“Keşke Kalemine İnseydi…”

Aysel Yüksel Hanımefendinin yazdığı “Sır Kâtibi” kitabında Sâmiha Ayverdi’den aktarılan “Dört duvar arasında oturup da ah vah etmenin, üzülmenin kimseye faydası olmaz; görülen aksaklıkları alâkalılara bildirmek, beğenilen hususlarda da gene alâkalıları teşvik etmek lâzım” cümlesi ve kendisinin sürekli gördüğü yanlışları yetkililere bildirdiğine dair verilen örnekler beni epey düşündürdü. Hatta askerî bir lisenin İngilizce eğitime geçmesi kararı hakkında yöneticilere yazdığı mektup, mektubu dikkate almayarak kararı uygulayan ve 9-10 sene sonra “yanlış bir uygulama” olduğunu fark edip eski sisteme geçen yetkililerin “Bu konuda iki mektup aldık. Eğer iki mektup daha gelse bu kararımızdan dönerdik” demeleri, yukarıda bahsettikleri gibi, yanlışlıkların yazılmasının ne kadar önemli olduğunu fark ettirdi bana.

Gördüğü bir yanlışlık karşısında “yüreğine indiğini” söyleyen birine, Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” demesi beni çok etkiledi. Bu satırları okuduktan bir-iki gün sonra Trabzon, Rize ve Kars’a ziyaretlerim oldu. Bu ziyaretler sırasında gördüklerim beni çok üzdü. Trabzon ve Rize’de doğal güzelliklerimizi hiç düşünmeden turist geliyor diye bozmamız, yolu yapılan ve ulaşılabilir kılınan doğal güzelliklerin etrafına hemen, hiç vakit kaybetmeden çarpık yapıların yapılması, tabela, menü, lokanta ve dükkân isimlerinin Arapça yazılması, kocaman Arapça yiyecek afişleri, renk renk ışıklarla bezenmiş otel ve market tabelaları, hayvanların otlaması gereken yaylaların otellerle ve devâsâ büyük salıncaklarla kaplanması, lokantalarda Arapça müzik çalınması ve bir Türk olarak kendi yurdunda buna muhatap olmak, üstelik temizlik ve çevre düzeni açısından karşılaşılan görüntüler sonucunda aklıma hemen Sâmiha Ayverdi’nin “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” sözü geldi. İlerleyen günlerde Kars’a ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış Ani’ye de ziyerette bulunduk. Orada gördüğüm bakımsızlık, terkedilmişlik, unutulmuşluk, “bu şehir ülkeme mi ait?” dedirtti bana. Özellikle de Kars’ın ve sonrasında Ani’nin Ermenilerden alınması için harcanan onca emek sonucunda bu mu olmalıydı diye düşündürttü.

İstanbul’a döner dönmez, bunları nasıl yazmalıyım, hangi kanalı kullanmalıyım dedim kendi kendime. Yetkililere yazmadan ve onlardan bir cevap almadan, sanki şikâyet eder gibi sosyal medyadan paylaşmayı doğru bulmadım. Sâmiha Ayverdi böyle yapmazdı gibi geldi. Önce bir yazayım, yeterli ve gerekli cevabı alamazsam farklı yollara giderim diye düşündüm. Peki Sâmiha Ayverdi olsaydı nasıl yazardı, üslûbu nasıl olurdu, hangi kanalla mesajını iletirdi?

Rahmet Kapısı kitabında anlattığı üzere Sâmiha Ayverdi’nin Fatih’te kesilen ağaçlar yerine ağaç dikmesi sonucunda ağaçları söktüren yönetime karşı tutumu, diktirdiği ağaçların bir daha sökülmesi ve devamında aldığı aksiyonlar, beni üslûbu, naifliği, en önemlisi de ince zekâsı ve azmi konusunda çok düşündürmüştü. Aslında tam bir anne gibi… Yapılması gerekeni yapıp zararlı bir oyuncağı vs. ortadan kaldıran kendisi değilmiş gibi mutfağa giden bir anne…

Yazılarını, önerilerini, itirazlarını öyle yumuşak ama net ve kişiselleştirmekten uzak yazıyordu ki, mücadelesini öyle bir sükûnetle veriyordu ki, ara ara “Ben onun gibi yazamam, kızgınlığımı belli ederim ya da ters bir ifade kullanırım, çirkin bir durum oluşur, vazgeçeyim” bile dedim. Sonra “artık biliyor olma”nın, özellikle de O’nu seviyor ve izini takip ediyor olmanın bana bu mesuliyeti yüklediğini hissederek oturdum bilgisayarın başına… Tam o ara öğrendiğim CİMER’e yazma fikri işimi çok kolaylaştırdı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na, Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanlığına, Rize Belediye Başkanlığına, hem sitelerinden hem de CİMER üzerinden bu dört konuyu (Trabzon, Rize, Kars şehir merkezi ve Ani) yazdım, ilgili birimlere yönlendirdim. Bilgi, tecrübe, yetki ve sorumluluk sahibi olanların kendileri olduğunu, bu doğal güzelliklerin halkın bilinçsiz ve para hırsı ile târumar edilmesine izin vermeyeceklerine inandığımı belirttim. Şikâyet olarak değil, bir vatandaşın önerisi olarak değerlendirmelerini özellikle istedim. Üslûbuma çok dikkat etmeye çalıştım, konuyla ilgili değerlere vurgu yapmaya çalıştım. Ve her şeyi maddeler halinde sıraladım. Düşündüm ki, içlerinden birkaçı bile yapılsa kârdır.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan telefonla aranarak, Trabzon ve Rize ile ilgili talebimin alındığı, inceleneceği ve tarafıma dönüş yapılacağı konusunda bilgilendirildim. Bir süre sonra da CİMER’den Kars şehir içi ile ilgili cevap aldım. Aldığım cevap beni tatmin etmese de, yetkililerin kulağına biraz da olsa kar suyu kaçırmış olduğum umudundayım. Şimdi diğer konulardaki cevapları bekliyorum. Bu sırada her şeye bu gözle mi bakmaya başladım bilmem, bir olumsuz durum gördüğümde kime yazabiliriz, ne öneri ile gidebiliriz şeklinde düşünür buluyorum kendimi. Yazılabilenleri yazmaya çalışıyorum.

Sanki Sâmiha Ayverdi, sessizce izliyor beni , Onun izlerini düşe kalka takip edişimi…

Sevil

HALUK DURSUN’UN ARDINDAN

Kurban Bayramı’nda ve Muharrem ayı öncesinde çok kıymetli bir arkadaşımızı, dostumuzu, Türk milletinin çok önemli bir şahsiyeti olan büyük âlim, hoca, Haluk Dursun’u kaybettik. Kaybetme kelimesini ben hiç sevmem. O, her iki âlem için bir kazançtı. Mutlaka ki her şeyiyle faydalanılacak bir vücuttu ki Allah onu kurban olmaya seçmişti. Daha Emin Işık Hocanın hasretine dayanamaz ve onun bu âlemden öbür âleme göçüşüne alışamazken, yine bir dost, bir sevgili, bir hakîkat adamı, bir âlim, büyük bir hocayı öbür âleme yolcu etmenin hem acısını hem zevkini yaşıyoruz. Onun kurban gittiği muhakkak, Allah onu kurban olarak seçmiş. İnsanın en büyük dileği ölüm ânında yani son amelde Allah’a hizmet edebilmek ve O’nun istediği şekilde, O’nun sevgilileri arasında öbür âleme göçmektir. Şehit olmak ise bu derecelerin en yükseğidir. Bazıları mânevî şehit olur, Emin Işık Hoca gibi… Bazıları maddî-mânevî şehit olur, Haluk Dursun gibi… Doğrusu hepimiz bu maddî-mânevî şehitliğe tâlibiz ama her şeyi Allah bilir. Dileriz ki son nefesimiz onlarınki gibi Allah’a yakın, Allah’ın istediği şekilde olsun.

Biz Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin “Benden yararlanın, ne zaman öleceğimi bilemezsiniz.” sözlerini önemsedik. Hocam, bilmiyorum sizden hakikatiyle yararlanabildik mi? Türk milletinin size ihtiyacı olduğu muhakkak. Fakat şu da muhakkak ki Hz. Ali’nin dediği gibi, kılıç kınından çıktığında çok daha faydalı olabiliyor. Biz iman ediyoruz ki öbür âlemden bu âlem için çalışacak ve bizlere huzur, mutluluk dağıtacaksınız, inşaallah Türk milletinin yücelmesi ve yükselmesi için katkıda bulunacaksınız. İnşaallah yattığınız yer nurlar içinde olsun. Nûrunuz vasıtasıyla Allah bizi de aydınlatsın, bütün güzellikler sizlerin ve bizlerin üzerimize olsun. Hayırla gidin hocam, şeb-i arûsunuz mübârek olsun.