, değerleri, yetenekleri, bakış açısı ve yaklaşımları ile ilgili unsurlardır. Sabit fikirli ve kibirli (“ben bilirim”, “benim yolum doğru”) bir yaklaşım benimsediğimizde özgünlük ve belirsizliği ortadan kaldırıyoruz. “Akış” deneyimi ise ancak tevazu zemininde yeşerebiliyor. Mütevazı kişi yeni ve bilinmez olana karşı daha açık olduğundan duyuları üzerinden sisteme daha fazla veri girmesine izin vermektedir. Daha fazla veri daha fazla bilgi demektir. Bu da yine dopamin salınımını artırarak bizi farklı deneyimlere daha açık ve “akış”a daha yatkın hale getirmektedir. Özellikle son yıllarda yapılan araştırmalar insan beyninin “multi-tasking” (çoklu-görev) için yaratılmadığını ve ancak tek bir anda dikkatini tek bir şeye verebildiğini kanıtlamıştır (araba kullanırken telefonla konuşma konusunu belki tekrar düşünmek istersiniz!). Dolayısıyla “akış” deneyimi yaşamayı istiyorsak mutlaka “şu an”da olmalı ve dikkatimizi tamamen yaptığımız işe vermeliyiz. Bizler ise her yerde aynı anda olmaya ve her işle aynı anda uğraşmaya çalışırken hiçbir yerde tam anlamıyla olamıyor ve hiçbir şeyi hakkıyla yapamıyoruz.  Bu da beraberinde tatminsizlik ve yorgunluğu getiriyor ki, “akış” deneyimi bunların zıddının olduğu yerde gerçekleşiyor.

İçsel unsurlardan bir diğeri “net hedef”tir. Buradaki net hedef, tam önümüzde duran hedeftir. Uzun vadede, geleceğe yönelik hedefimizin olması da oldukça önemlidir ama burada kastedilen “an”ın içindeki hedeftir. Bir basketbol oyuncusunun net hedefi o anda eline gelen pası baskete çevirmektir. Bir sonrakini ya da maçın son dakikasındakini değil.

Bu yazıda değinmeyi istediğim en son tetikleyici unsur ise zorluk/beceri oranıdır. Yaptığımız işlerin, aldığımız görevlerin zorluk seviyesi ile becerilerimiz arasındaki doğru oranın “akış” deneyimi için zemin oluşturduğu söyleniyor. Yani meşguliyetimizin zorluk seviyesi becerilerimizin sadece %4 oranında üzerinde olursa sıkılmadan o işle ilgilenmeye devam edebiliyoruz. Eğer iş bize fazla kolay geliyorsa dikkatimiz dağılıyor ve “an”dan uzaklaşıyoruz. Diğer taraftan eğer yaptığımız iş o anki becerilerimize kıyasla çok zor görünüyorsa bu defa da korku ve stres nedeniyle odaklanamıyoruz ve geleceğe yönelik “yapamam” kaygısı yine bizi “an”dan ve “akış”tan uzaklaştırıyor.

Aslında ilk yazıda da değindiğim gibi hepimizin hayatlarında zaman algımızı yitirdiğimiz, nefes kesen, olağanüstü anlarımız olmuştur. Bu anlamda “akış” o kadar da yabancısı olduğumuz bir deneyim de değildir. Burada ulaşmaya çalıştığımız şey ise bu deneyimlerin sıklığını artırmak ve kalitesini yükseltmektir. Çünkü bu sayede potansiyelimize dair daha berrak bir içgörüye sahip olabilir ve daha yüksek performans ortaya koyabilmek için çok daha net hedefler koyup çok daha fazla gayret gösterebiliriz.

Bu konu hakkındaki son yazım ise “akış” deneyiminden sonrası, öğrenmeyi öğrenme ve beceri geliştirme konusunda olacaktır.

