“Benim Bu Dünyada Ne İşim Var?”

Bulutlu bir sabahın erken saatleriydi. Otobüste oturacak bir yer bulmuştu kendine. Her şey normal görünüyordu. Camdan dışarı bakarken o çok sevdiği yolu seyrediyordu.

Daha önce yaşadığı bir an vardı. Dünya onun gözünde bir plastik perdeye dönüşmüştü. Onu o zaman da tarif edememişti. Tek söyleyebildiği “çok plastik!” olmuştu. Başlangıç ve son aynı noktayken, yaptığı seyr ü seferden ağzı yanmıştı. Yeni aldığı sarı kapaklı not defterini çıkarıp içine gelen satırları hemen not etti:

Kaptan! Ne ciddi bir seyr ü sefer içindesin!
Başladığın noktaya bir güzel dönmektesin…

İniş kavsinden utanmadı. Otobüsün kirli camına başını yaslamadan, güçlü duruşuyla düşünüyordu. Kendine şunu sormuş bulundu: “Benim bu dünyada ne işim var?” O kadar samimi, o kadar doğal bir soruydu ki bu, masum masum bir daha sormak istedi kendine: “Benim bu dünyada ne işim var?”

Annesiyle misafirliğe giden çocukları görürdü bazen. Çocuklar misafirliğe geldikleri bu yeni evi önce inceler, sonra gezip keşfeder, yaşıtı çocuklar varsa onlarla ve oyuncaklarla da biraz vakit geçirdikten sonra sıkılıp annelerinin dizine yapışırlardı:“Annee, ne zaman eve gidiceeeez?” Anne de genellikle “Yavrum, git arkadaşının yanına, git oyuncaklarla oyna.” diyerek onları gönderirdi. Böyle zamanlarda kendini o çocuklar gibi hissediyordu. “Anne, ne zaman eve gideceğiz?” diye sormanın bir türeviydi bu “Benim bu dünyada ne işim var?” sorusu.

Önceden, istediği hiçbir şey olmamıştı. Sonra hayal etmekten vazgeçti. Ardından hayal bile edemeyeceği iyi şeylerin içinde buluverdi kendini. Çok mutlu olması gerekirken içindeki boşluk hiçbir şekilde dolmuyordu. Boşluğu doldurmaya çalışmıyordu ama anlamaya çalışıyordu. Neydi mesele, ne olmuştu?

Özlüyordu.

Neyi unuttuğunu bile unutmanın şaşkınlığıyla o an sadece özlediğini biliyordu. Sorusu içinde yineleniyordu: Benim bu dünyada ne işim var, diyordu. Cennette yaşarken ne diye bir ağaç meselesi organize edilmişti de Hz. Âdem ile Havva dünyaya gönderilmişti? Onun o ağaçla ne işi vardı? Mecbur muydu? Evet ve hayır. Kendisi tâlip olmuştu.  

Arabî’nin kitabını çantasından çıkarıp sayfaları karıştırmaya başladı. Diyordu ki, Allah’ın güzelliği taşınca, isim ve sıfatlar vücut giydiler. Kendinden kendine bir yolculuk başladı. Taşmak haktı. İsim ve sıfatlar görmek istemişlerdi. Tanımak, bilmek istemişlerdi. Tâlip oldular… Acıya, sıkıntıya, ayrılığa tâlip oldular. Birliğin içinde göremediklerini görmeye, sefere tâlip oldular.

Sefer, bir noktadan hareketle başlıyordu. Genişçe bir yuvarlak çizdikten sonra başlangıç noktasına dönmekle nihâyete eriyordu. İşte bu olup biten, kendinden kendine varmada bir nükte oluyordu. Bu kadar acı, sıkıntı, zahmet tek bir şey içindi. Görüş zevkini yaşamak. Kişinin istidâdı onu bu görüş zevkini yaşamaya sürüklemiş ve hikâyenin çerçevesini çizmişti. “Benim bu dünyâda ne işim var?” sorusunun cevabı, istidâdının hikâyesinde gizliydi.

The following two tabs change content below.

Elif Hilal Doğan

1987'nin Temmuz'unda, Elazığ’da dünyaya geldim. Çocukluğum babamın görevi nedeniyle farklı yerlerde geçti. Halkla İlişkiler ve İşletme eğitimi görürken 2007’de e-ticaret sorumlusu olarak çalışmaya başladım. Bununla birlikte çeşitli kuruluşların iletişim faaliyetlerini yürüttüm. Şu anda kitap editörlüğü ve yazar danışmanlığı yaparken, eğitimime Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü'nde Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı yüksek lisansı ile devam etmekteyim...

Son Yazıları: Elif Hilal Doğan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın