Hikâye: Mutlu muyum?

Kırkıncı yaş kutlamamı okyanus semalarında bir uçakta yapmak da nasib oldu ya ölsem de gam yemem. Şimdiye dek hiçbir doğumgünü kutlaması benim için bir sürpriz niteliği taşımamıştı. Aslında on altı yaşımda tutuklanıp hapse atılmamı saymazsak hayatımda sürprizlere pek de yer olmadı diyebilirim. İlk defa hiç beklemediğim bir anda ve sadece benim için özel olarak hazırlanmış bir partinin içinde buldum kendimi. Mutlu muyum? Hayır.

Kırk yaş peygamberlik yaşı derler. Tüm maddi isteklerinden arınmış ve kişilik gelişiminin zirvesinde olan biri olarak, başkalarının hayat yolculuğuna yoldaş olabilme kabiliyetine sahip olmanın sembolüdür. Yalan değil, bir fahrî psikolog olarak tüm çevrem tarafından özel ilgi ve sevgiyle taltif ediliyorum. Yaşadıklarımın bunda payı büyük elbette. Sanki bütün insanların yaşayabileceği ne varsa hepsini ben yaşamışım gibi herkes kendi hayat yolunda benim deneyimlerimden ilham alarak yürüyor. Ama fikirlerimle yol alanlar bilmiyorlar ki fikirlerimin bana pek faydası yok; sorsalar mutlu muyum? Hayır.

Uçağın inmesine yaklaşık iki buçuk saat var. Yaklaştıkça heyecanım artıyor; kızım ve müstakbel damadım tarafından karşılanacağım. Kızım deyince bile içimin bütün yağları eriyor. Ayşe’nin küçükken istediklerini yaptırabilmek için bana nazlanması, şımarması, dudağını büküp hüzünlü ama kızgın bir bakış atması yok mu, bütün savunmamı yok edip beni adeta efendisine hizmet eden bir köle haline getirirdi. İki bacağım koptuktan sonra, tekerlekli sandalye bile buna engel olamadı. Onun mutluluğu her şeyin üstünde yer aldı. Yıllar geçti, büyüdü, koca kız oldu ama benim için ondan ötesi asla olmadı. Bakalım kocasının da efendisi olabilecek mi? Göreceğiz… Kız babası olmak pek güzel de araya başka bir erkek girince insan kıskanmıyor değil. Neyse, mutlu olsunlar da… Ya ben mutlu muyum? Hayır.

Vicdanlı bir çocuk yetiştirmenin vicdânî rahatlığı içindeyim. Başarılı ve azimlidir Ayşe, tuttuğunu koparır. Ama önüne bir çiçek çıksa önce onu ezmeden alıp kenara koyar sonra yoluna devam eder. Bu konuda babasıyla hep gurur duyması kendisinin de nihayet o hale bürünmesini sağladı. Örnek insanın örnek evlâdı…

Örnek… tek, biricik…

Kim var ki tek olmayan? Kimin aynısı var hayatta? Herkes ve her şey -iyi ya da kötü- yaşamın içinde birer örnek değil mi? Kaldı ki iyilik ve kötülük bir karşılaştırmanın eseri olduğuna göre bir üstüne göre kötü olanın, bir altına göre iyi olduğu söylenemez mi? Yani çok zor durumdayım da neye göre?

Hayat bana karşı pek cömert olmadı ama kime göre?

Mutlu muyum?

Düne göre hayır; ama yarına göre, umutluyum.

 

Bir Deli Türk ve Sarı Gelin

Günlerden Perşembe…
Yer, bir Batı şehri.
Mekân binlerce yıllık bir müzik holü…
Şahnede bir klasik müzik orkestrası ve kuyruklu bir piyano…
Derken, deli bir Türk sahneye çıkıyor.
Üzerinde şehzâdeleri anımsatan turkuaz mavisi yakasız bir gömlek.
Asilce seyirciye selâm duruyor.

Ben içimden ‘işte uzaklarda bir sanatçı daha’ diye düşünürken,
niden oturuverdiği tabureden orkestraya ‘başla’ işareti verip
Minicik elleriyle piyanonun üst tellerini kucaklıyor.
Parmakları ile dokunduğu telleri seviyor âdetâ…
Çalmıyor, sadece telleri okşuyor…
Kendime gelip ne yaptığını anlamaya çalışırken bir başka ânî hamle ile klavyeye gidiyor o eller,
Ve çalmaya başlıyor…

Konser bir saat sürüyor.
O, dinleyenleri müziği ile mest ediyor.
Alkışların ardı arkası gelmiyor,
Dört defa selâma çıkıyor sanatçı, belli ki dinleyici bis istiyor
O deli Türk, sonunda ikna olup
Taburesine geri dönüyor…
Bir süre bekliyor -bizde nefesler tutuk-
Derken, Sarı Zeybek dökülüyor parmaklarının ucundan –notasız-
Gözlerimizden sanki bütün gece beklemişiz gibi yaşlar süzülmeye başlıyor.

O parça bir ömür sürüyor.
Bir ömür Osmanlı yıkılıyor, bir ömür asker ve halk beraber savaşıyor, bir ömür cumhuriyet kuruluyor, bir ömür biz doğuyoruz, köyümüze elektrik geliyor,
Bir ömür bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor…

Parça bitiyor, film karesi donuyor, kalplerde bir ince sızı hissediliyor.
Bütün salon o Türk’ü ayakta alkışlıyor.
İman ediyorum, insan en çok en sevdiğini eleştiriyor hayatta…
Ve yine iman ediyorum, eleştiri ileri götürüyor insanı, toplumları…
Başkalarını yargılamak çok kolay…
Oysa bir sanatçı en çok duyguları ile var oluyor; duygu ise düşünce ile…

Ben biliyorum ki, uzakta da olsa bir virtüöz Türk piyanisti
Konser gecesinde misafir edildiği şehirde ısrar üzerine geri döndüğü sahnede bir Türk türküsünün uyarlamasını çalarak ülkesine en derin sevgisini ifade ediyor.

Bence Sâmiha Anne de aynen bunu anlatımaya çalışıyor sanat anlayışında… Sanat, sanatçının iyiliği yayma vesilesi oluyor… Allah hepimize anlamayı nasıl etsin inşaallah.