Yüzleşme

Editörümüz her ay başında -gelecek sayıya ait temamızda bir değişiklik var ise- bizlere bilgi mesajı atar. Bu ay da bir değişiklik mesajı aldık: Temamız ölüm olacaktı.

 

Ölüm… Küçüklükten beri kafamda belki de en çok çevirdiğim ama sanki yazarsam Pandora’nın kutusunu açacakmışım gibi çekindiğim konu karşıma çıkıvermişti işte.

 

Dünyayı duyguların yönettiğine inananlardanım. Geçenlerde fark ettim de bugüne kadar yazdığım her satırdaki tarif, bir duygu üzerinden olmuş. Peki, benim ölümle ilgili duygum neydi?

 

Hep söylerim: Yetmişlerin çocuğuyum ben. Hayatına ideolojileriyle anlam katmaya çalışan tertemiz gençleri önüne katarak sürüklemiş, sokaklarda eşkıyalığa soyunup masumiyeti evlerin içine sıkıştırmış teröre açtım gözlerimi… Hatırladığım ilk duygu korkuydu galiba… İlk hâtıralarımda her akşam mûtat yaşanan elektrik kesintilerinde sebepsiz yere işten birazcık geç kalmış babamı endişeyle bekleyen annem var. Mum ışığının loş aydınlığında dualarla kımıldayan dudaklarını ve korku dolu bakışlarını seçebiliyordum. Gecenin karanlığında silah seslerinin yarattığı korkuyu hatırlıyorum. Sabah uyandığımızda kardeşimle uyuduğumuz odanın düzgün, yuvarlak bir hatla delinmiş camını ve annemin yerde bulduğu mermi ile cam kırıklarını öfke, korku ve bize bir şey olmayışının şükrüyle süpürüşünü hatırlıyorum.

 

Sevdiklerimi kaybetme korkusu çocukluğumdan miras kaldı. Ehh, vücudunda anlamsız bir sivilce çıksa cilt kanseri teşhisini doktora gitmeden konduruveren aile geleneğinin taşıdığı genleri de sayarsak ölümü en “korkulacak” mesele olarak bilinçsizce taşıdım yetişkinliğime. Dualarımı hep “Allah’ım bana ve aileme sağlıklı ve uzun ömür ver.” diyerek yaptım.

 

Sonrası malum… Ezelden ebede gönlünde yer edebilmeyi Allah’tan niyaz ettiğim o büyük Sultan çıkageldi ve beni kendimle yüzleştirdi: İlk “darbeyi”, korkunun aslında ne denli nefsânî bir duygu olduğunu öğrenince yedim. Korku nefsten geliyordu. Zîra mülkiyet duygusunu insan kendisine atfedince kaybetmeme gayretini de korkuya dönüştürüyordu. Yani kendine bir varlık biçmiş oluyordu. Vesvese denilen duyguyu meşrebimin çok “doğal” bir parçası gibi yaşarken aslında vesvesenin insanın nefsiyle şeytan arasındaki işbirliğinden ibaret olduğunu anladım. O zamana kadar doğru sandığım ne varsa bir bir yıkılmaya başladı. Hz. İbnü’l-Arabî’nin buyurduğu gibi yok olmaktan mı korkuyordum? Sanki varmışım gibi…

 

Ancak dinledim demek yetmiyor, duydum, öğrendim demek yetmiyor. Hâle dönüştürmek gerekiyor, hem gayrette hem de hikmette nasipli olmak gerekiyor. Eli yeni kalem tutan, acemi bir öğrenci yanlış yazdığı defterini silmekte de acemi olur; ne kadar silerse silsin yenisi gibi yapamaz, eski yazıların izlerini bırakır.

 

Benim öğretmenim sabırla, özenle siliyor eski yazdıklarımı: Ölümün güzelliğini anlatıyor her fırsatta. Anlatmakla da kalmıyor, hayatını koyuyor önüme; en yakınlarını uğurlarken gösteriyor ölüme olan tavrını. “Âşıkın, mâşukuna kavuşması nasıl kötü bir şey olabilir ki!” diyor. Ölmeye tâlip olmadan her dakikayı, her ânı hizmet için, Yaradan’ı biraz daha tanıyabilmek için bir vesîle olarak yaşıyor; diğer taraftan mâşukuna duyduğu özlemi bastıramadığı her hâlinden okunuyor, kavuşacağı ânı belli ki içi titreyerek bekliyor.

 

Meselenin ölüm olmadığını, asıl korkulması gereken şeyin ölmeden önce ölme makamına bu dünyada erişememek olacağını gösteriyor bana. Bu dünyada sevdiğim her ne varsa âhirette onunla haşrolacağımı anlatıyor.

 

O halde aslolan, içimdeki kayıp korkusu, yoksunluk korkusu, belirsizlik korkusu vs. tüm korkuları kapladıkları gereksiz yerlerden koparıp atmak ve bu dünyayı daha diri yaşamak için gayrete soyunmak olacaktır. Ben de bu gayrete soyundum şimdilerde… İşe dualarımdan başladım: Aşkını niyaz ediyorum Allah’tan, beni nefsimin eline bırakmamasını, varlık iddiasını terk edebilmeyi, O’na hizmet edebilmeyi, başıma ne gelirse gelsin önce O’ndan râzı olabilmeyi diliyorum, ömrümün bereketini diliyorum…  Amin…

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın