Hicret

Allah buyuruyor ki; “Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îman yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler.”

Hicret Arapça’da ayrılık demektir. İç mânâsıyla ise nefsten ruha göçmek, kötü huyları terkederek Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber’in hicreti, vakti gelene bunun nasıl olması gerektiğini göstermek içindir. Peygamber, Bekke olan vücûdunda ruhunun hakîkatini ortaya çıkarmak üzere Medine’ye göçmüş ve ensârın gönlüne tecellî ederek Yesrib’i şehir, yani hakîkî vücut haline getirmiş ve medenî kılmıştır.

Anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s) Mekke’deki varlık makamından Yesrib’e yani hayret makamına göç ettiler ve bize bunun yolunu gösterdiler.

Mekke’nin fethi Bekke’nin fethidir. Hz. Peygamber hicret kavramıyla nefsin gönle doğru tekâmülünü anlatırken, fetihle de bu tekâmülün tamamlanışını anlatır. Bu bir sülûktur. Vücûdun dirilişi hakka’l-yakîn ile sonuçlanmalıdır. “Be” harfi, Peygamber’in mübârek vücûdunu yani berzahı temsil eder. Hz. Peygamber hakka’l-yakîn oluşunu vücûdun fethi olarak anlatır. Hakka’l-yakîn’e ulaşmak için, ilme’l-yakîn ki Cebrâil (a.s) ile sağlanmıştır (Allah’a doğru seyir), ayne’l-yakîn ki mi’racdır. Mi’racın dönüşü hakka’l-yakîn’dir (Allah’la seyir) ve Mekke’nin fethi ile sonuçlanmıştır. Bu durum Hz. Peygamber’in ayrı bir vücûdu kalmayıp, Allah’ın O’nda tam tecellî ettiğinin delilidir. Onun “kulum” diye seslenmesi, ‘bende vücut kalmadı’ demektir. İşte hicretin hakîkî mânâsı budur.

Daha kısa bir târifle kötü ve çirkin huylardan ya da isyan ve günahkârlıktan güzel ahlâk ve ibâdete dönmek olarak da adlandırılabilir.

İbn Arabî Hazretleri, Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste, “‘Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyet ettiği vardır. Hicreti Allah’a ve Peygamber’ine olan kişinin hicreti Allah’a ve Peygamber’inedir. Dünya için hicret eden ise, onu elde eder. Ya da bir kadın için hicret eden, onunla evlenir ve hicreti de hicret ettiği şeyedir.’ Bu hadîsi, Ömer b. el-Hattâb (a.s) rivâyet etmiştir.”[1]

Allah ise şöyle buyurmuştur:

Allah’a ve Peygamber’ine hicret etmek üzere evinden çıkıp ölümün yetiştiği kimsenin sevabı Allah’a kalmıştır.” (Nisâ, 100)

Gene İbn Arabî Hazretleri’ne göre “Muhâcir”, Allah’ın ve Peygamber’inin terk etmesini istediğini terk eden, bu terkte ise her türlü kuşkudan uzaklaşarak gönül rahatlığı ve arzusuyla mübalağayla hareket eden kimsedir. Yoksa istemeden ya da zorlanarak ya da bir karşılık bekleyerek terk etmemişlerdir. Hicret eden insan, bu konuda kendisine karşı çıkanların verdiği zorlu sıkıntılara ve ona duyurdukları -doğal olarak- nâhoş sözlere göğüs gererek, gönül hoşluğuyla hicret eder. Dolayısıyla muhâcir, makamında kemâle ermiş kişidir. (Allah’ına sefere çıkmış olandır).

Vatanımızdan duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, Rabliğine bizi şâhit tutarken bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Yani asıl hicret ruhlar âleminden kopup dünyaya gelmemizdir. Sonrasında anne rahmini vatan biliriz, oradan da atılırız. Dünya bizim vatanımız olur ama orası da bir sefer yeridir. En sonunda kendimizi berzahta buluruz. Ölüm sürecinde orayı mekân ediniriz. Daha sonra hakîkî uyanış yerine gitmek üzere diriliriz. Bazısına göre asıl vatan kıyâmettir. Diğer bir grup ise bunu kabul etmez.

Anlaşılıyor ki insan daima iki kutup arasında yolculuktadır. Ebedî bekâya ulaştığında ise zaman ve mekân kavramı kalktığından, ebedî bekâ ile birlikte vatan kavramı silinir. Müridin vatanından ayrılışında ise maksat gerçekleşir. Eğer zâhirde ve bâtında mürit vatanı terk edebilirse maksadı hâsıl olur. Kuvvetteyken kalbi vatanına bağlı olan insan maksadına erememiştir.

Allahu Azîmüşşân, âyetlerle hicreti desteklemiştir. Enfâl, 72’de “Îman edip de hicret edenler” ifadesiyle başlayan âyette, “Hizmetin îman edip hicret edenlere yapılması gerektiğini, bu gruba ise ‘ilmî îmanla inananlar, aile, evlat, mal, maddî imkânlar ve nefis vatanı gibi alışkanlıkları azimet kuvvetiyle terk edip hicret edenler, gurbette seyahati tercih edenler, malı geride bırakmak ve Allah rızâsı için harcamak sûretiyle mallarıyla riyâsette yormak, şeytanla muharebe etmek, Allah yolunda yolculuğun zorluklarına katlanmak ve Allah yolunda sülûk niyetiyle din uğruna fedâ etmek sûretiyle de canlarıyla yakîn ve tevekkül gücüne dayanarak cihat edenler, menzilde hizmet etmek sûretiyle onları ‘barındıranlar…’, ihtiyaç duydukları şeyleri hazırlayıp bağışlamak sûretiyle onlara yardım edenler, ‘işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır.’ Kaynaşmak ve birbirini sevmek sûretiyle dost olanlar girerler. ‘Îman edip de’ alıştıkları vatanlarından ‘hicret etmeyenlere gelince’, onlar hicret edinceye kadar sizinle onlar arasında dostluk nâmına bir şey olmaz.”[2]

İbn Arabî Hazretleri hicretin kâfirlikten kurtulmak olduğunu da belirterek, kâfirler arasında yaşamak İslâm dinini aşağılamak, küfür kelimesinin Allah kelimesinden üstün olmasına neden olmak anlamına gelir, diyor.

Nitekim Resûlullah’tan (s.a.s) şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben, müşrikler arasında ikamet eden Müslümandan berîyim.” Müşrikler arasında ikamet eden kişinin İslâm sözüne itibar edilmez. Yüce Allah, müşrikler arasında yaşayıp da ölen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken, ‘Ne işte idiniz!’ dediler. Bunlar, ‘Biz yeryüzünde çaresizdik.’ diye cevap verdiler. Melekler de, ‘Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisâ, 97) Anlaşılıyor ki günümüzde kâfirlerin olduğu yere itibar etmek ve hicret etmek Allah tarafından lânetlenmiştir.

Fütüvvet ahlâkının esası, Kur’an’da da geçen “îsar” kavramıdır; Başkalarını kendi nefsine tercih etmek demek olan îsar, İslâm tarihindeki Hicret olayında, Cenâb-ı Hakk’ın, ensarla ilgili şu âyet-i kerîmede vasfettiği hâldir:

“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur ve kurtulursa işte onlar felah bulanlardır.” (Haşr, 9)[3]

Hicret îsarın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedâkârlığın, ferâgatın ve diğergâmlığın en güzel örneğidir. Şekil ve sûret itibariyle bir defa vâki olmuş bir hâdise (hâdis, sonradan olma) olmasına rağmen mânâsı ve hakîkati itibariyle her an yaşanan ve yaşatılan bir hâdisedir.

 

Sonuçta anlaşılıyor ki mânevî hicrette, dünyadaki vazifelerini en uygun şekilde yerine getirenler melekût âleminin üzerine kadar yükselirler. Allah’a yakîn hâline ererler fakat dünya denen bu yegâne fırsatı şeytana ve nefsanî arzularına uyup geçirenler yollarını şaşırır ve ahsen-i takvîm üzere kemâle ereceklerine esfel-i sâfilîne yuvarlanıp giderler.

Tasavvufta dünyaya gelmek ve dünyadan tekrar mânâya yönelmek her ikisi de ayrı iki hicret anlatmaktadır. İkinci hicretin sonucunda kul hakîkî makamına ulaşmazsa bu hareketler hicret diye değerlendirilemez.

Velhâsıl, Hocam Sâmihâ Ayverdi buyuruyorlar ki;

Allah’a yakınlık, nefsten kalbe hicret, ruhtan sırra ve sırran da Mevlâ’ya yetmektir.

O halde dünyayı hicret yeri bilenlere ne mutlu. Sözlerimizi yine Hocam Sâmiha Ayverdi’nin Hancı adlı kitabındaki dizeleriyle neticelendirelim:

Muhâcir kuşlar bile yıldan yıla göçecekleri memleketi tanıyıp şaşırmazken, ey cânı canımdan ayrı düşen! Söylesem de, sussam da, gece gün, akşam sabah demeyip sana hicret etmekte, yerimi yuvamı arar olmakta bir kanatlı mahlûktan daha mı az ferâset göstermeliyim?[4]

 

[1] İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006, c. 2, s. 150.

[2] İbn Arabî, Tefsir-i Kebir Te’vilât, Kitsan Yayınları, İstanbul, c. 1, s. 454.

[3] Şihâbuddîn Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf-Avârifü’l Meârif, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2011, s. 318.

[4] Sâmiha Ayverdi, Hancı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2013, s. 64.

The following two tabs change content below.

Cemâlnur Sargut

Son Yazıları: Cemâlnur Sargut (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın