Yazarımız Müge Doğan’ın Milliyet gazetesi için nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan ile yaptığı röportajın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.
Tüm dinlerde var olan orucun, eğer doğru şekilde tutulursa vücuttaki sindirim ve dolaşım sistemleri üzerindeki olumlu etkileri artık bilinmekte. Bütün bu olumlu etkilerin beyinle olan ilişkisi nedir? Orucun beyindeki etkileri nelerdir? John Hopkins Üniversitesi’nden Nörobilim Profosörü Mark Mattson, beynin uzun süreli açlık sonucunda kıtlık alarmı verdiği için yemek bulmak amaçlı daha aktif olduğunu söyleyerek bu durumu evrimsel sürece bağlıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sinan Canan: Bedenimiz, milyonlarca yıllık bir canlılık tarihi boyunca çok ince ayarlanmış sayısız fizyolojik mekanizmaya dayanır. Bu sebeple, günümüzde herhangi bir durumun fizyolojik etkilerini incelerken evrimsel biyolojiden gelen bilgileri göz önüne almak çok önemlidir. Bedenimiz, bundan 50 bin yahut 100 bin yıl önce yaşayan atalarımızın bedenleriyle aynı özelliklere sâhiptir. Dolayısıyla o dönemdeki diyet ve hareket alışkanlıkları için ince ayarlanmış bir bedenin özellikleri bugün için de aynen geçerli.
O dönemlerde sanayileşmiş gıda üretimi, hatta tarım dahi söz konusu olmadığından, insanlar gün içinde bulabildikleri besinlerle besleniyor, sonrasında ise bazen uzun dönemler muhtemelen açlık çekmek durumunda kalıyorlardı. Bedenin uyum mekanizmaları bu açlık dönemleriyle başa çıkabilecek şekilde ayarlanmış olmalı, çünkü bugün fasılalı oruç gibi kesintili beslenme rejimlerinde gördüğümüz birçok faydalı etki bize bunu düşündürüyor. Ayrıca deney hayvanlarında yapılan birçok çalışma, onların bedenlerinde de benzer etkilerin görüldüğünü bize gösteriyor. Açlık, bedende iltihaplanmayı engelleyerek tıp dilindeki deyişiyle “antienflamatuvar” etki gösterirken bağışıklık sisteminin daha kuvvetli çalışmasını sağlıyor, hücresel hasarların onarımını kolaylaştırıyor. Bunları uzun zamandır biliyoruz. Beyinde ise mesele bambaşka bir boyutta karşımıza çıkıyor.
Beynimizin “meydan okumalarla” gelişim gösterdiğini artık biliyoruz. Meselâ yeni bir lisan öğrenmek, yeni el becerileri kazanmaya yahut yeni bir müzik enstrümanı çalmayı öğrenmeye çalışmak gibi girişimler, beynimiz için birer meydan okumadır ve buna cevap olarak beynimiz yeni hücreler üreterek kapasitesini ve işlevsel bağlantılarını artırır. Açlık da böyle bir meydan okumadır. Antik zamanlarda açlık durumunda kafası daha iyi çalışan ve bu deneyimi zihinsel donanımını daha iyi kullanarak avantaja çevirip yiyecek bulmak için yeni yöntem ve yollar keşfedebilen atalarımız şüphesiz daha uzun süre hayatta kaldılar ve daha fazla üreme şansına sâhip oldular. Böylece bizler, işte bu tip ataların torunlarıyız ve onların bu özelliklerini de miras almış durumdayız.
Yapılan bilimsel araştırmalar, çeşitli sürelerle oruç tutmanın beyinde “sinir gelişim faktörü” ve “beyin kaynaklı sinir büyütme faktörü” olarak bilinen haberci moleküllerin salgılanmasını artırdığını gösteriyor. Bu maddeler, beynimizi hem yeni sinir hücreleri üretmeye zorluyor hem de beynimizin enerji kullanımını çok daha etkin bir seviyeye çıkarıyor. Böylece, sürekli tok gezen insanlara göre, arada bir açlık deneyimleyen yahut iyice acıkmadan yemek yememe alışkanlığı olanlar, sinir-yıkıcı hastalıklara yakalanma açısından çok daha dirençli oluyorlar.
Açlık deneyimi, birkaç gün içinde vücudumuzdaki yağ depolarının kullanılmaya başlamasını sağlar ve yağ yıkımı sonucunda da “keton cisimcikleri” denen bileşiklerin miktarı kanda yükselmeye başlar. Keton cisimcikleri beyne ulaştığında ise beyin hücreleri için alternatif ve verimli bir enerji kaynağı olarak kullanılır ve böylece beynin enerji ihtiyacı şeker eksikliğinde bile etkin olarak karşılanabilir. Sürekli yemek yemek ve yüksek kalorili bir diyetle beslenmek ise hem bedendeki yağ depolarının yıkılmasını engelleyerek bedende yağ birikimine yol açar hem de keton cisimciklerinin üretimini engelleyerek beyni bu alternatif enerji desteğinden mahrum bırakır. Zaten keton cisimciklerini artırmaya yönelik ketojenik (keton üretici) diyetler, yüzlerce yıldır epilepsi gibi rahatsızlıkların tedavisinde destekleyici olarak bu nedenle kullanılmaktadır.
Oruçta açlığın faydası çokça kabul gördüğü halde susuzluk konusunda çoğu insanda soru işareti var. Dr. Haluk Nurbaki “Oruçlu iken hücreler arası su asgariye iner ve hücre fonksiyonlarında ciddi rahatlama olur.” derken epitel hücrelerini de örnek olarak veriyor. Uzun süreli susuzluğun beyin hücrelerindeki etkisi hakkında neler söylersiniz?
Sinan Canan: Bu tarz sorulara bakarken öncelikle oruç denen uygulamanın bir ibâdet olarak yerine getirilmesi durumunda, bedene olan etkilerinin ikincil olarak değerlendirilmesi gerektiğini tekrar hatırlamak lazım. Eğer bir aylık Ramazan orucundan bahsediyorsak bu öncelikle Kur’an’da belirtildiği şekliyle, sağlığı yerinde tüm Müslümanlara emredilmiş bir ibâdettir. Yani dinî bir emir olarak önemi, bedene yaptığı etkinin önündedir. Hatta bazen ibâdetlerin esasında da biraz meşakkat ve zorluk vardır. Bu zorluklar ise inanan insanların kendi kendisine imanını test edebilmesi için önemli fırsatlardır aslında.
Özellikle haziran ayı gibi uzun günlerde tutulan oruçlarda açlıktan çok susuzluk önemli ve dikkat edilmesi gereken bir unsurdur. Zira bedenimizin büyük bir çoğunluğu sudan oluşur ve bu su dengesinin bozulması bedeni ciddi olarak sıkıntıya sokabilir. Uzun ve sıcak günlerde aşırı su kaybını engelleyecek, meselâ daha az hareket, sıcak saatlerde güneşten kaçınma, fiziksel eforu azaltma, iftar ve sahur arasında bolca ve düzenli olarak su içme gibi asgari tedbirler alındığında oruç ibâdeti gayet rahat yürütülebilir. Yoksa aşırı miktarda su kaybı beden için -özellikle de böbrek rahatsızlığı olanlar açısından- önemli bir sorun olabilir. İbâdeti yerine getirmek kadar, sağlığımızı korumaktan da sorumlu olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.
Oruç sırasındaki susuzluk, bütün ölçülü ve stres kaynakları gibi bedenimiz ve beynimiz için uyarıcı bir meydan okuma anlamına da gelir. Bu nedenle kontrollü ve zararlı olmayan makul ölçüler içindeki bir susuzluk deneyimi, bedende aynen açlığın yaptığı gibi onarıcı ve önlem alıcı mekanizmaları tetikler. Böylece, bedeni sadece “doldur-boşalt sisteminden oluşan bir makina” olarak düşünmenin ne kadar hatalı olduğu, bu tip deneyimler sonucunda daha iyi anlaşılabilir. Neticede kontrollü yoksunluk, bedendeki birçok yenileyici ve onarıcı sistemi de faaliyete sokar.
Oruçta niyet etmenin öneminden sıkça bahsedilir. Niyet etmenin beyindeki etkisi nedir? Normal zamanda açlığa dayanamayan bazı insanların Ramazanda çok rahat oruç tutabilmesini bu “niyet etme” durumuyla ilişkilendirebilir miyiz?
Sinan Canan: Psikolojik faktörler insan için biyolojik itkilerinden bazen çok daha önemlidir. Çünkü insan, biyolojik olduğu kadar bilişsel özellikleri de baskın ve belirleyici olan bir varlıktır. Meselâ hiçbir hayvana oruç gibi bir ibâdeti istemli olarak yaptıramazsınız. Çünkü insanlardan sonra en gelişkin bilişsel düzeye sâhip şempanzelerde bile, beynin irâde ve hazır zevki sonrası için erteleme devreleri etkin değildir. Dolayısıyla bir ibâdet olarak oruç; zihin ile bedenin birlikte çalışmasını gerektiren, zihinsel niyetlerin biyolojik donanımı kontrol etmesini amaçlayan ve bu kontrol potansiyelini arttırmayı hedefleyen bir deneyimdir.
Oruç tutarken bir ay boyunca davranışlarımıza da dikkat etmemiz gerekiyor. Eğer yalan söyler, kalp kırarsak ya da dedikodu yaparsak tuttuğumuz oruç da makbul olmuyor. Açlığın, hastalıkların tedavisini hızlandırıcı etkisi bilindiğine göre davranış terbiyesinde açlığın etkisini bir sinir bilimci olarak yorumlayabilir misiniz?
Sinan Canan: Bana soracak olursanız oruç ibâdetini diğer sağlık amaçlı oruçlardan ayıran ve aslında en önemli kısmı olan özelliği, bu davranış terbiyesi meselesidir. Bu karmaşık meseleyi şöyle özetlemeye çalışayım: Normalde diğer insanlara iyi davranmamızı, sosyal toplum ve ahlâk kurallarını takip edip onlara uymamızı sağlayan devreler, beynimizin ön kısmında yer alır. Bu ön kısım ise çok yüksek bir metabolizma hızına sâhiptir ve çok hızlı besin tükettiği için gün boyu yeterli düzeyde kan şekerine yahut keton cisimciklerine ihtiyaç duyar. Çevresel stresler yahut iş yoğunluğu nedeniyle çok fazla karar alması gereken ön beynimiz, tabiri caizse en çabuk yorulan ve enerjisi tükenen beyin alanlarını içerir. Bu nedenle yorgun, uykusuz yahut aç olduğumuzda duygusal tepkilerimizi ön beynimiz üzerinden kontrol etme yeteneğimiz de belli düzeylerde azalır. Bu durum, beyni olan tüm canlılar için geçerlidir; aç hayvanların sinirli ve saldırgan olması da aynı nedene dayanır. Fakat insanda diğer canlılardan farklı olarak bir iradi ve bilişsel kontrol de söz konusudur.
Oruç sırasındaki açlık durumunda normalde kan şekerimiz düşer ve özellikle de günün ilerleyen saatlerinde duygusal itkilerimizi bastırma, öfkemizi kontrol etme konusunda sorunlar yaşayabiliriz. Örneğin; iftara kısa bir süre kala trafikte sıkışırsak öfkelenme ihtimalimiz normal zamana göre daha yüksektir. Bu aslında gayet normal ve biyolojik bir tepkidir. Fakat bu biyolojik özelliğin üzerine, bir “ibâdet” bilinciyle sürdürülen oruca ve orucun diğer davranışsal gereksinimlerine dair bilgiler eklendiğinde, normalden daha büyük bir efor sergileyerek ön beynimizin bu kısıtlı durumlarda bile öfkemizi ve dürtülerimizi kontrol etmesini sağlamaya gayret ederiz. Bu bir antrenman gibi düşünülebilir. Her zaman muvaffak olamayabiliriz fakat çalıştıkça ve buna yoğunlaştıkça, bu yoksunluk durumlarında bile itkilerini kontrol etmeyi başarabilen insan, ön beyin devrelerini “normal” zamanlarda da daha etkin bir davranış ve dürtü kontrolü için eğitmiş olacaktır. 30 gün süren böyle bir pratiğin, hele zorlu biyolojik ve çevresel koşullarda deneyimlenmesi durumunda, beynimizin kontrol ve irâde devrelerinde kalıcı ve olumlu değişimler yaratmak için aslında bulunmaz bir fırsatımız olur. Fakat tüm bunların olabilmesi için, orucu “oruç” gibi tutabilecek zihinsel hazırlığın ve olgunluğun bulunması gerektiği gerçeği de unutulmamalı. Bu da sadece Ramazan ayında değil, yılın her günü aynı bilinçle yaşamak durumunda mümkün olabilecek bir haldir.
Kısacası, Ramazan orucu sırasında deneyimlediğimiz ruh hâli, aslında normal hayatımızı nasıl yaşadığımıza dair de bir gösterge olarak değerlendirilip bir “öz sınama” aracı olarak da kullanılabilir. Oruçluyken sinirlendiğimizde nasıl tepki verdiğimiz, oruç tutmayan insanlara karşı ne kadar saygılı olabildiğimiz, etrafımızda olanlara ne kadar anlayışla yaklaşabildiğimiz, kendimizi ve çevremizi ne kadar dikkatle izleyebildiğimiz gibi parametreler, insanın kendini tanıması adına bence çok önemlidir.
Özetle, benim bildiğim en iyi “frontal korteks” eğitimi, bilinçli ve hakkıyla tutulan oruçtur.
