İstanbul Günleri-4: Sandıkburnu’nda Mevlânâ ve Nietzsche Üzerine…

Sâmiha Ayverdi’yi anmaya ayırdığımız bu sayıda İstanbul gezilerimize özel bir heyecanla devam ediyoruz. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un Sandıkburnu semtindeyiz. Her ay olduğu gibi amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.

Onun fikir kuşu bize yol göstersin;olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını okuduysanız veya kitabı bu yazı dizisine paralel okuyorsanız Şehzadebaşı, Beyazıt, ve Süleymaniye gibi bilindik, derlitoplu semtlerin ardından o zamanın meyhaneler semti Sandıkburnu izbelerini ve onun sarhoşlarını Sâmiha Anne neden anlatmaya değer bulmuş da kitabına koymuş diyebilirsiniz. Belki âdil ve tarafsız bir yazar olarak İstanbul gecelerinin hakkını vermek, hem iyisi hem çirkiniyle bize tanıtmak içindir.Kimbilir belki de tevhid ehli olan sultan, dışarıdan bakınca iyi veya kötü gibi görünenin aslında bir birlik içinde gerekli olduğunu bize hatırlatmış ve tekâmülümüze fırsat vermek istemiştir.

*

Peki bu Sandıkburnu neresi? Gezi hazırlığı yaparken ben güncel İstanbul haritalarında burayı bulamadım. Sarayburnu, Yenikapı, Kumkapı var ama Sandıkburnu yok. Eski İstanbul haritalarını araştırmak gerekti bulmak için bu semti. Biz yine de Sâmiha Ayverdi’nin kitabındaki târifiile Sultanahmet Atmeydanı’ndansahile doğru ineceğiz buraya ulaşmak için. Topkapı Sarayı civarında da çok oyalanmayıp hızlı hızlı adımlarla yürüyeceğiz. Zira SâmihaAnne’nin“İstanbul Geceleri” kitabında Topkapı Sarayı için dediği gibi “O hıçkırıklarını yorganı içinde boğan bir çocuk gibi, kendi kendine ağlayıp söylenmekte devam etsin…Şayet bu sesi dinlemek endişesi ile boş bulunursak…günler geceler geçer de, o gene asırlar boyunca çektiklerini ve çektirdiklerinin masalını anlatıp tüketemez.”

*

Osmanlı zamanında devir devir içki yasağı konulmuş, bazen şiddetle takip edilmiş, bazen göz yumulup unutulmuş, ardından tekrar yasaklanmış; bu çarkda böyle dönüp durmuş. “İstanbul Geceleri” kitabında SâmihaAnne’nin anlattığı 1910’ların Sandıkburnu meyhaneleri, Galata, Beyoğlu, ve Balıkpazarı meyhaneleri gibi devrin ayyaş ve akşamcılarınının uğrak yeriymiş. “Gedikli” meyhaneler gibi ruhsatlı, “Koltuk“ meyhaneleri gibi kaçak olan kenarda köşede ayak üstü içki içilenucuzcu tipleri varmış. Bugün sahile ulaşıp da bulamadığımız Sandıkburnu’nda, eskilerde denize uzanan salaş meyhaneler hıncahınç dolarmış, özellikle yazın mehtaplı gecelerinde. Masadaki tuz ise eğer ayyaş parasını ödemezse faydalı olur, kadı önüne çıkan meyhane sahibi “tuz paramı vermedi” deyip parasını borçludan kurtarabilirmiş.

Artık olmayan bir semtin artık olmayan meyhanelerini nasıl daha fazla anlatayım bu yazıda? En iyisi başka semtin meyhanelerine gideyim insanları gözlemleyip size izlenimlerimi aktarayım da bu ay mızıkçılık yaptın bizi gezdirmedin demeyin.

İşte böylece yolum iki çeşit meyhaneye düşüyor. Biri eski Sandıkburnu’ndaki gibi üzüm şarabıyla sarhoş olanların mekânı, bir diğer meyhanede Allah kelâmı ile sarhoş olanların yeri. Bilirsiniz Mevlânâ meyhane ve şarap imgelerini çok kullanmıştır eserlerinde. Tasavvuftaşarap veya mey,Allah aşkı, meyhane ise Allah aşkının sunulduğu yerdir.

Gelin, biz önce üzüm şarabı ile şarhoş olanların meyhanesine girelim. Sorabilirsiniz, neden insan üzüm şarabı gibi bir madde ile kendinden geçmeğe bu kadar hevesli olur? Ertesi gün midesi ve başı, acıyla bunun hesabını sormaz mı? Bir de alışkanlığın pençesine düşmüşse zamanla ayyaş vücudu toptan varlıktan düşer, çevresine de yük ve tiksinti olmaz mı? Sadece üzüm şarabı mıdır başını maddeye gömmüş olarak gönül körlüğü çeken Âdemzâdeninmeselesi? Başka hangi maddelere tapılmaz ki,nerelerde mutluluk sarhoşluğu aranmaz ki? Yoksa konu Sâmiha Anne’nin deyimi ile “beşer idrâkininen eski dâvâsı” ile mi ilişkilidir? Varoluş, ölüm ve tekâmül.

Sâmiha Ayverdi “Boğaziçi’nde Tarih” kitabında Muhammed İkbal’in bu konuda Mevlânâ ve Nietzsche karşılaştırmasına değinir. İkbal önce Mesnevî’denşu fikri alır: “Yerlerin diplerinde demir ve taş âlemlerinde yaşadım. Daha sonra renk renk çiçekler içinde gülümsedim. Sonra vahşilerle dolaştım. Yeryüzünde, havada ve denizde gezdim. Derken yeni bir doğuşa kavuştum. Daldım, uçtum, süründüm, koştum. Cevherimin sırrı şekil aldı ve kendini gösterdi: Âdem oldum. Daha sonraki hedefim, Arş-ı Âlâ’dır. Kimsenin değişmeyeceği ve ölmeyeceği âlemdir. Melek olacağım. Sonra gece ile gündüzün, ölümle dirimin, görülmekle görülmemenin hududu ötesinde var olanın, ebediyyen var olduğu âlemde, bir ve bütün olacağım.”

Nietzsche ise hiç de böyle düşünmez. Nietzsche’yi kitabında konuşturan İkbal, “İnsanoğlunun istikbali hakkında beslediği ‘ebedî tekerrür’ fikrinin bir ebediyet inanışı değil, bir yeis ve ümitsizliğin, mevcut olmak fikrine son bir gayretle sarılışı ve âdetâkendini kandırışıdır” der.

Sâmiha Annebunun üzerine şöyle bir sonuç çıkarır:“Günün insanı, hayat ve hürriyet kaynağı olan ölümden korktuğundan başkaları için yaşamaktan, başkalarını mesut etmekten, başkalarına güven ve sevinç vermekten de korkup kaçıyor. Onun için de, her türlü nimetin, her türlü varlık ve dirliğin yolunu kendi yoluna çevirecek kadar kendini çıldırasıya seviyor.”

Acaba maddeyle sarhoşluğu seçen, ölümü son bilen, bunun içinde sınırlı varoluşunun günlerini gün eden, kendinden başkasının mutluluğunu aklına getirmeyen midir? Acaba bu insanilâhî bir aşkla kendinden geçmeyi bilmediği, bunu ona gösterecek birini bulamadığı için mi böyledir?

*

Hadi gelin bir de Allah kelâmı ile sarhoş olanların meyhanesine bakalım.Gece, meydanın açılması herkeslerin yerlerini alması ile başlar. “Lillâhi’lfâtiha”yıtâkibenevradokunur. Duânınsonuna doğru sanki ilk kadeh meyin de sonu gibi dünya ağırlıklarından ve takıntılarından yavaş yavaş kurtulunur, ilâhilerinritmiyle gönlün çalkantısı başlar.

Pek çok ağızdan “Lâ ilâhe illallah” sözünün tekrarlanması devam eder. İster yüksük kadar az, ister küpü dolduracak kadar çok olsun, gönül suyu artık kabına sığmaz taşar. Vücut testisi de kırılır. Herkesin gönül suyu birbirine karışır, o da sanki denize kavuşur. Herkeslebir olarak çalkalanırsın.

Artık hem deniz hem de denizde olduğunu bilen balıksındır. Balık sürüleri gibi birlikte gezmeâidiyethissini, o da “lâ ilâhe illallah”yankısını güçlendirir.

Deniz kabarırda kabarır,gökkubbeyle birleşir. Yer gök artık bir olur. Bu sarhoşlukla söylenen ilâhininsözleri bazen duyulur, bazen duyulmaz. Ama her “Allah” deyiş,her yanda yankılanır, yankılanır,tekrar yankılanır.

Zaman gelir kabaran deniz ve gökler durulur; hissedersin ki gönül suyundaha da artmış, daha da berrak olarak vücudun kabına geri döner.

Bazısı sorar “Var mıdır bundan güzel sarhoşluk?“

 Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.comadresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.

The following two tabs change content below.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın