Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’den Bugüne Kalanlar
(… ) İlim ve felsefe insanı ne tanır ne de tanıtabilirdi. Hatta bir bakıma dinler de öyle… Sanat ise, anlayana, ancak bulanık işaretler verebilirdi. İnsanı ve kâinatı kemâliyle tanıyan, sâdece büyük peygamberler, büyük mistiklerdi. İşte onlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî idi.
Ne ki Celâleddîn’e, ateş püsküren yanardağlar gibi, aşk ve şevk lâvlarını akıtacak manevî müdâhalenin, Şems-i Tebrîzî denen mürebbî-mürşitten gelmesi mukadderdi. Nitekim bu müdâhale Mevlânâ’ya, insanın, kendi kudretini kendi hâsıl eden bir dinamo olduğunu öğretti. Böylece de, cansız maddeyi hayâta kavuşturan, yükseltip ona kemal bahşeden sırrı bulmuş oldu.
Halbuki Şems’i tanımadan evvel genç Celâleddin, deve yükü bilgisi ile Konya’ya yerleşip vaaz kürsülerinin ve medreselerin gözbebeği olmuştu. Fakat o kürsüler, o medreseler, asırlar boyu nice şöhretler görmüş, hemen hepsi de ilmini ve fazlını, oralardan halkın üstüne akıtmış, lâkin insanlık âlemine bir temel fikir getiremeden silinip gitmişlerdi. Çünkü pek çoğu, o basamaklara varlıklarıyla çıkmışlar, bu varlığı, bir libas gibi üstlerinden soyup çıkaramadan da geçip gitmişlerdi.
Başka türlü de olamazdı. Zira beşeriyete istikâmet ve hedef çizebilmek için mutlaka o yükü atmak lâzımdı. Nitekim müşahhas bir yokluk sembolü olan Şems-i Tebrîzî ismindeki rehber-mürşit Mevlânâ Celâleddîn’in elini tutar tutmaz, müridini bir anda varlık sahilinden yokluk kıyısına fırlatıp attı. Böylece de onu kendi engin manâsıyla yüzleştirip tanıştırdı.
Bu bir transformasyondu. Nice zaman sonra yüce mürit, hâdiseyi şöyle dile getirdi: “Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki, kurtuldum. Hürüm. Eskiden Utarit gibi deftere düşkündüm. Ediplerin üst yanına geçip otururdum. Sâkînin alın yazısını görünce sarhoşu oldum. Kalemleri kırdım.”
“Kalemleri kırdım” diyen büyük hakîm, varlıkla söylenmiş sözleri silip, yokluk defteriyle başbaşa kaldıktan sonra, gazelleri, rubaileri ve Mesnevî’si gibi, beşeriyeti kıyamete kadar sürecek armağanlarla mayalayıp kabartmış ve idraklerini uyandırmış bulunan müstesnalar kafilesinden olmuştu. Zira o, indifa gününü bekleyen bir volkandı. Kendini Şems’in büyük aşkına teslim ettikten sonra, lâvları bütün dünyâyı tutan bir yanardağ oldu.
Tek başına insan neydi? Amma, dünyânın iyilikleri, kötülükleri, güzellik ve çirkinlikleri ortasında yerini tâyin etmiş insan bir yapı taşı, cemiyet binasının inşâcısı demekti.
İşte Şems’in Mevlânâ’ya gösterdiği de bu idi; kendi hakikati, gerçek gücü ve bu gücü, insanlar lehine sebil etme şevki idi.
*
Şems-i Tebrîzî, felsefeye ve sıra şeyhlerine muarızdı, sertti. “Bilgi bir vâsıtadır; hakikate ise, buyruk dinlemek ve aşkla ulaşılır,” derdi. Böylece de bilgideki aczi göstermek suretiyle, yokluk içindeki büyük kudreti belirtmiş oluyordu.
“Akıl, hakikate perdedir. Eğer bu mânâlar, okunmak ve bellenmekle elde edilebilseydi, âlemin hâli değişir, bir başka hâle dönerdi. O vakit, Bâyezid ve Cüneyd, Fahreddîn-i Râzî’ye haset ederler ve Fahreddîn’e yüz yıl talebelik etmeleri icap ederdi. Fakat gene de yüz binlerce Fahreddîn-i Râzî, Bâyezid’in izinin tozuna bile erişemez, kapı halkası gibi dışarda kalır; hem de harem dâiresinin kapı halkası değil, dış kapının halkası gibi…
Hakikate bilgi ile değil, feyz ve cezbe ile erişilir. Tanrı kullarından bir kul, Eflâtun’u bir anda bütün bilgilerinden soymaya kadirdir. Bil ki her şey insana fedâdır. İnsan ise kendisine… Allah, hiçbir defa: Biz gökleri, arşı ululadık, dedi mi? Arşa çıksan da faydası yok; arşın üstüne çıksan da, yedi kat yerin dibine gir-sen de… Lâzım olan, gönüle, gönül sahibine yâr olmaktır. Bütün peygamberlerin, erlerin, erenlerin çalışıp can vermeleri hep bunun içindir. Bütün âlem bir kişidir. İnsan kendini bildi mi, her şeyi bildi demektir,” diyordu. Müslümanlık, teslimdir. Yâni halkın kendisinden emin olmasıdır. Hikmetin ve muhabbetin canlı örneği olan Mevlânâ da, inanılan, sevilen, elinden, dilinden kötülük beklenmeyen insandır: “İki cihan bir araya gelse gene bende şer niyeti, dünyâyı birbirine katma dileği yok” diyen o, topsuz tüfeksiz giriştiği aşk ve irfan savaşıyla, hâli ve geleceği de feth eylemiş büyük dehâdır.
Böylece de onun fikir ve duygu hazînelerinden hikmet ve irfan aşısı almış, ham, durgun, dağınık ve işlenmemiş insan yığınları, cevval, uyanık, aktif ve bilhassa bir müşterek gayeye bağlı yapıcı merkezler olarak cemiyet içine yayılmıştır.
Bir beşer fedaîsi ve örnek terbiyeci olan Mevlânâ, kütleleri şevk ve îman potasında birleştirip bütünledikten sonra, bu şevk ve îmânı, beşeriyetin müşterek enerji kaynağı hâline getiren merkezî otoritedir. Bu gaye uğrunda da sanatını, îmânını, aşkını, hulâsa nesi var nesi yoksa seferber etmek suretiyle, etrafına, güzelliğin, iyiliğin ve kemâlin zevkini tattırmış; beşerî ve nefsânî duygular altında ezilip uyuklayakalmış ruhanî ve manevî kudreti dürtüp faaliyete geçirmek suretiyle de, ferdî egoizmi musaffa bir enerji hâline getirmeyi, beşeriyete karşı borç bilmiştir. (…)
———-
Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 29-32.
Sâmiha Ayverdi
Son Yazıları: Sâmiha Ayverdi (Profiline git)
- BİRLİK - 23 Ağustos 2016
- AHMED ER-RİFÂÎ HAZRETLERİ’NDEN… - 23 Ağustos 2016
- MÂNEVÎ HAZİNENİN ANAHTARI - 23 Ağustos 2016
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!