Mürşid İle İşlenmek
Anglo-Sakson dillerinde ortak kökten gelen bir sözcük vardır. Fransızca bir tâbir olarak zaman zaman Türkçe konuşmalarda da yer bulur: “Cultivé” ya da Türkçe okunuşu ile “kültive.” Bir anlamıyla “işlenmiş toprak” diğer anlamı ile ise “kültür ve görgü sahibi kimse” demektir. Bu iki sesdeş sözcük, ilk bakışta alâkasız gibi dursa da, içerik bakımından birbiri ile oldukça benzer bir nedensellik kurgusu taşır. “Bu başlangıç da ne böyle?” demeyin. “Ziraat” (agriculture) kelimesi ile “bilgili, görgülü” mânâsındaki “kültür”ün aynı kökten geliyor olması, nedense dikkatimi çekti. Etimolog olmadığıma göre, bu yazıda bilimsel ya da bilgece bir karşılık ortaya koyabilmem mümkün değil. Eh, bu iddiasızlığın verdiği özgürlük ile yalnızca içimde yarattığı çağrışımlar üzerinden yazmanın zevkine varmak istedim ben de…
Toprak tek başına bırakıldığında kendi tabiatına uygun bitki örtüsünü vücuduna toplar. Bazen coşkulu bir nebat, bazense öylesine çorak… Çoğunlukla bereketlenmek için bir insanın eline muhtaçtır. Bir insan çorak arâziyi önce taşlarından temizler. Üzerinde net çizgiler oluşturur, eker, sürer ve cinsine uygun şekilde ürün çıkmasını sağlar.
Batılı zihin haritası, işlenmiş toprak ile kültürlü insan ifadelerini aynı kökten besliyor. Buradaki sihirli sözcük “işlenmiş” olmalı. Bilinçli bir işlem görmüş, belli bir disipline tâbî olmuş, tanımlı çizgileri olan, üreten toprak ile tanımlanmış şablonlar üzerinden okumuş, belli konularda bilgi ve fikir sahibi olmuş kültür sahibi insanlar arasındaki benzerlik.
İşte benim çağrışım dediğim kısım tam da burada başlıyor galiba… Batı normlarının ortaya koyduğu işlenmişlik târifinin kendi kültürümüzdeki yer buluş şekline karşı çıkıyorum. Son dönemde uzun zamandır görmeye alışkın olmadığımız türden toplumsal bir girdabın içinde bulduk kendimizi. Millet olarak tarafların ayrıştığı, insanların birbirini sürekli yargıladığı, herkesin yalnızca kendini haklı gördüğü ve kendine benzemeyeni ötekileştirdiği bir tünelin içindeyiz. Kalabalıkların havaya kaldırdığı toz bulutları yavaş yavaş çökerken ortaya çıkan fotoğraf, tarafların kendi zanlarınca yorumlayacakları ne de çok malzeme sundu. Muhakkak ki bu yaşananlar, keskin hâfızalar için tarihin bir tekerrüründen ibârettir ve yaşanan muhakkak “Hak”tır. Ama ben kendi adıma bu süreçten tefekkürle çıkabilmeyi ve payıma düşen öğrenme hissesini cebime koyabilmeyi istiyorum.
İşe kendi geçmişimi sorgulamakla başlarsam iyi olur. Seksenli yılların sonunda eğitim sisteminin bilinçsizce meslek seçtirdiği her genç gibi gerçekten istediği değil ama puanından dolayı “yakışacağına” inandığı üniversiteye girmiş olarak görüyorum kendimi: “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler.” Bu bölüm yıllar içinde kendisinden en beklenmeyecek etkiyi yaptı bana. Çoğu öğrencisine yaptığı gibi… Politikayı bir an önce üzerinden atılması gereken bir sorumluluk olarak tasvir eden, “mâdem buradayım, en azından şu geçmişi adâbıyla bir öğreneyim” diye bir merak dahî taşımayan, seçmeli İşletme derslerine yönelerek kendine özel sektörde kariyer hazırlamaya çalışan, parlak Boğaziçi diplomasından dolayı ayrıcalıklı hissi taşıyan ama apolitik ve sığ bir genç olarak katıldım kalabalıklar arasına.
Aslında görünürde herşey çok yolundaydı. Ayrıcalıklı bir toplumsal duruş, parlak bir kariyer… Batılı ve “modern” bir hayat tarzı. Toplumun belli bir kesiminin ortaya koyduğu şablonlarla uyumlu “kültür” sahibi bir “elit”. Yukarıdaki tâbir ile, “kültive” bir vatandaş.
Sözde eşitlikten yana bir demokrat ama gerçekte ise eşitler arasında kendini daha “eşit” hissetmeye meyleden, toplumda ayrıcalıklı söz sahibi olmayı doğal kabul eden cür’ette bir zavallı. Kendisinden farklı olana hürmet etmeyen, sözde kültürlü ve aydın…
Buradaki analoji bellidir; vücudum toprağında kötü huylarımdan ve nefsimden müteşekkil taşlardan bîhaber bir hayat sürüyordum. Başka türlüsünü bilmediğimden ya da bu taşları bir parçam gibi gördüğümden, değişmeye, dönüşmeye çalışmadan geçiyordu yıllar. Ama ben, çok şükür nasipli bir toprakmışım. Bir gün bir “insan” benim çorak toprağıma girdi, içimdeki taşları tek tek ayıklamaya başladı… Taş çok olunca temizlemek zaman alıyor. Bir yandan Allah aşkı ekiyor içime, diğer yandan ahlâk-ı Muhammedî ile suluyor. İşliyor beni anlayacağınız… Tohum vereceğim bir gün inşaallah. Niyâz ediyorum ki nasibimde hangi “rızık” olmak var ise o olacağım. Dünyaya gelmekten maksadım hâsıl olacak inşaallah, “insan”a karışacağım ve ben de insan olacağım. Yeter ki karşısında çorak bir toprağın kımıltısızlığı ile teslim durmayı becerebileyim.
İşte o zaman gerçek kültür bende zuhur edecek ve ancak o zaman “kültürlü/kültive” olacağım. Artık eminim ki kültür batı normları ile bugüne kadar zihnime kazınmış olan kavram değil. Diploma sahibi olmak, kariyer yapmak, sosyal dayatmalara uygun değerler taşımak değil. “İşlenmişlik” hiç değil. Eğer sahip olduğunuz “kültür” sizde başkalarına kıyasla “ayrıcalıklılık” hissi yaratıyorsa, atın o kültürü bir köşeye. Sırtınızda işe yaramayan bir yükten ibarettir yalnızca. Toplumda ayrışmayı ve taraf yaratmayı besleyen fitneden ne farkı kalır o “kültür”ün? Kültür, başkalarını daha farklı görerek toplumda ayrıcalıklı bir yer kapma kaygısı değil ki. Gerçek işlenmişlik, gerçek kültür, yaratılmış herşeyde Yaradan’ı görerek muâmele etmekten öte bir şey değil. Demem o ki, ilimle işlenmeyen, mürşidle mayalanmayan, dahası aşkla yoğrulmayan kültürünüzü de, eğitiminizi de atın çöpe; nâkıstır.