HAYAL DÜNYAMIZ

“Bizim kâinatımız, yokluğun bir rüyası, bir hayâlidir. Fakat bu bitmez tükenmez sanılan hayaller, o yokluk âlemindeki hakikate nispetle hiçtir. Yahut çok dardır ve bu darlıktan dolayı ruh ıztırâba düşer” diyor Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde…

Bizim elle tutup gözle gördüğümüz ve algıladığımız her şey beynimizin dış dünyadan aldığı sinyalleri, duyularımız sayesinde beynin ilgili bölgesine göndermesi ve beynimizin bu sinyalleri daha önce elde etmiş olduğu tecrübe ve bilgilerle ilişkilendirip tahminî bir yorumla kurgulamasından oluşur. Meselâ ışığı düşünelim. Işık, evreni dolduran sonsuz bir elektromanyetik dalgalar tayfının küçük bir parçasıdır. Bunun en küçüğü bildiğimiz titreşimdir. En hızlısı ise bildiğimiz kadarıyla gama dalgaları dediğimiz radyoaktif ışınlardır. Bunların arasında kıl kadar incecik bir bölüm vardır ki bu bölüme görünür ışık (350-750 nanometrik dalga boyu) denir. Bu görünür ışık bize göre görünür çünkü gözün retina tabakasında sadece bu kadarını algılayabilecek ışık reseptörleri yani alıcıları vardır. Yani bizim dış dünyaya ya da kendimize dair deneyimlediğimiz her şey gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, tattığımız her şey beynimizin içinde kendisine gelen elektrik sinyalleri tarafından üretilen yorumlardır.

Duyularımızın son derece dar algı kapasiteleri düşünüldüğünde algıladığımız herşey dünyanın sonsuz çeşitliliği içinde çok sınırlı bir aralıkta beynimizin kurgulayıp yorumladığı bir hayal âleminden başka bir şey değildir diyor sinirbilimci Prof. Dr. Sinan Canan. Her birimizin beynindeki bağlantı haritaları da her kişinin doğumundan itibaren büyüdüğü sosyal ortam, öğrendikleri ve tecrübe ettikleriyle kendine özgü bir şekilde farklılaşır. Yani her birimizin beynindeki bağlantılar tıpkı parmak izlerimiz gibi birbirinden farklıdır. Dolayısıyla herkesin yorumu da diğerinden farklıdır. Yani herkesin âlemi kendine hastır. O halde herkesin gerçek diye algıladığı her şey aslında kendi hayalinden ibârettir. Bu hayaller ise asıl ve gerçek olan yokluk âlemi karşısında hiç mesâbesindedir. Yoksa Peygamberimiz “bana eşyanın hakikatini göster” diye duâ eder miydi?

Kısacası hepimiz her şeyi olduğu gibi değil olduğumuz gibi algılıyoruz. Beyin biliminin yeni açıklığa kavuşturduğu bu gerçeği İbn-i Arabî Hazretleri 700 sene önce maddenin ağırlık, yoğunluk, geçirgenlik ve yumuşaklık gibi genel özelliklerinin nesnelerle değil, gözlemciyle ilişkili olduğunu söyleyerek bildirmiş. Davud el-Kayserî Hazretleri ise “İdrak sahibi, idrak ettiği şeyi o şeyden kendisinde bulunan pay kadarıyla bilebilir” diyerek açıklamış. Yani insanın Allah hakkındaki bilgisi ancak kendisi kadar olacaktır ve bu da Allah ile olan irtibatıyla doğru orantılıdır. O halde bu irtibat  Allah’ın bizdeki isim ve sıfatlarını idrak ettiğimiz oranda olacaktır. Yani aslında duyularımızın bize deneyimlettiği ve algıladığımız her şey ve herkes aslında bu isim ve sıfatları hakkıyla âşikâr etmek ve o oranda bu sonsuzluğa şâhit olmamız için vardır. O halde  zavallı aklımızla bu esrarı çözmemiz, kavramamız mümkün değildir. O yüzden Hz. Peygamber “Akıl, Hakk’a kulluğu îfâ için yaratılmıştır. Rabbin esrarını idrak için değil” buyurur.

