Çölde Teslimiyet

Müslüman, teslim demektir. Eğer hâdiseler karşısında nefsimizin bağırıp yakınmalarına rağmen allah’ın takdirine teslim olursak müslümanız demektir. Allah, Kurân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in ilk müslümanlardan olduğunu müjdeler, oysa Hz. İbrahim, İslâm’ı getiren Hz. Peygamber’den çok önce yaşamıştır. O, bu hitâba, teslimiyeti sâyesinde mazhar olmuştur.

Hz, İbrahim’in eşi Hacer de bize teslimiyet konusunda büyük örnektir. Hz. İbrahim, Hacer Annemiz ve oğlu İsmail, Allah’ın buyruğu üzerine Mekke’ye giderler. Mekke, dağların arasında çorak bir yerdir. Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle eşini ve küçücük evlâdı İsmail’i bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde arkasına bakmadan bırakır. Fakat Hacer Annemiz de bir peygamber eşine yakışır bir eştir. Eşinin arkasından hemen en gerekli şey olan su ve biraz yiyecek aramaya koyulur. Hacer Annemiz orada oğluyla yalnız kalınca ne düşündü, ne duygular içindeydi, onu bilemeyiz; ama bana hep bir sorunla karşılaşınca ondan şikâyet edip isyan etmek yerine, aksiyona geçip o sorunun içinde yaşamayı öğrenmeyi  hatırlatır âcizâne.

Velhâsıl Hacer Annemiz su arama umuduyla Sefâ ve Merve tepeleri arasında bir o yana bir bu yana çâresizlik içinde koşar. Kimbilir belki de umudu azalmıştır, koşmaktan yorulmuştur, ama başka çâresi yoktur. En sonunda belki gücünün bittiği ama son noktaya kadar gayret ettiği anda çıkmıştır zemzem.

Hz. Hacer, benim hayatımda hep hatırladığım ve belki de her hâdisede aklımıza gelmesi gereken bir karakterdir. O çorak yerlerde kalıp ağlayıp oğluyla beraber ölümü bekleyebilirdi, fakat o bir aksiyon insanıydı. Bize örnek olan bir insan…

Hepimiz zaman zaman kendimize göre ağır sınavlardan geçiyoruz. Bu sınavlarda ne kadar gayret edersen et, kızıyorsun, isyan ediyorsun ama yine gayrettesin. Kafanı duvarlara da vursan, kendini yerden yere de atsan, bir nokta var ki oraya gelince her şey değişiyor. Bu, teslimiyet noktası… Tam her şeyi yaptın, karmakarışık duygular yaşadın ve olmadı, çıkamadın işin içinden, kaldın bu sınavdan diye düşündün… İşte “ben yapamadım Efendim, sen nasıl istersen öyle yap” dediğin, gözünü yumup Allah’a sığındığın zaman, gözünü tekrar açtığında görünmez bir elin olayı bambaşka bir şekilde çözdüğünü ya da başka bir forma taşıdığını görüyorsun. Bunu her ne kadar deneyimlediysem de, her  hâdisede aynı yollardan geçiyorum, aynı karmaşa, vıdıvıdı, ve ne zaman kendimi bıraksam çok şükür ki Allah belli bir yola koyuyor.

Allah bize Hz. İbrahim’in ve Hacer Annemizin teslimiyetini nasip etsin inşaallah. Nefsimizi susturup gayreti elden bırakmadan teslim olalım inşaallah.

Âmin.

 

 

Seni Sevdim Kimi Sevdim ise Sevdim Seveli…

Dost olanların ortak özelliği belki de sonsuz bir vericilik ve cömertlik… Onlar nefislerini, kötü huylarını hattâ evlâtlarını düşünmeden verebilecek kadar Allah’ı seven ve O’na güzel bir borç vermenin ve O’nunla dirilmenin zevkini yaşayanlardı…

 

Onlar “Bugün mülk kimin?” sorusuna “Vallahi senin Allah’ım” demenin, gönül beytini “tavaf edenler, ayakta duranlar, rükûa ve secdeye varanlar için” Allah’tan gayrı sevgilerden temizleyerek nefisten kalbe hicretin sırrına erenlerdi.

 

Onlar beni bırakıp sen demeyi, kendilerinden önce başkalarını düşünmeyi, Allah için en sevdiklerini vermeyi seçenlerdi…

 

Cebrâil’in (a.s.) gelip “Bir dizde iki inci olmayacak” diyerek oğlu Hz. İbrahim ile torunu Hz. Hüseyin arasında seçim yapmasını istediğinde “Ekseriyet mahzun olacağına oğlum İbrahim’i fedâ ederim” diyen Hz. Peygamber… “O’nun babası, Peygamber indinde senin babandan daha sevimli idi” diyerek Bedir Savaşına katılan kendi oğluna, Hz. Ebûbekir’in oğlundan daha az para veren Hz. Ömer… “Baba seni seviyorum,” diyen oğluna “Yolumda gitmezsen yarın âhirette oğlum olduğunu inkâr ederim” diyen Hz. Pîr”… Ya da kendi oğluna, çocukluk arkadaşı ve ezel-ebed dostu Server Hilmi Bey’in oğlu Sedat ile ilgili olarak “Kâzım… Bir gün Sedat ile sen muhtaç vaziyete düşseniz ve ben de ancak bir kişiye yardım edecek kudrete sahip olsam, bil ki sana değil, Sedat’a yardım ederim” diyen Ken’ân Rifâî Hazretleri… Hepsi aynı mânânın tecellîleri değil mi?

 

Onlar batıp gidecek olanlara gönül vermediler, aşklarıyla ateşleri gül bahçesine çevirdiler ve ‘Bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat arkadaşınız, Allah’ın dostudur’ diyen Hz. Peygamber gibi O’ndan başkasına el açmayıp dost edinmediler.

 

“Bir saniye nefsine hâkim olmanın yıllarca âlemleri idâre etmekten daha büyük bir muvaffakiyet olduğunu” biliyorlardı. Ve nefisleri de “Babacığım, sana emredilen ne ise onu yap; inşaallah beni sabreden biri olarak bulacaksın” diyerek, ruh gibi olan Hz. İbrahim’in önünde boyun kesen Hz. İsmail gibi terbiye ve tekâmüle hazırdı.

 

Onlar Allah’ı bilmenin tek yolunun teslim olmak yani İslâm olduğunu biliyorlardı. Bu rüyâ âleminde hayâlden ibâret olan varlıklarından geçip Allah’ın mârifet ilmiyle kazanılan ebedî ve ezelî diriliğin, Kevser’in sırrına erdiler. Her yerde Sevgili’yi görmenin, O’nu bilmenin, O’nu sevmenin ve O’nu anlatmanın zevkiyle yaşadılar.

“Dost sanki bir münâdî idi. İnsanları tevhidin getirdiği ulvî ve ölümsüz hasletlere dâvet etmekten bıkıp usanmıyordu. Amma bu seslenişi, dünyadan bir şeyler istemek ve almak için değil, sadece vermek içindi. Zîra o âleme, almak için değil, vermek için gelmiş bir müstesnâ idi. Sevgisi, imânı, bilgisi, hayat üslûbu ve dünya görüşü, sanki yağmalanmak için ortaya dökülmüş bir gazâ malı idi. Bütün sermâyesini, ömür boyu, mezat etmeye doymayacak olan Dost, verdikçe veriyor, cömertliğine hudut, ölçü olmuyordu.”

İşte Dost’u en güzel anlatan Kalem böyle yazmıştı. Onlar “Sabah kalkınca bugün hangi kardeşimin kalbini sevinç ve neşeyle doldurabilirim” diyen Harakânî Hazretleri gibi bu güzelliği, bu ilmi, bu mânâyı paylaşmanın zevki ve heyecanıyla yaşayıp her şeylerini bu uğurda veren ve Sevgili’nin huzuruna hiç olarak varanlardı.

Bu mânânın ve o güzellerin yüzü suyu hürmetine, bu rüyâ âlemine bir Halil ve bir Hatice’den doğarak gelen fakire ve herkese, “Dost”luktan “Habib”liğe geçmenin ve onların zerresine benzeyebilmenin sırrını idrâk nasip olsun inşaallah…

 

Her Nefes Dergisi 61. Sayı Ekim 2014 (Hz. İbrahim)

Dergiyi İndir
Editörden – Yosun Mater
Sohbetler – Ken’an Rifâî
“Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir”– Cemâlnur Sargut ile Söyleşi – Müge Doğan
Bal – Elif Hilâl Doğan
Tevhid – Hüseyin Gökhan
Kur’an’da Hz. İbrahim
Halil İbrahim Sofrası – Emine Ebru
İbrahim Olabilmek – Mehmet Can Taşcı
Ne Haber? – Cemâlnur Sargut Berlin’deydi – Bülent Şener
Ellerim O’nun Elleri – Umut Alihan Dikel
Çölde Teslimiyet – Banu Büyükçıngıl
Seni Sevdim Kimi Sevdim ise Sevdim Seveli – Sezin Özdemir
Nefes Alan Târifler – Selâmiçeşmeli Yâkûbî Baba

Editörden (Ocak 2014)

Efendim hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz…

 

Bu ay dergimizin konusu her zamanki gibi, Allah aşkı, Allah âşığı bir koca sultan, âlemlere rahmet bir öğretmen, bir mürşid, hepimize örnek bir öğrenci, bir mürid…

 

En çok “Her ilmi, her şeyi bildiğini sandığında” bilmediğini hocasından öğrenen… O’nun söylediğine iman eden… O’nun söylediği ile amel eden… O’na verdiği sözden bir nefes, elbette yine O’nun himmetiyle dönmeyen ve döndürmeyen bir koca sultan…

 

Ahde vefâsı ile, edebi ile, samimiyeti ve giyindiği hâli ile evlâtlarına, öğrencilerine dâima örnek olan… Kanından gelmekle değil, yolundan gelmekle ancak O’na evlât olunabileceğini anlatan, yaşayan, yaşatan bir rahmet sultânı…

 

O öyle münbit (bereketli) bir toprak ki gördüğü her türlü muâmeleye, ezâya, cefâya, vefâsızlığa, yalancılığa aldırmadan, her türlü isimde ve meşrepte tohumu bağrına alan, gördüğü ağır muâmelelere karşısında bile, içine aldığı tohumdan vazgeçmeyen… Öyle ki tohum ondan vazgeçse de “Biz içimize aldığımızdan vazgeçmeyiz” diyebilecek kadar karşılıksız veren, tevâzu ile yoğrulmuş bir toprak… Bununla beraber koynundaki her tohuma, aynı vericilikte, aynı yakınlıkta olan… Birleştirici, Allah’ın ona lûtfettiği su gibi vazgeçilemez olan… O’ndan aldığı ilmi dağıtmakta çok çömert olan… Bunun yanında tohumdan sadece birazcık gayret isteyen, bu sâyede onun filizlenmesi için elinden geleni yapan. Tohumu her türlü dünya şartlarından koruyan… Yetiştirdiği tohum filizlendiğinde, güneş gibi sonsuz diriltici ışıkları ile onu kuşatan… Göğsünde ana sütü besleyiciliği ve  âdeta anne şefkati ile onu sarıp sarmalayarak büyüten… Serpilmesini aynı mütebbesim ışıkları ile ihyâ eden…

 

Sadece bir ay, bir gün, bir nefes değil, dâimâ, her nefes O’nunla olan, gayrette, hizmette, ümit etmekte, öğretmekte ve öğrenmekte sırât-ı müstakimde olan… Bir ayağı şeriatte, diğer ayağı ile yetmiş iki millet dolaşan… Yetmiş iki dili bilen, dolayısıyla Hz. Süleyman gibi her meşrebin dilini konuşup, anlayan… Ney gibi kendinden geçmiş… Hak’lıyı yani Hak ile olanı bilen, bildiren… Hak ile bir olup O’nun sesini veren… Yegâne şahsiyet sahibine kul olan…

 

Yolundan gelenleri her türlü tehlikelere, benlik çukurlarına karşı uyaran, koruyan… Rabbinin O’na verdiği görevden bir nefes vazgeçmeyen ve kendi canını bu yolda düşünmeden veren… Meşreplerin her türlü günahı, hatâsı ve kusuruna rağmen dâimâ “Ne olursan ol gel!” diyen. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yazılamayan, anlatılamayan, bir kul, bir öğrenci, bir öğretmen…

 

O, Cemâl’in nûru, vefânın, aşkın, teslimiyetin, samimiyetin, imanın, ilmin kıblesi ve tecellisi olan… Hz. Allah’ın “benim sevdiğim” diye tanımladıklarından bir büyük Rahmet: “Hz. Mevlânâ”…

 

Bu sayımızda gönlümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce, kısıtlı akıllarımız ve kaplarımız ölçüsünde O’nu anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Kusurları bizlere ve elbette güzellikleri derginin sahibine ait olarak huzûrunuzdayız.

 

Hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

Sohbetler (Ocak 2014)

Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya ka­dar teşyî ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara ‘Ben onun sıfatı ve mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakk’a hürmeten bu muâmeleyi gösteriyorum’ diye cevap verir.

Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını isti­yorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıp­ladığınız gibi, onun da sizin hâlinizi beğenmeyeceği tabiîdir. Meselâ bâzı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan kimseye fenâlık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kim­seye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istîdat ve anlayışı ona elverişli­dir.
Buna karşılık ‘Mâdem ki herkes bir vazife ile mükellef ve memur­dur diyorsunuz, o hâlde fenâlık yapanlar neden cezâ görüyor?’ diyecek olursanız, işte bu suâliniz ile ortaya nâzik ve ince bir mesele çıkmış olur. Şöyle ki Cenâb-ı Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz olduğu gibi Müzil de vardır. Hâdî olduğu gibi Mûdil de vardır. Afüv olduğu gibi Müntakim de vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hak’tan ‘yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebil­mek için bir zuhur yeri ihsan et!’ diye niyazda bulunarak birer vücut is­tediler. Cenâb-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir mazhara, bir vücûda büründü.

O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhû­runu bekle… Evet, bir kimseye fenâlık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için ‘zulüm yapan neden cezasını bulur?’ diyemezsin. Çünkü zâlime karşı âdil ismi vardır.

Eğer bu kaideyi bilirsen, ‘niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse neden böyle yapıyor?’ diyemezsin. İşte bu noktadan lâ faile illallah, lâ mevcûde illallah, yâni Allah’tan başka fâil ve mevcut yoktur, mânâsı çı­kar.
‘Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmaz­dım…’ demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhar değilsin. Meselâ Allah seni Muiz yâni İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil ismine de­ğil…

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 135-136)

*****

Sâmiha Hanım:
–   Hak’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş, sözüyle ifâde olunan gizlilik Hakk’ın kıskançlığı değil midir?
–  “Evet… Allah’ın gizli sırlarını yine Allah’ın gayreti yâni kıskanç­lığı gizler. Bir erkeğin karısını nâmahrem bir erkekten kıskanıp sakla­ması gibi… Mürşidin de hakîkati meydandadır, aşikârdır. Fakat kendini her­kese bildirmez. Nitekim Hazreti Mevlânâ da ‘Ben bir pergerim. Bir ayağım şeriatta durmakta; diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşırım’ buyurur ve yine ‘Bende olanı gizlemek için onlar ile beraber görünü­rüm. Papazla papaz, hoca ile hoca, çocukla çocuk olurum. Fakat bun­ların hiçbiri değilim. Hem de hepsiyim, der. Bu, adetâ, mavi boncuk kimde ise benim gönlüm ondadır. Yâni herkes kendi zanmnca benim yârim oldu, meselesi gibidir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 217)

*****

Allah gizli değildir. Ondan başka bir şey yoktur ki gizli olsun. Her şey o, her gördüğün Hak… Gizlilik yok… Gizlilik sende, görmemezlik de sende… Eğer sana Allah’ı göstermeyen vücûdunu, yâni mevhum varlığını ortadan kaldırırsan, Hakk’ın gizli olmadığını anlarsın. Hak’tan ayan bir nesne yok /Gözsüzlere pinhan imiş.

Sen gözsüz olduğun, kör olduğun için Hakk’ı göremiyorsun. Ayıp­lanmaz. Bir köre, ‘niçin güneşi görmüyorsun?’ denemez. Çünkü kördür. Allah, görünen herşeyle kendini göstermiş, gizlememiş ayan et­miştir. Fakat bunu herkes göremez. Zîrâ görmek için istîdat sahibi de­ğildir. Şu da var ki, bir kimsede zamanla o istîdat ve kabiliyet imkânı ge­lişebilir ve evvelce anlayamadığını duyamadığını anlayıp hissedebilir.

Meselâ Mesnevî okuyorsunuz. Bazen birinci defa okuduğunuzda anlayamadığınız bir mânâ, ikinci veya üçüncü okuyuşta sizin için ger­çek mânâsını gösterebiliyor. Ve meselâ ortadan, hakikate müteallik bir söz söylüyorum. Açık, Türkçe, rumuzlu falan değil… Yüz kişi içinde ya üç ya dört kişi anlıyor. Üst tarafı ise dinlediği halde, bütün işittikleri kulaklarına girmeden dökülüp gidiyor.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 394-395)