Ramazan ayı aynı zamanda sosyalleşmenin de çok yoğun olduğu ve gündelik rutinimizin değiştiği bir ay. Bu yönüyle beynimizdeki etkileri nelerdir?
Sinan Canan: Ramazan ve oruç, inanan insanlar için her yönüyle çok önemli bir gelişim ve dönüşüm fırsatıdır. Her türlü yapay etiket, moda ve toplumsal ön kabulden bağımsız olarak Allah’ın emri olduğu için rahatlarını bozmayı tercih etmiş insanların giriştiği bir ibâdet olan oruç, 30 gün boyunca aynı telaş ve dertle aynı amaca yönelmiş gönülleri de elbette birleştirir. İftarlar, sahurlar, ibâdetler ve okumalar, insanların dikkatini senenin geri kalanından çok daha fazla “gerçekten önemli” konulara yöneltmeye teşvik eder. İleri düzeyde sosyal varlıklar olarak insanlar, birlikte hareket etmeye zaten programlıdırlar ve bu program gereği, özellikle de bu tip mânevî motivasyonlarla bir araya gelerek, bireysel olarak kendilerini aşan birçok gelişmeye birlikte imza atıp tanıklık edebilirler. İslâm dininin sürekli barış, tanışma, kaynaşma ve topluluk olma yönündeki tavsiyeleri de insanın bu sosyal yönünün önemine vurgu yapan ebedî gerçekleri hatırlatma amacı güder. Ramazan ayı işte bu temel gereksinimizin en güzel karşılanabildiği zaman dilimlerinden birisidir. Allah rızâsı için girilmiş gönüllü bir yoksunlukla birleşen duygular, normal zamanlardakinden çok daha verimli ve kalıcı paylaşımlara imkân verir.
Orucun “fakirin ve açın hâlinden anlamak” için tutulması gerektiğini de söyleyenler oluyor fakat bu bana çok makul gelmiyor. Zira akşam, mükellef bir iftar sofrasında canının istediğini yiyebileceğini bilen bir insanın gün içindeki açlıkla, “mutlak açlık ve yokluk” durumunu deneyimlemesi zordur. Bence oruçtaki açlığın, susuzluğun ve yoksunluğun insana sağlayacağı en önemli dünyevî fayda; biyolojik bir organizma olarak ne kadar fazla şeye bağımlı olduğunu, ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu, elinin altında bulunan ama daha önce pek çoğunun farkına bile varmadığı nimetlerin aslında ne kadar benzersiz ve büyük hediyeler olduğunu fark etmesidir. Çocuklarıma, ilk oruç tuttukları günün iftarında suyun tadına dikkat etmelerini söylemeyi çok severim. Zira su, normal hayatta tadını bile çoğu zaman fark etmediğimiz, en temel gıdamızdır. Fakat ağzımızda tatlı, tuzlu, acı ve ekşi tatları alan alıcıların yanında “su tadını” alan alıcılar da mevcuttur ve onların sinyallerini normal zamanda hemen hemen hiç fark etmeyiz. Halbuki sıcak bir yaz günü gün boyunca tutulan oruçtan sonra içilen bir yudum su, dünyanın en lezzetli içeceğine dönüşüverir.
Özetle; oruç insana başkasının hâlini değil, aslında kendi durumunu anlatır. Zaten mütekâmil bir oruçta, insan orucu değil, oruç insanı tutmalıdır. Sağlığımız, mal varlığımız, şan ve şöhretimiz ne kadar büyük olursa olsun, oruç hâlinde hissedebileceğimiz o kırılganlık ve zayıflık hissi, bizi tekrar diğer insanlarla birleştirecek ve onları daha iyi anlamamızı sağlayabilecek düşüncelere sürüklemeye gebedir. Eğer biz buna hakkıyla zaman ve izin verebilirsek…
Kısacası Ramazan, inanan insanlar için çok önemli bir fırsattır. Hatta bir dinî inancı olmasa bile, insanların bu önemli deneyimi hayatlarında birkaç kez tatması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biyolojik sınırlarımızı “daha fazla insan olmak yolunda” zorlamak, bize biyolojimizden değil, insanlığımızdan dolayı gelen bir bilgidir ve bunu kullanmak ancak insana özgüdür. İnancı ve dünya görüşü ne olursa olsun, bir insanın bu şansı kullanmadan bu dünyayı terk etmesinin pek iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim.
Kaynak:
http://ramazan.milliyet.com.tr/orucun-beynimizde-yarattiklari-/dinibilgiler/detay/2262318/default.htm