Ebubekir Sıddık “Onun idrakten âciz olduğunu idrak etmek, onu idrak etmenin ta kendisidir” yani sonlu olanın sonsuzu tam anlamıyla bilmesi mümkün değildir der. Ama çok şükür Yüce Yaradan “İstedim ki bilineyim” demiş ve bize bilinmek istediği kadarını bildirmek için bu mânânın istediği kadarını açtığı peygamberlerini ve insân-ı Kâmillerini göndermiş. Onların hayatlarını ve hayatı nasıl okuduklarını incelediğimizde, vücudun dar kalıplarınlarından nasıl özgür olduklarını görüp muhakeme ettiğimizde, Hakk’a kulluk etmenin aslında bu mânâya kulluk etmek ve her yerde ve her şeyde bu mânâyı görebilme yetisine sahip olmak olduğunu anlıyor insan…

İşte bizim cüz’î aklımızı kullanmamız gereken yegâne yer, kendi hiçliğimizi idrak ve sadece dünyaya eren bu sınırlı aklımızı, vücudunu kendine binek yaparak onun kayıtlarından kurtulmuş velilerin kalıpsız ve sonsuzu idrak eden küllî akıllarına rapt etmek olmalı… Belki o zaman hayallerimiz gerçek olur ve gerçeğimiz hayal olmaktan çıkar.

BİRLİK

Ahmet Bey, köşede oturan yaşlı adama, baba, diye sesleniyor. Topu ile berâber koşa koşa içeri giren çocuk da Ahmet Bey’e baba diye hitap ediyor. Karısı ise genç adamı Ahmetciğim, diye çağırıyor. Küçük kardeşine gelince o da Ahmet Bey’e ağabey diyor.

Ahmet Bey, babasının iki kardeşinden erkek olana amca, kıza da hala diyor.

Annesinin kardeşlerinden biri dayısı, diğeri teyzesidir.

Ahmet Bey’in dostları ve arkadaşları sırasında onu gayet lâubâlî lakaplarla çağırdıkları hale, bu birbirinden ayrı sıfatlara bölünmüş olmaklığı, onun bir bütün olmasına mâni teşkil etmediğine göre, Esmâ-yı Hüsnâ’da zikr olunan veya olunmayan isimlerin çeşitliliği de yaradanın birliğine halel getirmemektedir. Öyle ki Allâh’ın bir ismi Şâfî, yâni şifâ vericidir. Bir başka ismi Muhyî, hayat bahşedici olduğu halde bir başka isminin Mümit bulunmasıyle de dünya hayâtını sona erdirici bir vazîfeyi îfâ ederken yeni bir hayâta adım attırmasını da berâber getirir. Böylece de, Hakk’ın sayıp sıralamakla tükenmeyecek olan isimleri bir yaradılış âleminin vahdetine engel olmamaktadır. Aksine meydana getirdiği o zıtlar âbidesi Allâh’ın uzlaştırıcı birliğini haykıran şâhâne bir şâhit değil de nedir?

***

Ahmed Bey’in bedeni de kezâ bir zıtlar heykelidir. Ancak, bünyesindeki çeşitli unsurlar onun, bütünlüğüne mâni teşkil etmemektedir. Şu halde, bu yolda hesaba kitaba gelmeyecek kadar çok misâller, tevhidden örnekler verirken, biz insanlar, nasıl bir gaflet ve ayıp işleyerek tefrikaya düşüp bölük bölük olmaktan kurtulamıyoruz.

***

İşte bu tutum muvâcehesinde bizi birbirimizle didişmekten ve toplum adına giriştiğimiz zannı ile işlediğimiz hatâlı çarpışmalardan kim uyaracak? Kim, bizim basîret gözümüzü açarak doğru yolun aydınlığına götüren rehber olacak?

(Sâmiha Ayverdi, Küplüce’deki Köşk, Hülbe Yayınları, 1989, s. 99-100.)

HEP HAK OLDU CÜMLE ÂLEM…

Sen zannedersin ki Hakk’ın vücûdundan başka bir vücut vardır.

