Talebe
“Şu okul kur’asını inşaallah kazanırız. Yoksa özel okullar çok pahalı, devlet okulları da eskisi gibi değil. Ne yaparız bilmem…” diyor bir arkadaşım, kahvaltısını bitirmiş, çayını yudumlarken.
“Sanki bizim gittiğimiz okullar çok mu iyiydi?” diyorum cevap olarak. Hepimiz gibi evlâdı için endişelenen başka bir arkadaşım: “Ama bu nesil çok farklı, bize benzemiyorlar. Artık başka bir çağdayız, her şey çok hızlı gelişiyor!”diyor.
Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların zamanına göre yetiştiriniz!” Bu açıdan bakınca hak veriyorum arkadaşıma. Fakat zamanla değişmeyen bazı şeyler de yok değil.
Etrafımdaki tüm anne babalar, çocukları mümkün olan en iyi eğitimi alsın diye ellerinden ne gelirse yapmaya hazırlar. Kendilerini yüksek mâliyetlere, çocuklarını da saatlerce sürecek servis yolculuklarına hazırlamışlar. Okullar ise yarı kâr, yarı başarı kaygısı ile daha çok şey vaad etmeye çalışıyor: Sınav başarısı, sportif başarı, yabancı dil, vs…
Peki, bu eğitimi almak zorunda bırakılan çocuklar buna ne kadar hazır? Ya da buna nasıl hazırlanıyorlar? Nâçizâne meslek hayatımda da gördüğüm kadarıyla mühendislik bölümlerinden mezun olan kimi gençlerin dahî iyi okul eğitiminden çok nasiplenemediklerine şahit oluyorum. En temel kavramları içselleştirmeden, sadece sınavları geçebilmek ve diploma alabilmek için ders görmüşler. Neyi neden öğrendiklerinin farkına varamamışlar. Böyle olunca da anne babalarının çok önem verdiği eğitim hayatlarından istifâde edememişler. Bu hâlde hangi okula gittiklerinin gerçekten ne önemi var?
Bu eğitim ticareti hengâmesinde biz ana babalar çok basit ve bir o kadar da önemli ve nesilden nesile değişmeyen bir kavramı atlıyoruz: Eğitimin ilk şartı, muhatabın bir “talebe” olmasıdır. Yani bu eğitimi isteyen, talep eden bir öğrenci olmalı. Bu noktada mânevî ve dünyevî eğitimin birbirinden çok farkı yok sanırım. İkisinin de ilk şartı aynı: bir Talebe…
“Allah’ın binlerce Şems’i vardır ama Mevlânâ gibi talebeyi bulmak kolay mı?” der Şems Hazretleri. Âlimler âlimi olmasına rağmen hocasının karşısında âdetâ bir ilkokul öğrencisi gibi tevâzu ile durması mürşidinin gözünde en övgüye değer özelliğidir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde bizlere ve gençlerimize en başta talebe olmayı öğretir. Talebe olabildikten sonra Şems Mevlânâ’ya, umman da çöle gelir…
Anne baba olarak çocuklarımıza pahalı bir eğitimden önce bunu vermeliyiz belki de. “Mürîd olmaktan aldığım zevki mürşid olmakta bulamadım” diyen Efendimiz Ken’an Rifâî Hazretleri gibi talebeliğin zevkini yaşamalı ve çocuklarımıza yaşatmalıyız.
Bir arkadaşım çocuğunun ders çalışma alışkanlığının olmadığından bahsediyor, artık sonuna geldiğimiz kahvaltı soframızda. Belki de bizleri örnek aldıklarından olabilir mi? Akşam eve geldiğimizde biz televizyon başında dizi izlerken çocuklarımız neden başka bir şey yapmaktan zevk alsınlar? Bizlerin de onların yapması gerektiği gibi ilgi duyduğumuz bir konuda ders yapmamız, kendimizi geliştirmemiz gerekmez mi? Mümkünse onlarla aynı odada…
Cemâlnur Hocam’ın ne kadar ders verdiğini, konferanstan konferansa koştuğunu az çok hepimiz görüyoruz. Fakat hepimizden daha çok ders çalıştığı gerçeği üzerine düşünebiliyor muyuz? Peygamber Efendimiz’in, hakkında “İlmin kapısı” buyurdukları Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Daha fazla söze hâcet yok sanırım; tavır bu olmalı.
Allah, tâlip olana mürşidini gönderir şüphesiz.
Hüseyin Gökhan
Son Yazıları: Hüseyin Gökhan (Profiline git)
- Kayınbabam Ameer Raschid - 31 Aralık 2018
- “FUAT SEZGİN HOCA” - 2 Ağustos 2018
- Kur’an Ayı Ramazan - 7 Haziran 2018
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!