Halbuki vücut birdir. O da, Hak’tır. O “nûr-ı münbasit”e erip kemâlini bulunca, o vakit hakîkat sana âşikâr olur, kendini gösterir. Ve:

Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı

âşikâr olur. İşte tevhîd ehlinin nazariyesi budur. O vücûdun zâhir görülen kısmı ki, bu mezâhir yâni gördüğümüz şu zuhur, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhur âlemi, Hakk’ın isim ve sıfatlarının mazharları, tecellî mahalli olmuştur.

Onun için Resûlullah “Beni gören Allah’ı görür” buyuruyor. Hazret-i Ali de “Görmediğim Allah’a tapmam” buyuruyor. Hazret-i Ebû Bekir ise “Hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim” buyuruyor.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 565)

HER ZERREDE O…

(…) Bir âyette buyruluyor ki: “Benim yarattığım şeyde tefâvüt göremezsin.” yetin zâhirî mânâsı bu. Fakat her âyette nice âlemler vardır.

Yâni, şerif olsun, denî olsun, câhil olsun, âlim olsun, kâfir, mü’min, âlî olsun, talî olsun, her zerrede, mevcûdatın her zerresinde Cenâb-ı Hak, cüz’î veya küllî esmâsiyle tecellî etmiştir. Bu ne büyük bir söz, ne büyük bir kāide, bir edebe dâvet ve ne büyük bir tevhîd, bir lâ ilâhe illallah’tır.

Bütün mevcûdat, kâfir, mü’min, süflî, âlî, hiçbir zerre yoktur ki, Cenâb-ı Hak ona cüz’î veya küllî esmâsiyle tecellî etmesin. Her bir mahlûk, her bir zerre, her isim sahibi kendi isminin aslını dâvet ediyor, celbediyor ve kendisi de o ismin câzibesine tutuluyor ve bu onun için bir sırât-ı müstakim oluyor.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 123)

 

İNCİNME, İNCİTME…

İlm ile âmâl ile hâsıl olur kalb-i selim
Hakk’ı tevhîd eylemektir cümle ilmin gayesi

Ama bu ilimden maksat, zâhir ilimler değildir. Kendini bilmek, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhîd eylemek ilmidir. İşte ilmin gayesi budur. Tevhidden maksat da, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir. Amele gelince:

İstikâmettir bütün âmâlin hep gayesi
Hep fenâ-yı halkladır tevhid bakâ-yı Hak’ladır

İşte, amelden maksat istikâmettir. Yâni her yerde Hakk’ı görüp ona göre hareket eylemektir. Ne kimseyi inciteceksin ne de kimseden incineceksin. “İncitmemek ne ise ama incinmemek nasıl olur?” dersen, her yerde Hakk’ı gördükten sonra kimden incinebilirsin? Nâhoş bir muameleye mâruz kaldığın vakit “Bunu yaptıran Allâh’ımdır” diye halkı nefyedince, tabiatiyle incinemezsin.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 213)

İNSAN NE EDERSE KENDİNE EDER

O kimse ki kelime-i tevhidin mânâsını hâl eder, yaşar ve ona göre hareket eder, Allah’tan başka fâil, Allah’tan başka mevcut yoktur demek suretiyle fâilin ve mevcudun Hak olduğunu bilirse, can, cânan olmuş olur. O kimse, her mevcudun Cenâb-ı Hakk’a bir mâzhar olduğunu görürse ondan Hak görünür.

İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi, mârifet sahibi dediğimiz bu kimselerdir. O zaman, âlem içinde ona hayret ve ibretten başka bir şey kalmaz. Çünkü kaç kıyamet görmüş, herkes gibi bir adam iken ne büyük tasarrufa sahip ne azîm bir varlığa mâlik olmuş ve fenâ mertebesinden bekā mertebesine geçmiştir.

Hâsılı, bu dünyâda Hak’tan gayrı nesne yoktur. Onun için insan ne ederse kendine eder, dedikleri bundandır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 320)